“Kızım, abin mi geldi, kapıya bakıver”…Ana, kızına günde kaç kez verirdi bu buyruğu, kuşluk vakti mi, ikindiüstü mü, gece yarısı mı, sabaha karşı namaza kalktığında mı? Kaç kez… Her duyulan ses, her kapı tıkırdayışı ananın sağ salim gelmesini beklediği oğlunun ayak sesiydi… Yıllar sürmüştü ananın oğlunu bu bekleyişi. Yazıyla kışıyla, baharıyla güzüyle kaç yıl beklemişti oğlunun gelmesini… Geçen yıllar evin avluya bakan pencerenin ahşap pervazlarını eskitmişti de, ananın ne gözlerini yormuş, ne de bekleyiş umudunu örselemişti. Kızı, ses çıkarmadan, anasına itiraz etmeden, abisinin gelmeyeceğini, gelemeyeceğini bile bile kapıyı açar, kapar. “ Yok ana der, abim değilmiş”… Anasının, evin avluya bakan penceresine çevrili gözlerine bakmaktan kaçınarak gider bir köşeye otururdu.
“Kızım, abin acıkmıştır, kuru fasulyeyi ocağa koy, şimdi gelir”… Sonra, oğlunun gelmeyeceği aklına gelir, çaresiz şaşkın şaşkın gözlerini tavana diker, bir süre hareketsiz öylece kalıverirdi.
Ana, mutat zamanlarında için için ağlardı, ne var ki it uğursuzların oğluna ilişkin “ vah komşum vah, vah… Vah ki ne vah, bu gün asacaklarmış diyorlar, doğru mu, vah komşum vah, vah yiğidim vah” yollu, kurdun yediği kuzuya ağlaması türünden el ovuşturmalarına dayanamaz, işte o zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlardı. Yok canım, haksızlık etmeyelim, bunlar bir avuçtu, komşuların büyük çoğunluğu dedikoduların köyde yayılmaya başlamasıyla gerçekten üzülenler, üzüntülerini dile getirenlerdi. Bir defasında kızı dayanamamış “abim atlının atını ürküttü,, itlinin itini ürküttü, sizin de karılarınızı, kızlarınızı mı şey etti, defolun şuradan sıracalılar” diye hiddetlenir, “Allah’ım, Yüce yaradanım, bunların çoluğunu çocuğunu kurda kuşa yem et, anam gibi gözleri pencerede asılı kalsın, evlat acısıyla yanıp tutuşsunlar” diye hiddetlendiği öfke patlamasına anası “kızım derdi, konu komşu üzülüyor, hem çocuklarının ne günahı var, niye öyle dedin” serzenişine “sen öyle bil ana, abimi assalar ellerine kına yakacak bu oruspular” diye anasına terslenirdi. Sonra da bir köşeye çekilip anasından gizlercesine sessiz sessiz ağlardı.
Birileri ananın acısını taze tutmak için bok varmış gibi zamanlı zamansız köye gelirler, muhtara odasını açtırırlar, muhtarın önüne sekiz sütuna manşet “asılacaklar” yazılı bir tomar gazete koyarlardı. Muhtarın ertesi gün bu haberi köylüye, köylünün de anaya ulaştıracağını bilirlerdi. Uzadıkça uzardı zaman, ananın oğlunun “ ha asıldı, ha asılacak” haberleri radyolardan, televizyonlardan, gazetelerden eksik olmazdı. Çöreklenir kalırdı acı ananın göğsünde.
Oğlunu görmeden geçirdiği uzun yılların umutsuz, çaresiz kör bekleyişinde hepten yalnız değildi ana. Penceresinden evin avlusunu, köyün karşı dağlarını, tepelerini izlerken dalıp gittiğinde hayali bile cihana değer oğlu kapıdan mı girerdi, bacadan mı düşerdi bilinmezdi ama hemencecik anasının yanı başına çörekleniverirdi. Hapisteki oğlunun hayalini gördüğünün farkına bile varmazdı ana. “Allah’ım, şükürler olsun oğlu yanı başındaydı ya”… Ana oğul sarılırlar birbirine, oğlunun kirpi dikeni gibi saçlarını okşar, öperdi. Oğlunu kucaklayıp, sarıp sarmaladığı kısacık, şunun şurasında birkaç dakika süren anlara neler sığdırmazdı ki. Ana, özlemini çektiği bu anların hayalden ibaret olduğunu, oğlunu kucaklamak için ikinci bir hamle yaptığında, “ kara göbelinin” bedenine uzanan kollarının yana düşmesinden anlardı.
Küçüklüğünde yaramazdı oğlu. Köy kızları kadınları evlerinin ihtiyacı suyu köy çeşmesinden helkelerle taşırlardı. Köyün bir mahallesinin yolu kapılarının önünden geçerdi. Yola çıkar kadın kız fark etmeksizin “ kızını bana verecek misin” diye diklenir, yakalanırsa yüzüne yiyeceği tokattan da korkarak, ürkek ürkek “ kızını bana verecek misin” diye şımarır, kadınların yüzlerini öte dönüp ses çıkarmaması ya da “seni gidi gâvurun çocuğu seni” diye paylamalarına anında avucunda sakladığı toprağı kadınların helkesine atarak cevap verir, kaçardı. Kirlenen suyu döken kadınlar yeniden su doldurmak için çeşmede sıraya girerlerdi. Kimileri de bu nakaratı ezberlemişlerdi, yolda görür görmez “ kurban olurum, benim helkeme toprak atma, kızımı sana vereceğim” der, öyle kurtulurlardı.
Kimileri de oğlunu şikâyet için anaya gelirler, anaya “ terbiye et şu veledini “ diye çıkıştıklarında ana, oğlunun veletliğinin ne olduğunu ezberlediğinden “ komşum kusura bakma n’olur, el kadar çocuk der” durumu idare ederdi.
Bu durumlarda kızardı oğluna…”Gâvurun piçi, senin elin ayağın dek durmaz mı hiç”. Bu anımsama ananın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme bırakırdı.
Köy yerlerinde ağaların elinin köteği miras olarak geçer çocuklarına, torunlarına… Ağalar herkese sözünü geçirir, karşı geleni döver, yaralar, hatta öldürür ya, oğulları da torunları da kendilerine devredilen bu mirası eksiksiz kullanırlar, ardı arkası olmayan fakir fukara çocuklarını döverlerdi. Oğlunun yaşı küçüktü küçük olmasına ama ağaların çocuklarından, torunlarından dayak yemesi, kafasının gözünün patlaması pahasına kavgaya dalıverirdi. Kafası mı yarıldı, kaşı mı patladı, olsun, geçerdi, nasıl olsa kazanda yağlı kara eksik olmazdı, yaraya bir parmak yağlı kara sürüverdin mi, yarına hiçbir şeycikler kalmazdı.
Ananın aklına, oğlunun güvercin tutkusuna karşı çileden çıkışı gelirdi. Evin içlerine kadar davetsiz misafirler gibi üşüşen güvercinler her yeri pislik içinde bırakırlardı. Tam oğlunun ensesinden yapışmaya ramak kala, oğlu ananın elinden kaçar kurtulurdu. Vazgeçmezdi bir türlü güvercin sevdasından. Hele paçalı güvercinlerin komşu köylere kadar gidip arkasından bir yığın güvercin sürüsüyle dönmeleri… Akşam avlu kapısına dikilen komşu köylülerin şikâyetlerinden bi-zar olmuştu da kar etmemişti oğluna çıkışmaları, bağırıp çağırmaları… “ İnattı anam bu gâvurun çocuğu, ne yapsan kar etmiyordu”.
İlkokula başlamıştı oğlu… Mektepten sonra da Kuran mektebine gidiyordu. Dinimizi öğrenmeliydi, ölümüze dirimize bir fatiha okusundu. Oğlu, iki dizini büküp oturmayı sevmezdi. Kuran hocası da iki de bir ikaz eder, kulaklarını çeker, baktı kar etmiyor, kızar küplere biner, üstüne yürür, o da bunu fırsat bilir kaçardı kuran mektebinden. Ama gâvur mektebindeki öğretmeleri babasına “ bu çocuğu okut, çok iyi okuyor” derler, ana bundan ayrı bir kıvanç duyardı. Ne de olsa onun oğlu değil miydi?
Oğlu büyümüştü. Pek başarılıydı. Okuyup doktor olacaktı. Köylüler, konu komşu da oğlunu geleceğin doktoru olarak görüyorlardı.
Lise son sınıfta hem yatılı okuduğu pansiyondan hem de okuldan atıldığında ana hemen sebebini anlayıvermişti. Oğlunun çalışkanlığı, okulunun birincisi olması birilerinin gözüne batmış, nazar değmişti oğluna… Sultan karı bir okusa, bir kurşun dökse ne nazar kalırdı, ne büyü… Muhterem insandı Sultan karı…
Oğlu, doktor mektebini kazanmıştı ya, Allaha bin şükür… Gerisi gelirdi.
Gerisi gelmemişti. Yok canım bu göbel adam olmazdı. Yine ne yapmıştı da kendini, dayılarını habire karakola çekiyorlardı. Söyle demişlerdi oğlunun yerini… Yoksa şuracıkta seni ayağımızın altına alacağız. Sorgucuların yüzlerine bakıp gülmüştü… Gidin kardeşim demişti, ben onun anasıyım, nerede olduğunu bilmiyorum, bilsem bile söylemem. Yerini size söyleyeyim de hapislere tıkın, işkencede öldürün oğlumu, öyle mi?
Oğlu kaçakken, gecenin bir vakti bir su içimi kadar anasını ziyaret eder, çeker giderdi.
Oğlunun ilk kaçaklık zamanında pencereden karşı dağları seyrederken sabahlardı. Bir sürü şeyler söylenirdi oğlu hakkında… Yok, anarşistmiş, yok bilmem neciymiş… Yakalanırsa asarlarmış, ya da vurarak öldürürlermiş. Tedirginliğinin gamını karşı dağlar alırdı. Böylesi anlarında karşı dağlarla bütünleşir, dağın taşıyla, toprağıyla, ağacı, böceği ile konuşmaya başlardı. Anası değil miydi, oğlunu tanırdı. Oğlu, şu karşıki dağlarda saklanıyordu. O dağlara ne jandarma erişirdi ne polis ulaşırdı. Dağın gümrah ormanı oğlunu kem gözlerden hem korur, hem saklardı. Oğlu akranlarıyla oyun oynarken gizlendiği yeri köyün bir alay çocuğu bulamazdı. Saklanmasını iyi bilirdi oğlu. Hem dağ dediğin kovuklarında kaçak barındırmıyorsa ne mene bir dağdı ki…
Gönlüne bir ferahlık gelir, pencereden evin içine giren serin esintiler oğlunu yanı başına kadar getirir, bırakırdı… Ana… Kucaklayıverirdi anasını… Sarılırdı oğluna anası, kokusunu derin derin içine çekerdi. Kaçıncı kez yaşadığı böylesi anlarda heyecanla sevincini kızıyla paylaşmak ister, pencereden kalkar evi şöyle bir kolaçan eder, kızına “ abin dağlarda saklanıyor” diyecek olur, yutkunur, bir şeycikler söylemezdi. Köyü Jandarmalar sarmıştı, yakalayacaklardı oğlunu, rüzgâr esintileri kanatlarına alıp götürmüştü oğlunu. Kurtulmuştu ya oğlu… Hüznü ve sevinci aynı anda yaşardı ana. Olsun, bir gece yarısı yine gelirdi anasını görmeye….
Dağlar ve rüzgârlar oğlunu korumak için gece gündüz uyumazlar, aş ekmek yemez, su içmezler, oğlunu gözlerinden sakınırlardı. Oğlu saklandığı dağdan gece yarısı kimsecikler görmeden pencere önünde bitiverirdi anasını yalnız bırakmazdı ama devletin de eli uzundu. Ananın korktuğu başına gelmişti işte… Yakalamışlardı oğlunu, dünyanın zulmünü yapmışlardı. O zaman hapisten çıkmıştı yavrusu… Ya şimdi… Şimdi de çıkabilecek miydi hapisten… Asacaklar diyorlar. Devletin gazeteleri, radyoları, televizyonları söylüyor…
Bu kez oğlunun hapisten kaçıp geldiğini hayal ederdi. Oğlunu yine pencereden giren serin esintiler anasına getirmişti… Getireceklerdi tabi… Esintilerine oğlunu yükleyip getirmeyen rüzgâra da rüzgâr mı denirdi. Kaç kez getirmişti, şimdi de getirirdi. Özlemi gözünde tüten oğlunu sımsıkı kucaklayıp bağrına basardı.
Yanındaki oğlunun hayaliydi. Önce oğlunun gülüşleri gider, sonra hayali kaybolurdu. Kolları boşlukta kalıverirdi.
“Kızım, abin mi geldi, kapıya bakıver”.