Ada

Şafak sökmeden kalkılırdı, küçük oğlan yatağında döne döne uyuya dursun, karısı koyunları sağar, köpeklerine yiyeceğini, suyunu verir, kendisi çayırlara koyunların kışlık yiyeceği için ot biçmeye giderdi. Kızı dağarcığına Allah ne verdiyse tayınını hazırlar, ıpılıpıl yıldızların altında bin bir çiçeğin kokularının harmanlandığı, berrak derelerin aktığı, serin rüzgârlı tepelerine yaslandığı meranın yolunu tutardı… Mevsim yazdı ama sabaha karşı biraz üşüdüğünü hissettiğinde kepeneğine sarılır, yün döşeğe uzanır gibi uzanıp yattığı toprak döşeğinde renkli rüyalar görürdü. Güneşin ısıtan ilk ışıklarının üstüne düşmesiyle uyanır, yüzüne bir gülümseme yayılırdı. Yazın köyün dar ortamında pek görüşmeseler bile okul zamanı her teneffüs okul bahçesinde birlikte yürürler, kantinde birlikte otururlardı… Delikanlının kendisine olan ilgisini bilirdi de bilmezlikten gelirdi… Onun delikanlıya ilgisi yok muydu? Hadi canım sen de, bunu külahıma anlat… Rüyasında sıklıkla delikanlıyı görür, onun muzipliğine güler, delikanlının kendine bakışlarındaki derinlikte kaybolur giderdi. Ana babası durumu sezinler de tek laf etmezlerdi. Onlara göre de iyi çocuktu, yardımseverdi, bu kadarını pek tasvip etmeseler de etrafına karşı sorumluydu… Yine de hele bir üniversiteyi bitirsin, kararını kendisi verirdi.
Liseyi bitirmiş, üniversite sınavlarına hazırlanıyordu… Dağarcığının bir köşesinde konuları farklı ders kitapları, kurşun kalemler ile bir tomar saman kâğıdı demirbaştı… Koyunlar o merada yayılıp bu dereden su içedursunlar, toprağın taşını, kayasını ayıklar, altına kepeneğini serer şu kadar saat matematik, bu kadar saat fizik, kimya, biyoloji sorularınıçözer, o anı bilerek bekler gibi başının şişmesini beklerdi. Nihayet beklenen an gelmiş olur, kitapları dağarcığına doldurur, kalemin kâğıtla dansı başlardı… Tek konulu bir ressam gibiydi… Çizdiği bütün resimlerde çiçekler kâh boy boy, kâh tek tek, bazen de demet demet çizerdi… Sarışındı, sarıya boyadığı çiçekler kendisiydi, delikanlıyı utandırdığını hayal eder, onu mor renge boyardı… Hayat bu minval üzerine sürüp giderken, postacı köye geldiğinde kendisini ve ailesini bulamamış da köy muhtarına Tıp Fakültesini kazandığı müjdesini vermişti. Akşam, havanın kararmasıyla köye geldiğinde kanatsız, yelesiz uçmuş, annesinin babasının öpücüklerine gark olmuş, kutlamaya gelen konu komşunun hayranlığına mazhar olmuştu…
Gazeteler haberi “çoban kız kendi çabasıyla Tıp Fakültesini kazandı” diye verdiler…
Basın mensuplarının başarısının sırrını sorduğu soruya “ bizim adamız bereketlidir, insanları çalışkan, koyunları sütlü, köpekleri de yavuzdur” demişti. Böyle bir adada benim başarısız olmam düşünülebilir mi?”.
Güzün ilk aylarıydı, yaprak dökümü, hazan mevsimiydi…
Adada bu minval üzerine sürüp giden hayatın da yapraklarının sararmaya başladığını kim nereden bilebilirdi ki…
Avcı köpeğinin iz sürmesi gibi sürülmüştü adadaki hayatın izi… Hazan mevsimiydi ya, tabiata düşen ölüm sarısı benekler hayatlara düşmez miydi? Düşerdi elbet… Siyah benekler düşmeye başladı adaya… Kâhinler “bu topraklar netameli, belalı, ölüm kuyularıyla dolu” dediler… Dağlarınızdaki çiçeklerinizin renkleri solacak, ay karanlık simsiyah yüzüyle gelip oturacak gözlerinize… Berrak dereleriniz bulanacak,bereketli topraklarınız kepirleşecek” dedi… Ters ters baktı kâhine, “şu orakla boynunu vursam günah haneme yazılmaz” dedi.
Dört canın aç açık kalmasına alışmıştı zaten, “tevekkel işte” demiş, boynunu bükmüştü. Neredeyse sofra ortakları kadar kendini aileden saydırmış köpekleri,sıranın kendine geldiği o uğursuz gece yarısı, araçların kör edici ışıklarının gözlerine çakılmasına aldırmadan haydutlara saldırmıştı.Baskına gelen şikirsiz adamların tek kurşunuyla alnından vurularak öldürüldüğü gün eli ayağı buz kesmiş, damarlarındaki kan kurumuştu. Öldürülen köpekleri değil de kendisiydi. Ağıl üstüne yıkılsa altından kalkardı da ya gökyüzü üstüne yıkılırsa ne yapardı. İşte gökyüzü üstüne yıkılmıştı, altından kalkana aşk olsun…Kendi felaketinden öncekileri anlamak istememiş, kendi felaketine de akıl erdirememişti.
Baskına uğrayıp don gömlek, gözleri bağlı apar topar o cüsseli arabalara bindirildiğinde içi cız etti. Karısı, arkasından “ yıllardır olan bitenlere kör oldun, konu komşu kimsenin yanında, yardımında olmadın, sen götürülürken de senin yanında olacak kimse kalmadı” dedi.
Oğlu henüz çok küçüktü, çocuktu, onu alıp ta ne yapacaklardı… Ya kızı, ya o narin yapılı genç kızı… Kendisini çoktan unutmuştu, aklı kızındaydı… Acaba onu da almışlar mıydı? Bu kesik kesik solumalar kızının solumalarıydı, nefesinden tanımıştı, kızını da almışlardı, arabadaydı… “Kızımdedi” yavaş, korkak, endişeli bir sesle… Kafasından ağzına doğru indirilen dipçik darbesi kaşını yarmıştı, akan kana aldırmadan kızının sesinin geldiği tarafa doğru atıldı, çabası boşa gitmişti… Hemen kendisinin de kızının da ağızlarını bantlayıp, kollarını arkadan bağladılar. Gözlerindeki bağı çözmeden ayrı ayrı hücrelere koydular. Üstlerini başlarını iç çamaşırlarına kadar çıkardılar, bezden tek parça birer dekolte verdiler…
Sorular, sorular, sorular…
Kızının çiçek resimleri çizdiği bir tomar kâğıdı da almışlardı…”Bu çiçek resimleriyle kime mesaj gönderiyor, kime bilgi veriyordu”… O delikanlıyı nereden tanıyordu, örgütün hangi kademesindeydi, görevi neydi?
Sorgulamalar, sorgulamalar, sorgulamalar…
Baba iskelete dönmüş halde, kızı bir virgül gibi küçülmüş, daracık hücrelerde bilincini, sevincini, umudunu bırakıp üç ay sonra “temiz” olarak bırakıldılar.
Evlerine geldikleri gün “geçmiş olsun”a gelen birkaç konu komşuyu karısı karşıladı. Yıllardır ateş komşuluğu yapmışlardı, komşuluk bu muydu, birçoğu geçmiş olsun demeye bile gelmemişti… Evdekilere ulu orta “ filancalar, filancalar geçmiş olsun demeye bile gelmediler, ellerine kına yaksalardı bari” diye ciğeri sökülürcesine sitem etti, ağladı, dövündü. Gelenler başlarını öne eğmişlerdi, içlerinden yaşlıca biri “ kızım durum bildiğin gibi değil, herkesi deliğe tıktılar” dedi…
Koyun, kuzu meşgalesi bitmişti, çayırdan kime ot getirilecekti, şafakta kalkıp yiyeceği, suyu verilen köpek te yoktu…
Baba, bir gece yarısı köyün yaşlısına gitti, kapıyı çalıp içeri buyur edildi. Bakışları bir tuhaftı…
“Abdestli misin” dedi.
Yaşlı adam şaşırdı. “Evet” diyebildi.
İki rekât namaz kıl dedi, ceketinin iç cebinden getirdiği çelik mili çıkardı… “Allah için hacı dedi, kızdır şu mili, iki gözümü de dağla kör et, iki kulağımı da dağla sağır et, dağla ki gördüklerimi bir daha görmeyeyim, duyduklarımı bir daha duymayayım… Gören gözlerimle, duyan kulaklarımla yaratamadığım Köroğluları yaratayım, altına bir kır at vereyim ki Bolu Beyleri rahat yataklarında uyuyamasınlar, benim rüyalarımda gördüğüm kâbusların bin katını görsünler.
Şaşkındı hacı, “ Allah katında günah, kul katında suç” dedi…
O gece hacının evinden çıkıp gittiğinde, bir daha haber alınamadı, ne ölüsüne rastlandı, ne dirisi çıkıp geldi.
Anası, kızını koyun otlatıp, ders çalıştığı, resim çizdiği meralara götürdü… Bütün geçmiş, hatırlanmak için sıraya girmişti. Çiçekler yoktu, dereler kurumuş, gökyüzünün maviliği gri bulutların kuşatmasındaydı… Yeşil bir ot, dikili bir ağaç kalmamıştı. Böcekler, kuşlar sesini yitirmişti…
Koyunlara ıslık çaldığı yüksekçe taşın üstüne çıktı, delikanlı sanki karşısındaydı da utangaç bir muziplikle kendine kur yapıyordu.
“Beni bu halimle de sever misin?”
Seni seviyorum dedi delikanlı, sarıldı sıkı sıkıya, hiç sarılmadığı kadar… Yıkma kendini dedi, kaldır başını, istedikleri de bu…
Avazı çıktığı kadar delikanlının adını bağırdı…
Gelme buralara… Kaç, kaç, kaç… Ada’ya ölüm geldi…
Kızının dağları delen feryadına ana yüreği dayanamazdı, dizinde derman kalmadı, olduğu yere çöktü, kaldı. Kızına gerçeği söylememeliydi.
Ölüler konuşmazdı, duymazdı.
O kayıptı…
Dönüş yolunda bastıran sağanak yağmurda ana-kız sırılsıklam ıslanmışlar, saçlarından yüzlerine doğru akan sanki yağmur damlaları değil, ada’nın gözyaşlarıydı.
Ada kendi acısını unutmuş, kayıp çocuklarına ağlıyordu…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.