O, mega kentin gökyüzünü delen devasa gökdelenlerini, çarşılarını, görkemli alış veriş merkezlerini, sinemalarını, tiyatrolarını ezbere bilirdi de, mega kent ne onun varlığından ne de yaşadığı kulübemsi gecekondusundan haberdardı. Her bir köşesi bir merkez olan bu koca kentin köşesinde bucağında basmadık yer bırakmayan bu kocakurt yıllar vardı ki bir kez bile gecekondusundan o ezbere bildiği meydanlara ayak basmamıştı. Şehre küskünlüğünün, kırgınlığının sırrı yalnızca kendisindeydi. Bir zamanlar hayat bulduğu o meşhur meydanın adını bile anmak istemezdi.
Yerleşim merkezinden uzakta, kayalık bir tepenin eteğine kurduğu gecekondusunun küçücük bahçesinde adını sanını yalnızca kendisinin bildiği çiçekler yetiştirir, yüzlerce çiçeğe kendi bulduğu isimler verir, birbiriyle renk uyumu taşıyanları aynı geometrik biçim içinde ahşap tarhlara ayırır, toprağını çapalar, suyunu verir, boy atan çiçeklerin kokusu koca mahalleyi mest ederdi. Gecekondusu onun gülistanıydı. Görenleri hayran bırakan bahçesine gıpta ile bakan komşularının övgüsüne “el ele verirsek bütün dünya bir gülistan” olur serzenişine komşuları bir anlam veremezlerdi.
Söylendiğine göre madende işçiymiş eskiden. Kimi kimsesi var mıydı, mesela oğlu kızı filan, kimse bilmezdi, kendisi de tek bir laf etmezdi bu konuda. El işi hediyelik eşya yapar, şehirde bu işin ticaretini yapanlar ayda bir gelirler kolye, küpe, küçük heykel gibi hediyelikleri alır götürürler, satarlar, kendisine de parasını bırakıp giderlerdi. Asıl mahareti yün örgüler örmekti, mutfak masa örtüleri, yastık kılıfı oyaları, yün kazaklar, çoraplar… O parmağında on marifet. Örgülerini dışarı vermezdi, bunlar mahalle içinde tüketilirdi. Serin bahar akşamlarında ve sıcak yaz gecelerinde geç vakte kadar flütünü üfler, köy bozması kasabanın kadınları erkekleri çiçeklerin kokusuna karışmış flüt sesiyle kendilerinden geçerlerdi. Konu komşuyla öyle haşır neşir olmayı da sevmezdi. Kimilerine göre bir kibir abidesiydi, kimilerine göre bir beyefendi… Kendisi için söylenenler kendi kulağına da çalınırdı. Kendisi de bir kibir abidesi mi, yoksa bir beyefendi mi olduğuna karar veremezdi, güler geçerdi sadece…
Yıllardır bu evde yaşamıştı. Kasabanın yaşlıları ta gençliğinden tanırlardı onu, şen şakraktı o zamanlar, yine şimdiki gibi misafirperverdi, kadınlı erkekli geleni gideni eksik olmazdı, bazı geceler tan ağarıncaya kadar ışıkları hiç sönmezdi. Sendikacıymış, işçileri işverene karşı kışkırtmış da işten atılmıştı. Solcuymuş, polis evini basıp gözaltına almış, bir süre ortalıkta görünmemiş, kasabanın akıl daneleri cezaevine girdi demişler ama kimse ne olduğunu bilmiyormuş. Bir yıl sonra tekrar mahallede görünmeye başlamış, işi gücü de bırakıp geceleri sadece evine yatmaya gelirmiş. O şen şakrak adam gitmiş, yerine içine kapanık, kimsenin içine karışmayan birisi olup çıkmıştı.
Kasaba halkıyla uzatan selamlaşır, geçer gidermiş. Evine vakitli vakitsiz giren çıkanlar çoğalmış, gelenlerin çoğu kasabalıların tanımadığı yabancılarmış. Bu hal kasaba halkının dikkatini çekermiş ama olsundu canım, kötülük gelecek adam değilmiş, onun da ona göre eşi dostu, geleni gideni olacakmış.
Amma adam hakkında nasıl da yanılmışlar, yanılmayan bir Allah’tır, kul da yanılır. O güz gecesi bütün mahalle polislerle sarılmış, bütün mahalleyi evlerine sokmuşlar, megafonla üst üste teslim ol çağrıları yapmışlar, sonrasının nasıl olduğunu görmemişler. Birkaç gün sonra gazeteler onu yazmaya başlamış. Evi bir örgütün hücre eviymiş… Nereden bilinebilirmiş ki böyle melek gibi bir adamın solcu olacağını. Grevleri bu kışkırtmış, memleketin temeline dinamit koymuş, protestolar da boy göstermiş, okulların fabrikaların işgal edilmesinin baş sorumlusu buymuş… Vay, vay, vay.. .
Sonra uzun yıllar hiç ortalıkta görünmemiş. Evi de bahçesi de harabeye dönmüş, kapılar kırılmış, pencereler sökülmüş, evde dilenciler, sokakta yaşayanlar barınmaya başlamış. Şimdinin mis gibi kokan bahçesi bir çöplükten farksızmış… Yıllar sonra çıkıp geldiğinde o harabeyi cennete çevirmiş ama o şen şakrak adam gitmiş, şimdiki gibi içimize bile karışmayan birisi olup çıkmış.
Kasabanın yaşlıları kahve dedikodularında yeni yetmelere bunları anlatıyordu. Söylenenlere bıyık altından gülen gençlere yan yan bakıp “lahavle” çekiyorlardı… Gençten birisi “ İyi de Hacı amca dedi, şimdi kasaba halkı çocuklarına bu adamın efendiliğini, insanlığını örnek gösteriyor, siz adamın gölgesinde kaldınız, bu gidişle bir karış büyüyeceğiniz de yok”” dedi. Uzun süren sessizliği tanımadıkları bir yabancı bozdu:
“ Filancayı arıyorum, evi buralardaymış, rica etsem bana gösterebilir misiniz”?
Hacı amcaya cevap veren genç adam kuşkulanmıştı bu yabancıdan… “ Beyefendi dedi, sizinkiler iki de bir gelip adamı soruyorlar, yok ne iş yaparmış, yok kimlerle irtibatlıymış, kasaba dışından kimler gelip gidiyormuş, falan filan… Oturun adamın ne iş yaptığını ben anlatayım size”… Yabancı genç adamın ne dediğini anlamıştı, güldü. Göz ucuyla genç adamın dışarı çıkması için işaret etti. Yabancı genç adama “ “Delikanlı dedi, iki de bir kasabanıza gelenlerin kim olduğunu tahmin ediyorum dedi, ben eski bir arkadaşıyım, polis değilim”…
“Tabi ya dedi genç adam yabancıya, arkadaşı olduğun alnında yazıyor, nasıl da görmedim”, bastı kahkahayı.
Rica etsem dedi, bana evini gösterme, uzaktan geldim. “Kuştepeli” dersen beni tanır… Genç adam arkasına baka baka gitti. Geleni uzaktan tanımıştı, dış kapıda karşıladı… Heyecanla “ Kuştepeli” dedi “ buraya getirmek istemedim”. Genç adam bir koşu yabancıyı aldı geldi, iki eski arkadaş kucaklaştılar, sarıldılar birbirlerine… Eskiyi yâdettiler, grevleri, boykotları, işgalleri, uzun süre göremedikleri arkadaşlarını konuştular… Ölenleri duymuşlardı, birçoğunun nerede yaşadıklarından habersizdiler. Kendini sorduğunda genç adamın tepkisini anlattı “ suratıma iki yumruk indirecek diye korktum” dedi. Bahçeyi gezdirdi yabancıya, küçük bir çocuğun saçları gibi okşadığı çiçeklerine verdiği isimleri söyledi, ördüğü örgüleri, yaptığı heykelcikleri gösterdi, yabancı yün örmelere bayıldı. Bu yeteneğini bilmiyordum, nerede öğrendin dedi. Malatya cezaevinde adli mahkûmlardan öğrenmişti “ meğer onlardan öğreneceğimiz daha ne çok şey varmış” dedi. Bu kasabada nasıl yaşıyordu, ne işle uğraşıyor, ne ile meşgul oluyordu. Yazılarından haberdardı, okuduğunu söyledi. “Daha dikkatli olmalısın dedi”. Yarasını biliyordu. “Şehire hala dangın mısın, şehre iniyor musun” dedi. Başını önüne eğip sustuğunu gördü, hatırlattığına pişman olmuştu, ne çare ağızdan çıkan laf tekrar ağıza girmiyordu. Çerçeveli sararmış bir genç kız fotoğrafı gösterdi, “ tanımıyordun değil mi” dedi, ölünceye kadar değil meydanın o sokağına adım atmak, adını bile duymak istemiyorum” dedi.
“Yaranı deşmek istemiyorum dedi yabancı, kaç yaşındaydı”
“Yirmi üç” dedi.
Yabancının ziyaret sebebini nezaket gereği sormadı, aslında beklemişti yabancı ziyaretinin sebebini ama oralı olmadı. Yabancı geliş sebebini kendisi söyledi… İçlerinde farklı partilerden siyasetçilerin de de olduğu iş adamlarından arkadaşları bir ünlü bir oteldi yemekli toplantı düzenlemişler, onlara kendisinden söz etmiş, kendisini tanımak, tanışmak istiyorlarmış. Hem söz de almış, şirketin birinde üst düzey görev vereceklermiş. Bundan sonraki hayatını rahatlık içesinde geçirmesi gerekirmiş.
“Gerçi dedi, şimdi grev örgütleyecek sendika da bırakmadılar ya, şayet bu şirketin işçileri greve giderlerse, grevi kırma görevi de bana mı düşecek” dedi. Bunların sağmadıkları ineğin önüne ot attıkları ne zaman görülmüş de bana şirketlerinde görev vereceklermiş.
Hık mık etmeye başlamıştı yabancı.
“Sana kolaylıklar dilerim dedi, o yemekte yenilenler ekmeğe muhtaç edilen insanların alın terleri, porsiyonlarındaki yemekler de insan etleri.” Bir çıkına sarılı yarım ekmeğini gösterdi, bana yetiyor istersen paylaşırız, sana da yeter” dedi. Yere bakıyordu yabancı.
“Aç kaldım, açıkta kaldım, çöplükte yaşadım ama hiç bok yemedim” dedi.