San At Giz mi?

Bir belgeyi araştırırken 7. Nisan.1998 tarihli Cumhuriyet Gazetesi ve bu gazetenin aşağıda anacağım makalesinin üzerine çala kalem yazdığım notlar gözüme ilişiverdi. Adını ettiğim makale Cüneyt Akalın’ın “68,zafer mi? Yenilgi mi?” başlıklı bir irdelemesi. okumaya başlarken, doğrusu düşüncelerimin beni böylesine derinden sarsacağına olasılık vermiyorum. Övgü-yergi türünden bir şeyler bekliyorum. Benim 68’lere ilişkin bilgim “yaşamışlığımdan” gelmiyor. Her ne kadar adı anılmasa da biz 78 kuşağındanız. Yani 68’lerde henüz çocuğuz. 68 olgusunu kâh kitap ve dergilerden okuyarak, kah 68’li dostlardan dinleyerek öğrenmeye çalışıyorum. İşin özeti 20. yüzyıl yakın tarihimizde ülkemiz orijinalitesinin belleklere kazınmış –belleği olanlar için tabi- onur tarihi. Adını ettiğim irdelemeyi okudukça beynim karıncalanıyor. Düşünsenize, bir yandan Vietnam Savaşının doğurduğu tepki, bir yandan emperyalist –kapitalist sisteme başkaldırı, ABD’de siyahların özgürlük hareketi ,Fransa , Belçika,Almanya, İngiltere vb. Kısaca Avrupa’da halklar zincirlerinden boşanırcasına bütün alanları işgal ediyor. Fransa’da komüncüler meydanlarda buluşuyor. Siyah derililer, Kızılderililer, Asyalılar, Afrikalılar, Latin Amerikalılar ağızlarındaki ateşi emperyalist-kapitalizmin üzerine tükürüyorlar. Beş kıtada özgürlük haykırışları! Yaşlı delikanlı Jean Paul Sartre, Sorbonda işgalcilerle! Kahrolsun kapitalizm, yaşasın toplumsal dayanışma… Emperyalist –kapitalizmin tüketmeye çalıştığı insan seli kendini yeniden yaratıyor. Unutturulan değer yargıları birden ve ani bir atakla meydanlara taşıyor. İnsanın görmeyi hayal edeceği en güzel düş olsa gerek. Beş kıtanın insanları aynı anda aynı güzellikleri yaşıyor, mutluluk yakalanmış (mı) dır… Acaba?

 

          Lenin’in deyimiyle “bin yıllık yönetim deneyimine sahip burjuvazi” bu kutsal isyanın sonuçlarından kendi yararına bir şeyler çıkarmakta geç kalmıyor, kendini yeniden düzenliyor, organize ediyor, kendi düzenin çıkan çivisini bu kutsal ateşin çekiciyle yerine çakıyor. 1968’in Kızıl’ı Daniel John Bendit, Che’nin Bolivya’dan arkadaşı Regis Debray, Sergei July sistemin göz bebeği oluyor.

          Ülkemizde Deniz, Yusuf, Hüseyin fiziki yaşamlarından koparılıp idam ediliyor. Kadir, Sinan, Alparslan Nurhaklar da öldürülüyor. Mahirler on yoldaşıyla Kızıldere’de katlediliyor, İbrahim Diyarbakır zindanlarında onurun destanını yazıyor. Boykotlar, toprak işgalleri,15-16 Haziran sınıf mücadelesinin köşe taşları. Geldik bugüne.

          Devrimci onur ve değerlerini koruyan bir avuç insanın dışında kalan onca 68’li bugün çocuklarına “sistemin akıllı çocukları” olmaları için fetva vermekle meşgul. Medyanın köşe başlarını onlar tutmuş, sermaye piyasasının başında onlar, sisteme şükran duygularını iletmenin, patronların gözüne girmenin –ve de maaşlarını dolgun ücretle ve dolar üzerinden almanın- ince hesaplarını tutmakla meşguller. Bizim kuşağımıza gelince ; (78’liler) ne bir eksik ne bir fazla, teslim olmayanlar dışında, çek – senet tahsilatçılığı ile, geçmişte “faşist” sözcüğünü duyunca tüyleri ürperenler bu cenahla ortak çıkarlarını ebedileştirmekle işgal ediyorlar. Bu arada iş bitiriciliklerini ballandıra ballandıra anlatmalarını, birçoğumuz da ağzı açık ayran budalası gibi dinliyor.

          Ya sanat? Sanattan ne haber!.. Toplumsal hareketliliğin sürece damgasını vurduğu, sınıf hareketinin toplumsal – bireysel tavır ve davranışların belirleyicisi olduğu dönemde, sanatın ve sanatçının tavrı da bu sürece uyguluk gösterir. Emek -sermaye çelişkisiyle bölünmüş toplumumuzda, bu çelişkinin siyasal, sosyal ve kültürel bilinçlenmeyi –sınıf bilincini- gün ışığına çıkarmasıyla ve buna paralel olarak devrimci hareketliliğin artması , toplumda saygınlık kazanması ve kabul görmesi toplumsal çelişkiyi artırmış , devrimci hareketin kitleselleşme (sollaşma) sürecini hızlandırmıştır.

          Toplumsal sürecin kendi içindeki hızlı ayrışması doğal olarak sanatçıyı da tercihini ve tavrını netleştirmeye zorlamıştır. Suya tirit oyalayıcı tartışmalar yerini sınıfsal tavra uygun belirlemelere bırakmıştır. Öyle ki sanatçı tavrını ya emekten ve gelecekten yana koyacaktı, ya da egemen sınıfların kalemşoru olacaktı, orta yol kapanmıştı. O döneme şöyle bir bakıldığında genel sanatçı tavrının emekten ve gelecekten yana olduğu görülür. Bu bir zorunluluktu. Çünkü sanatın gıdası devinimdir. Kendi durağanlığını “zor”a dayanarak muhafaza etmek isteyen, toplumsal gelişmenin freni olan,gericileşen egemen sınıfların , tarihsel olarak devinimin önünü açması beklenemezdi. Sanatçı da ürünlerinin toplumsal kabul görmesi için “ilerici” olmak, hiç olmazsa “öyleymiş gibi” davranmak zorundaydı. Hayatın, toplumsal ilişkilerin  devinimi sağlayan sınıfsal çelişkilerin yönelimi de bu iki mecradan birinden akacaktı,akıyordu. O dönemin sanatçılarının ve sanat ürünlerinin akış yönünün net ve belirleyici olmasının nedeni budur. Sosyalist gerçekçilik sanata damgasını vurmuştur.

          Ahmet Arif’in “feodalizmin şairi (!)” olduğunun henüz farkına varılamamış (!), Nazım Hikmet ‘in şairliği, okunurluğu “politik kişiliği” ‘ne bağlanmamış, henüz “sanatın partisinin olmadığı” keşfedilmemişti. (ne de olsa akıllı adamlar gülünç duruma düşmek istemezlerdi.) Efendilerinin önezesinde pusuya yatmış av bekleyenlerin uygun zamanı beklediklerini,yenilgi sonrası dönemde hep birlikte öğrenecektik. Bu sanat ulemaları için art niyet ve cehalet bilgelik demekti. 1980’lere kadar devam eden süreçte –ki bu süreç bugünün sanat ulemalarını da hizaya sokmayı bilmişti.- Sanatın sınıfsal içeriği ve o döneme damgasını vuran sanatçıların kişi olarak politik eğilimleri de sürece uygun düşüyordu ve sanatçılar da kendilerini devrimci olarak tanımlamakta utangaç değillerdi. 1980’lerle başlayan süreç malum. 12 Eylül faşizminin toplumsal dinamikleri yok etmesi sadece fiziksel yok oluşa yol açmamış , daha da önemlisi insani değer yargılarını ve toplumsal dayanışma duygusunu dumura uğratmış , kişisel bireyciliği anıtlaştırmıştır. 20 yıldır oldukça sistematik biçimde uygulanan 12 Eylül programı istediği insan tipini yaratmıştır. Artık toplumun prototip insanı bireyci, kendine güvensiz , silik , çıkarcı ve hiçbir bütünlük taşımayan kişiliksiz bir insandır. (son cümlenin ifade içeriğine gösterilen tepkileri duyar gibi oluyorum. Ancak doğru bir başlangıç için kansere baş ağrısı tanısı konulmamalı. Yanılgı yenilginin de başlangıcı oluyor.) 12 Eylül faşizminin bu tahribatından toplumun bütün kesimleri -oldukça  acısı da 12 Eylül öncesinin devrimcileri de- nasibini almıştır. Faşizm her bünyeye uygun mikrobu imal etmiş, kişilerin sınıfsal ve kültürel eğilimlerini de dikkate alarak uygun tarzda enjekte ile çürüme ve yozlaşmanın daha ne kadar süreceği belli olmayan mikrobu aşılanmıştır.

          Promete yalnızlaştırılmış , Zeus’un Vakarı –Vakarsızlığı mı denmeliydi?- kurtarılmış, Olimpos’taki görkemli ihtişamına yeniden başlamıştır. 12 Eylül öncesinin sanat ürünleriyle sürece damgasını vuranlar,  bu dönemde sınıfsal yozlaşmadan ve çürümeden edindikleri gıda ile elde ettikleri devrimci sanata sövme ve saldırma özgürlüklerini rahatlıkla kullanabilirlerdi. Bunlar beklenen günü yakalamış , tümü “iktidar karşıtıyız” iki yüzlü nidalarına rağmen mevcut iktidarda yerlerini almışlardır. Önce “öz eleştiri” adı altında vakasızlıklarını kusmuşlar, sonra da bol itibarlı iyi organize yayın organları ve medyanın diğer araçlarında 12 Eylül öncesi hasbelkader yer aldıkları devrimci politik örgütlenmelerin , yeteneklerini (!) nasıl kısıtladığına dair pehlivan tefrikalarına ve deccal fetvalarına başlamışlardır. Bunlara göre “sanat politikadan arındırılmalıdır, hala o “ilkel” duygularla ürün verenler “sanattan habersizdir.” Sanat ürünü “politik mesajlar iletmemeli!”.Yaratılan depolitize ortamda ,devrimci hareketin sofrasında yemlenecek gıda bulmaktan umudunu kesenler,gıdalarını efendilerinin sofralarında arayanlar bunları açıkça ifade etmektedirler.Ancak iki arada bir derede kalanların bunları açık,anlaşılır söyleyebilecekleri cesarete sahip olduklarını sanmayın, hiçbir konuda açık değildirler. İki yüzlülük , kurnazlık , yağcılık başlıca meziyetleridir. Bunlar hala devrimcidirler (!) Ama dünyanın nabzı bacaklarının arasında atar, bol keseden de iktidar karşıtıdırlar . (Sofra artıklarından beslendikleri iktidarın değil, maksatlarını anlayın.) Devrimci söylemi kullanarak “kusursuz lisanlarıyla(!)” devrimcilere küfrederler. Bu arada gündemlerinde aşk vardır , atmayan nabızlarının ve ölü yüreklerinin farkında olmadan.

          Olanın, olağanüstü hiçbir yanı yok.Yenilgi sonrasının sonuçlarıdır bunlar. Bu görünüm devrimci harekette yer alan küçük burjuvazinin zor’u görünce hayata havlu atmasının sanattaki yansımasıdır. İflas eden küçük burjuva devrimciliğidir ve bunun sanata yansıyışıdır. Gelinen noktanın perde arkası budur. Kişi ,hayata olduğu yerden bakar,adlandırır ve anlamlandırır,düşünce ve eyleminin rotasını çizer. Keşke,yaşamlarının merkezine böylesi bayağı sinsiliği koymasalardı,”adam gibi” düşmanlıklarını,ikiyüzlü dostluklarına elbette tercih ederdik.

          Sanat’a yükledikleri giz’e gelince ; cüzzamlı yüzlerini başkaca nasıl gizleyebilirlerdi ki!..

10.03.2002

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.