Karşı devrim, sistemin yeniden organizasyonu sağlarken, devrimci güçlere karşı salt “gerici zor”un maddi ve manevi unsurlarını sürekli ve aralıksız uygulayarak, pasifikasyonun toplumsal tabanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda toplumun kültürel, siyasal ve psikolojik-moral değerlerinin de yeniden üretilmesini ve sisteme entegrasyonunun sağlanmasını, sistemin geleceği açısından zorunlu görür. Hele ki, sınıf çatışmasının toplumsal çatışmaya dönüşmesinin karşı devrimin yengisiyle sonuçlanması durumunda, ilerici toplumsal değerlerin yerine, sistemle bütünleşmiş değerlerin yeniden üretilip biçimlendirilmesi karşı devrim açısından daha bir kaçınılmazlık oluşturur. Bu yeniden üretimin çapı ve süresi karşı devrimin dünya ve ülke devrimci hareketlerinden edindiği deney ve tecrübenin, ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelerin, devrimci sınıfın örgütlülük durumunun düzeyine ve burjuvazinin olanakları ve öngörüsüne bağlı olarak değişecektir. Yani sınıf mücadelesinin uluslar arası ve ulusal düzeydeki gücü, karşı devrimin atak ve başarısının belirleyicisi olacaktır.
Kapitalizmin tarihinde güçler dengesinin sınıf mücadelesinin seyrine göre her zaman değiştiği, belirli dönemlerde burjuvazinin lehine işleyen sürecin belirli zamanlarda işçi sınıfının lehine işlediği bilinen durumdur. “Sınıf mücadelesinin seyri” kaba bir tanımlamayla geçiştirilemez ve burjuvazinin sınıf mücadelesinin içini boşaltmakla görevlendirdiği “taşeron devrimcilere” karşı uyanık olmak, kitle pasifikasyon araçlarını etkisizleştirmek, kitleleri burjuvazinin yedeği haline getirmemek için her adım ve aşamada bu unsurların sınıf düşmanı yüzünü açığa çıkarılmak, sınıf parti ve örgütünün ertelenemez görevidir. Sınıf örgütünün bu uyanıklığa ulaşmasının tek ve tartışılmaz görevi ideolojik ve teorik yetkinliğini geliştirmektir. Ancak tavizsiz ve “sulandırılmamış” bir ideolojik yetkinlik ve pratik bir deney ve tecrübe böylesi yaşamsal görevin yerine getirilmesinde biricik mücadele aracıdır.
Sınıf partisinin, mücadelenin içinde bulunduğu durumu kavrayamaması, bu durumdan yararlanmak için pratik çözümler üretip önerememesi, gelişen duruma göre pratik tavır takınamaması, işçi sınıfının mücadele tarihinde sıklıkla yaşanan olumsuz deneylerdir. Kimi zaman, politik iktidara talip olabilecek güçte iken, korkak ve pısırık bir tavırla işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmış, kimi zaman da- özellikle yenilgi sonrası dönemlerde- sıkışıp kaldığı alandan çıkmak için, bağımsız siyasal çizgisini ve örgütsel yapısını koruyarak burjuvazinin mevzilerini kullanmakta, bu alanları birer çalışma, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda alanı olarak inisiyatifi altına almakta çekince göstermiştir. Ülkemizde bu durumun en açık ve görünür şekliyle 12 Eylülde yaşandığı sınıf mücadelesi tarihimizin inkâr edilemez gerçeğidir. Amacımız kişileri suçlamak değildir elbette. Ancak 12 Eylül öncesi işçi sınıfı içinde örgütlü olan sınıf partisinin 12 Eylül faşizmi karşısında işçi sınıfını acz içinde bırakması da kabullenilemez. Sorunumuz elbette kişilerle değil ama sınıf parti ve örgütüne de yön gösteren, hedef belirleyenlerin parti ve örgüt önderleri olduğu görmezlikten gelinemez. Partinin iktidara talip olabilecek karar ve irade sahibi nitelikte örgütlere sahip olmaması, kitlelere hedef gösterip hareket kabiliyeti sağlayabilecek, önderlik edebilecek nitelikte kadrolardan yoksun oluşu, var olan önder ve kadroların ideolojik ve teorik zafiyetleri, sınıf partinin bağımsız ideolojik, siyasal ve örgütsel yapısını korumaktan aczi, kitleleri burjuvazinin şu veya bu siyasal gücünün peşine takmıştır. 12 Eylül faşizmi karşısında niceliksel olarak devasa güçlere sahip parti ve örgütlerin niteliği bir yana bırakmaları, rehavete kapılmaları 12 Eylül faşizmine kolay zafer kazanma fırsatı vermiştir. Burjuvaziye verilen bu kolay fırsatın bedeli, otuz yıldır işçi sınıfı mücadelesinin belini doğrultamamak olmuştur. Sınıf partisinin temel dayanağı “sınıf sendikaları”, demokratik kitle örgütleri dağıtılmış, yarattığı ekonomik, politik, siyasal, kültürel boşluğu kendi siyasal örgütleriyle doldurmuştur. Elbette iş bununla kalmamıştır. Bütün toplumsal yaşam alanları burjuva ideologların öngörü ve tespitleriyle yeniden örgütlenmiştir. Burada hemen bir parantez açıp, sözünü ettiğimiz burjuvazinin kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine denk gelen ve tarihsel süreç içinde homojen sınıfsal özelliği olan, bu sınıfsal özelliğe denk düşen uygun değerler bütününe sahip bir burjuva sınıfı bizim tarihimizde hiçbir zaman oluşmamıştır. Ekonomik alanda kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerinin artığı toprak ağalarıyla, kompradorlarla işbirliğine giden ve kapitalizmin çarpık da olsa gelişme aşamalarında bu kapitalizm öncesi sınıfları tasfiye eden, ancak kendisi bir türlü klasik burjuva değer yargılarına sahip olamayan, siyasal-politik arenada asla liberal olamamış-ki kapitalizmi emperyalizmin güdümünde gelişmiş ülkelerde bu özellikteki burjuvaziye hiç rastlanmamıştır- sömürge tipi faşizm iktidar unsuru olarak bugüne değin varlığını sürdüre gelmiştir. 12 Eylül ile birlikte tekelci kapitalizm adına iktidara el koyan faşist cuntanın sözünü ettiğimiz kapitalizm öncesi sınıf artıklarıyla, cemaatlerle, tarikatlarla yakın işbirliği gözden kaçmayacaktır. Cunta bir yandan “Atatürkçülük” nutku çekerken diğer yandan halkın 12 Eylül faşizmine desteğini sağlamak için dinsel verileri referans olarak kullanması, cunta anayasasının oylanmasında cemaat ve tarikatlarla-özellikle başta Fetullah Gülen ve diğer cemaatlerin doğrudan desteğini almak için bunlarla pazarlık yapıldığı artık sır değildir- işbirliği yapması emperyalizmin ve işbirlikçi yerli tekelci burjuvazinin toplumsal destek arama gayretidir. Oysa klasik kapitalist burjuvazi kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve onların toplumsal değer yargılarını, dinsel ögeleri, feodal kalıntıları süpürmek için yıllarca savaşmıştır. Klasik kapitalist burjuvazi kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde liberal olabilmiştir. Dönemin maddi koşuşlar içinde liberal olmak burjuva ilericiliğidir de. Bizdeki ithal liberaller ise, liberalizmin miyadını doldurduğu iki yüz yıl sonra liberal olmaya kafalarına takmışlardır. Üstelik liberal olmanın içini dolduracak çaptan yoksun ve “düşünce üretimi”ni devrimcilere küfür olarak algılayan zeka ve birikim yoksunu bu kesimin devrimci sınıf hareket içindeki uzantıları ise çok daha yıkıcı sonuçların failleridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz sınıf hareketinin ideolojik ve örgütsel zafiyeti, küçük burjuva unsurların, sınıf parti ve örgütlerinde etkin konuma gelmesine zemin hazırlamıştır. Sınıf mücadelesinin yükseliş döneminde bu tür zafiyetlerin sonuçları yıkıcı etkisini göstermeye fırsat bulamamış, ancak yenilgi sonrasında sınıf hareketini adeta arkadan hançerlemiştir. Bir yandan burjuvazi karşı ataklarla toplumsal yaşamı yeniden örgütlemenin yasal ve toplumsal temelini oluştururken, diğer yandan sınıf mücadelesinin kavramlarının da içeriğini boşaltma görevini sözüm ona “sol”culara havale etmiş, hangi çağın liberali oldukları şaşkınlıkla izlenen “ liberal” kesim ise entelektüel cephede sosyalizme olan kinini kusmak için mevzilenmiştir. Pandoranın kutusu açılmıştır ve bu pis kokuların laboratuar üreticisi küresel emperyalist kapitalizm ise, mikrobun taşıyıcı sinekleri de yukarıda adını ettiğimiz sözüm ona “sol” ve kendilerini liberal olarak adlandırmayı seven karşı devrim silahşorlarıdır. Yazık ki, “sol” adına “sol”da boru öttüren, her nasılsa devrimci hareket içinde yer alma marifetini göstermiş bu “şehir kurnazları” kesimidir ve efendilerine hizmetleri her türlü takdirin üstündedir. Yeni dönemin reorganizasyonunda, Burjuvazi, Özal dönemiyle başlayan ve devam eden süreçte, sınıf mücadelesinin kıpırdanışını bile cezai yaptırıma bağlayan Türk ceza kanununun 141,142 gibi maddelerini ve buna karşılık irticai hareketi –ki zaten fiili alanda bu maddenin işlerliği kalmamıştı- cezalandıran 163. maddeyi kaldırırken ne kadar “demokrat” olduğunu gösterme fırsatı bulmuş ve bir yığın “aklıevvel” solcuyu da peşine takabilmiştir. Oysa 141–142 maddelerinin yerine Türk Ceza kanununda bunu karşılayacak daha birçok madde vardır ama 163 maddeyi karşılayacak başkaca bir madde yoktur. Ancak zaten “velinimetlerinden” işaret bekleyen besleme tayfasına zaten gün doğmuştur ve durumdan vazife çıkarmakta üstlerine de yoktur. Özal dönemiyle başlayan “yıkama yağlama” daki yeteneklerini her türlü ar ve hayâ duygusunu bir kenara iterek devam eden dönemlerde de layıkıyla yerine getirmeye devam edeceklerdir. “Yüksel ki yerin bu yer değildir”… Buna inanmışlardır ve velinimetlerini bile şaşkınlığa uğratacak bir gayretkeşlik içinde çoğu kez sinsice, zaman zaman düzeyleri küfür kültürünün üstüne çıkmayan acınası ancak gözü dönmüş bir saldırganlıkla ve tuvalet ayaklarından temin ettikleri silahlarıyla sosyalizme ve sosyalistler üzerine bok sıçratmayı felsefi, kültürel siyasal ve toplumsal görev edinmişlerdir. Bu nedenle bu yazının önceki bölümlerinde sözünü ettiğimiz, aslında geçmişi daha önceki yıllara dayanan, sosyalizm çağında, etnikçilik ve dincilik gibi gericilik unsuru, çağdışı düşünce ve davranışların “demokratlık” merkezine oturtularak, bu tür unsurların örgütlenmelerini de demokratik hak olarak gören ve savunan bu sapkın anlayışın, referandum seçimlerinde ikinci 12 Eylül anayasasına “yetmez ama evetleri” bu bağlamda değerlendirildiğinde bu unsurların yüzlerindeki maske düşmekte ve maksat açıkça sırıtmaktadır. Belki de ikinci 12 Eylül anayasasına “evet”leri, takkeyi düşürüp keli ortaya çıkarmıştır. Gelecek sayımızda “parti kavramını” tartışmaya çalışacağız.
Sorunun ortaya atılması ve tartışılması sosyalizmin tarihiyle başlamıştır ve aralıksız devam etmektedir. Görünürde her ne kadar “ketli partisi mi, kitlesel parti mi? tartışması salt “terminolojik” bir farklılık gibi görünse de, aslında tartışma Marksizm ile Marksizm dışı, küçük burjuva, liberal ya da radikal akımların çatışmasıdır. Bir başka deyişle bu çatışma Marksizmle revizyonizm arasındaki ilk çatışmadır ve Marksizmin revizyonizme karşı zaferidir.
Sosyalizmin örgüt sorunlarının tartışmaya açıldığı bu ilk evrede tartışmanın taraftarları Marks-Engels ile Alman sosyalistlerinden Lassalle’ıdır. Lassalle’ın, sosyalizmi mevcut devlet yapısı içinde “değişiklikler-reformlar” yaparak ve mevcut devletin eliyle gerçekleştirilebileceğine ilişkin ideolojik sapkınlıklarının ötesinde, bu ideolojik sapkınlığın zorunlu sonucu olarak ileri sürdüğü “örgüt-parti” inşası “erken dönem” sosyalizm tartışmalarında, Marksizm’in, Marksizm dışı akımlarla ilk hesaplaşmasıdır. Sosyalizmin “erken döneminde” Marks-Engels ile Lassalle arasında, devam eden dönemin ileriki aşamalarında Lenin-Kautsky, Bernstein, Bolşevikler-Menşevikler arasında, Marksistlerle Marksizm dışı akımlar arasında sosyalizmin sorunlarına ilişkin kapsamlı tartışmanın bütünü ele almak bu yazının sınırlarını aşar. Biz, o gün başlayan ve sosyalizmin tarihi boyunca kesilmeyen, devam eden ve bu gün de “aciliyet” kazandığına inandığımız “örgüt-parti”inşası konusunu tartışmaya çalışacağız. Sorun, burjuvazinin iktidarına talip olan işçi sınıfının partisinin örgütlenmesine ilişkin izleyeceği yol, tutum ve davranışlarının ne olacağıdır, nereden başlanacağıdır. Sosyalizmi ve sınıfsız toplumu inşa misyonunu üstlenen işçi sınıfının örgütlenme tarzı ile mücadele tarzını, iktidarın hedeflerini ve buna bağlı olarak kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişte ortaya çıkacak olan karmaşık ve girift sorunların çözümüne ilişkin yaklaşımını da beraberinde getirecektir. Lassallalcılar Alman devletinin destek ve güdümünde aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenmeyi öngörüp ısrar ederlerken, sosyalizmin inşasını da Alman devletinin “destek ve yardımında” gerçekleştirme öngörüleri de tesadüfî olmayıp, sahip olunan “örgüt” anlayışının zorunlu sonucudur. Marks ve Engelsin revizyonizmin bu örgüt ve örgütlenme tarzına ve sosyalizmin inşası anlayışına Gotha ve Erfurt programının eleştirisinde verdiği yanıt oldukça açıktır. Revizyonizm, devletin himayesinde ve yardımıyla sosyalizmin inşasını ve buna uygun örgütlenme tarzını ileri sürerken Marks ve Engels sosyalizm mücadelesini yürütecek örgütlenmeyi “sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olarak tanımlayarak, işçi sınıfı partisinin yapılanmasına ilişkin ipuçlarını verecek, bu temel tanımlamayı pratikte Lenin yerine oturtacaktır. Sınıf partisinin örgütlenme tarzına ilişkin erken dönem sosyalizminin ideolojik ve örgütsel sorunlarına ilişkin Marks-Engels ile Marksizm dışı akımların arsındaki yaklaşım farkı sürecin her evresinde devam edecektir. Lenin Sovyet devriminin hazırlık aşamalarında ele aldığı örgütlenme sorununu yerine oturtacak, Revizyonizm ile Marksizmin örgütlenme konusundaki farklılığını da ortaya koymuş olacaktır. Bu sorun sadece tekil olarak örgütlenme sorunu olmayıp işçi sınıfının devlet ve devrim konusuna yaklaşımını da tanımlamış olacaktır. Leninin örgütlenme konusundaki ısrarlı ve ödün vermez tavrı doğruluğunu Sovyet devrimi pratiği ile de kanıtlamış olacaktır. Temel sorun şudur: Politik iktidara aday işçi sınıfı partisi aşağıdan yukarı bir kitle partisi olarak mı örgütlenecektir, yoksa yukarıdan aşağı bir çelik çekirdek etrafında esnek bir yapıya sahip ve farklı dönemlerin mücadele biçimine derhal adapte olabilen, manevra gücü ve kabiliyeti gelişmiş ve kitleselliği hedeflemiş bir tarzda mı örgütlenecektir. İşte modern sınıfların sınıf çatışmasının toplumsal yaşama damgasını vurduğu iki yüz yıldır tartışılan sorun budur. Revizyonistlere göre işçi sınıfı partisi yukarıdan aşağı doğru bir kitle partisi olarak örgütlenir. Nicel olarak üretim birimlerinde sendikalarda nicel çoğunluğa sahip olur, burjuva devlet mekanizmasının işlerliği içinde ve serbest seçimlerle çoğunluğu elde ederek iktidar olur. Revizyonizm, seçimle iktidar olan işçi sınıfının sınıfsız topluma geçişini de inkar etmez. Bunlara göre, burjuvazi işçi sınıfının seçimle geldiği iktidara son derece demokratik bir anlayış çerçevesinde tahammül etmek zorundadır. Burjuvazinin örgütlü güçlerinin kendi iktidarlarının ellerinden alınışına boyun eğeceğini varsayar. Dolayısıyla devlet de işçi sınıfının iktidarında varlık nedenini yitirir ve sınıfsız toplumun inşası gerçekleşir. Revizyonizmin ideologlarının bu tezleri, henüz yer kürenen herhangi bir bölgesinde sosyalist devrimin gerçekleşmediği, işçi sınıfının iktidarının henüz ufukta görünmediği, toplumun burjuva devlet mekanizmasının karşı devrimci zoruyla tanışmadığı dönemlerde “masum” bile sayılır. Sınıf mücadelesinin yüzeysel kırıntılarıyla yetinen bu kesimden, henüz toplumsal pratikte de yüzünü görme fırsatı bulamadıkları “devlet” ve “karşı devrimci zor” konusunda öngörüde bulunması da elbette beklenemezdi. Ancak, gerçekten karşı devrimci zorun devlet eliyle uygulanmasını öngöremedikleri için buraya kadar “ “masumane bile” sayılabilecek revizyonizmin bu görüşünün büyüsü gerek 1848 Paris ayaklanmasında, 1878 Komün direnişinde bozulmamışsa, artık “masumanelikten” söz edilmesi de mümkün olmayacaktır. Bilindiği gibi gerek 1848 Haziran ayaklanması gerekse komün direnişi, burjuva devlet mekanizmasının karşı devrimci zoruyla kanla bastırılmıştır. Revizyonizmin hala bu örgütlenme tarzında ısrar etmesi gerçekten işçi sınıfının iktidar mücadelesinde samimi olarak iktidara talip olmak isteyip istemediğinin de sorgulanmasını zorunlu kılmıştır. Leninin öngörüsü bu kesimin bu örgütlenme tarzında ısrar etmelerinin sosyalizmle bir entelektüel uğraş olarak ilgilenmelerinin ötesinde bir ilintisinin olmadığını göstermiştir. Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde burjuvazinin öyle yüksek perdeden eylediği “demokratlık” namelerinin arkasındaki riyakârlığı da ortaya çıkmıştır. Burjuvazi sahip olduğu iktidarını bırakmamak için gerekirse yerküreyi kana bulamaya hazırdır… Konuya devam edelim: Avrupa’da sınıf mücadelesinin birikimleri devasa kitlesel tabana sahip Komünist partilerini yaratmıştır. Fransız, İtalyan, Alman Komünist partileri, İngiliz İşçi Partisi/Fabianlar seçimlerde en oturmuş burjuva partileri kadar oy alan partilerdir. İkinci Paylaşım savaşında Avrupa’da Faşizmi yenilgiye uğratan bu partinin direnişçi kadrolarıdır. Faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla birbirleriyle boğuşmaktan bitap düşmüş kendi ülkeleri burjuvalarının karşılarında “iktidarı istiyoruz, iktidara talibiz” deme cesaretini gösteremeyen bu partilerin gerçekten sosyalizmi isteyip istemedikleri konusunda artık tereddüt bile edilemez. Yaptıkları şey iktidarı kendi ülke burjuvalarına teslim etmişler ve kitleleri bir süre daha oyalamışlardır. Onlar burjuva iktidara dokunmadan “sosyalistçilik, komünistçilik” oynamayı pek sevmişe benzerler ama işçi sınıfının bunca birikimi de burjuvaziye peşkeş çekilmiştir. Öyleyse burada Leninin öngörüsü bir kez daha doğrulanmaktadır: “Bunlar sınıf mücadelesi içine sokulmuş burjuva ajanlarıdır”… Bilindiği gibi ikinci paylaşım savaşı sonrası faşizmin yenilgisiyle revizyonizm, Marksizm’e olan kinini “Avrupa Komünizmi” ile kusacak ve Marksizm’le ilişkisinin kalmadığını ilan edecektir. “Avrupa Komünizmi” partileri, adında “Komünist” sözcüğü taşımanın ötesinde tipik burjuva partileri olarak varlıklarını bir süre daha devam ettirip, kitlesel potansiyeli erittikten sonra da ihtişamlarını yitirecekler ve tabela partileri olarak sistemin bekası ve gerekli olduklarında kullanılmak üzere bir köşede bekletileceklerdir. İkinci savaştan bu güne gelinen süreçte burjuva devlet mekanizmasının değil burjuvazinin iktidarının devrine kayıtsız kalacağı, 1990 yıllara kadar Avrupa’ya “demokrasi koklatırken” emperyalizme bağımlı ülkelerde nasıl kan içici bir canavara dönüştüğü yaşanan deneyimlerle görülmüştür. 1990 yıllarda reel sosyalizmin çöküşüyle artık canavar Avrupa’ya da dişini geçirmeye başlamıştır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu günkü öğrenci hareketine karşı Avrupa devletlerinin saldırgan tutumu, umarız Avrupa’dan demokrasi bekleyen yerli-yabancı “demokratları” bir kez daha düşünmek zorunda bırakır… Burjuva devlet mekanizmasının bütün dişlileri aynı anda harekete geçmekte, antiemperyalist, antikapitalist mücadelenin boy verdiği ülkelerde, bu ülkelerdeki çıkarlarını korumak için kanlı darbeler tezgâhlamakta, faşist diktatörlükleri iktidar yapmaktadır. Gerçekten, Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, kısaca dünyanın hiçbir bölgesinde, emperyalist-Kapitalistlerin darbeler tezgâhlayarak faşist iktidarları işbaşına getirmediği bağımlı ülke gösterilemez. Ülkemiz, yakın tarihinde bu darbelerden epeyce nasibini almıştır. Konuyu getirmek istediğimiz nokta şudur: özellikle 12 Eylül faşist darbesi sonrası Türkiye sosyalist hareketinin birikimi, yukarıdan aşağı ve kitle partisi tarzı örgütlenme ısrarıyla nereye götürülmek istenmektedir. Daha on yıl öncesinde bir sürü girişim ve aşamalar sonrası gelinen ÖDP sürecinin devrimcilerde yarattığı heyecana ne olmuştur ve ÖDP bugün nerededir, sınıf mücadelesinde etkinliği nedir?. İnanmak isteyen bir yığın gerekçe yaratabilir, ancak sosyalistlerin görevi gerekçelerin arkasına sığınmak değil, sosyalizmi inşa etmek, bunun gereklerini yerine getirmektir. Tarihsel süreç içinde doğrulanan ve ihtiyacımız olan parti, yukarıdan aşağı gevşek bağlarla örgütlenen adı her ne olursa olsun bir “kitle partisi”değil, yukarıdan aşağı doğru örgütlenmiş, esnek, mücadele gücü ve manevra kabiliyeti olan, işçi sınıfı ve emekçi kesim içinde “kitleselleşme” yeteneğine sahip Marksist bir partidir.