“Bir hikâyenin sonunu getiremeyeceksen ya hiç başlama, ya da seni taşa tutamlarından yakınma, sonucuna da katlan”
Onu, çamurdan çıkılmayan gecekondu mahallemizin sokaklarında top koştururken tanımıştım. Mahallemiz işsizlik haritasında birincidir. Fiiliyatta hemen herkesin öyle kayıtlı kuyutlu, sosyal güvenceleri olan resmiyet tanınmış bir işi yoktur. Devletin resmi kayıtlarda aylaklar, polis lisanında kafadarlar olarak geçeriz. Çizelgelere rastgele serpiştirilen, sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen birkaç memur ile birkaç gündelikçi işçi her ne kadar mahallemizin işsizlik raconuna ters gelse de zararsız insanlardır, herkes onlarla, onlar herkesle iyi geçinir. Allahları var günlük yaşamımızın vazgeçilmez ritüellerinden olan polis baskınlarında aranan hiç kimsenin ne adlarını adreslerini bilirler, ne duymuşlardır, ne tanırlar. Yani racona kelek yapmazlar. İstatistikler mahallemizi bir başka kayıtlar, şükürler olsun herkesin bir işi gücü vardır, hiç işsizimiz yoktur. Ben de işsizlik konusunda devletin resmi kayıtlarına inanırım. Her hanenin kelle başı kadınları, kızları, yeni yetme fırlatmaları, cepçilikte, yankesicilikte, dolandırıcılıkta, dilencilikte piyasanın aranan elemanlarıdır. Bizim için işsizlik ne kelime, her birimiz kalifiye eleman… Dayanışmamız da göz kamaştırır. “iyi kazanan” delikanlılarımız cebinde fitiği olmayanlara hatırı sayılır bir sakal atar, raconun gereğini yerine getirir. “Cigaralık” desen harmandır, gündelik ayaküstü ekmek arası peynire olan ihtiyacımız “cigaralıktan” sonra gelir. Sekiz, yerine göre on nüfuslu ailelerin yaşadığı bir, bilemedin iki odalı evlerin, badanaları dökülmüş kerpiç duvarlarına sakallı Osmanlı paşalarının üzeri sinek pislikleriyle dolu çerçeveli fotoğrafları asılır, ezkaza bu evlerden birine gelen bir misafirin bu resimlerin kim olduğuna ilişkin çekingen sorularına “ haa, o moruk mu, bilmem kaçıncı kuşaktan çok namlı bir adamdır haspam ama bize hiçbir faydası olmamıştır” gibi gayet ikna edici cevaplar verilir. Hâlbuki ben bildim bileli bizim mahallede herkesin takdirine şayan olan, mahallenin yetiştirdiği en namlı kişi yankesici Yücel abimizdi. Aslında herkes kendi çapında bıçkındı, halim selim kişilerin mahallede tutunma, kabul görme şansları yoktu. Mahallenin iki üç kahvesi de bıçkınlıkta burnundan kıl aldırmayan abilerimizin, akranlarımızın mekânıydı. Barbut atarlar, kılıç çekerlerdi. Solcularla kendi aralarında yasadışılık konusunda empati kurarlardı, delikanlı adamlardı solcular, severlerdi solcuları… Bütün polis teşkilatını bizim mahalleye yığışan baş edemezlerdi… Kiminle baş etsinler ki, yeni doğan çocuklarımız bile yasadışılığın göbeğine doğardı. Anlayacağınız devletle başı dertte olan herkesin sığınma eviydi, kurtarılmış bölgeydi mahallemiz… Cinelerimiz de bir başka işveli, bir başka nazlıdırlar ama harbidirler haaa, yan gözle bakan lavuklara yan çakarlar, analarından doğduklarına pişman ederler.
Onu, -yani bu hikâyenin kahramanını- barbut atılan kahvelerin birinde birkaç arkadaşıyla mahallemizin pek aşina olmadığı bir dilin kelamıyla kalabalığa konuşurken tanıdım. Ben mi kimim?. Mahallemizdekilerin “baba mesleği” ipsizlik geleneğinden koparılmış, okula gönderilmiştim, lise öğrencisiydim ve az çok konuşulan dile aşinaydım. Konuşma, sık sık alkışlarla kesilirken kahvenin arka köşesinden cepçi Yusuf’un yanındaki kulağı kesiğe “ lan bunların mitingleri kalabalık oluyor, iyi iş çıkıyor” dediğini duymuştum da için için gülmüştüm. Cepçi Yusuf devrimcileri cepleri fitik dolu yağ tulumlarıyla karıştırmıştı. “Yusuf abi dedim, bunların cebinde simit parası zor bulunur, sen yufka yürekli bir adamsın, acıyıp da cebindekileri de verme sonra.” Konuşma bitince kızlı erkekli bildiri dağıtmışlardı, sokak başlarına gözcü gönderirlerken ayyaş Rüstem eliyle omzuna dokunmuş “babama bak sen demişti, rahat olun, bu mahalleye polisin girdiği vaki değildir”. Dağılırlarken yanına yaklaştım, adımı söyledim, lise son sınıf öğrencisi olduğumu, okul bitince de futbolcu olmak istediğimi söyledim. Bana bir yer tarif etti ayaküstü, gidersem onu orada bulabilecektim. Ertesi gün okul çıkışı söylenen yere gittim, birkaç kişiye sordum, beni uzaktan görmüş, gülerek geldi, elimi sıktı, selamlaştık. Kantinden iki çay alıp duvar dibine çöktük. Ziyaret günlerim ardı ardına birbirini takip etti, neredeyse senli benli olmuştuk. Ama “ futbolcu olacaksam bu tercihimi sonraya bırakıp önce üniversiteyi okumalıydım”…
Onun Ziraat fakültesindeki öğrenciliğinin “şeklen” devam ettiği, fakülteyle de, öğrencilikle de ilişkisinin çoktan kesildiği yıl ben üniversiteye girmiştim. Aynı şehrin başka bir fakültesinde öğrenciydim. Üniversiteli olmanın ilk heyecanı geçince yaşadığımız hayatın bütün ara renklerinin silindiğini, tüm dünyada iki rengin kaldığını gözümün içine o sokmuştu: Kızıl ve Kara… Aynılar ve ayrılar vardı, biz ve onlar vardı…
Ben de “biz” olmalıydım, yönümü insana ve hayata çevirip bu mücadelenin bir ucundan tutmalıydım, insan ancak böyle insanlaşabilirdi…
Varlığımızın bir yanı hayat, bir yanı ölümdü… Onlar çürümüş bir leş gibi kokuyordu, her şeyi yok ediyorlar, kendilerinin üretmediği, emeklerinin geçmediği her şeyin sahibi onlardı. Halk, Cebrail danası gibi çıplak ve üryandı. Halkın yenindeki gömleğe, kıçındaki dona göz dikmişlerdi. Her şeyleriyle, artık tahammül sınırını çoktan aşmış bütün varlıklarıyla defolup gitmeliydiler…
Giderler miydi, bu bir düş mü dedim…
Olsun dedi, gerçeğin kapısını düşler aralar.
Evet, giderlerdi, hem de…
Biz dedi, “düşlerimizde bütün ülkenin gecekondularında, şehirlerinde, köylerinde, meydanlarında, fabrikalarında dağda bayırda ve tabi ki okullarında dünyaların projelerini çizer, tatbikatların yapar, hayatı yeniden yaratırdık. Yaşam alanlarımızı yeniden düzenleyip, yakılan ülkeleri yeniden inşa ederiz. İçinde her türlü canlının endişesiz yaşadığı gümrah ormanlar, şırıl şırıl akan berrak dereler, bire bin veren meyve bahçeleri, rüzgârda dans eden uçsuz bucaksız buğday tarlaları, ışıkları sönmeyen fabrikalar inşa ederiz. Ekmek herkese yeter, herkese yeter denizlerimizin altın sarısı incecik kumsalları… Hayallerimiz gerçeğe dönüşmek üzere, canımızı dişimize takacağımız son bir çaba, aşmamız gereken son bir eşik”…
El sıkışıp, karşılıklı gülümsedik.
Nereden başlamalıydım, nereden başlamalıydık.
Zamanla aynı düşlerin yolcularını tanıyacaktım, dünyaya bakışım değişecek, konuştuğum dil, attığım adımlar değişecek, yenimdeki gömlek, sırtımdaki ceket değişecek, kafam değişecek, beynim değişecekti… Canını dişine takanları tanıyacaktım, yiğit, sessiz ve vakurdular.
Mış gibi” yapanları tanıyacaktım, gürültücü, itaatkâr ve köle ruhluydular.
Farkında mıydım acaba… Doğrusu hem evet, hem hayır…
Devrimci harekete “geçerken uğrayanlar” ile varlıklarını adamışların hal, tavır ve hareketleri birbirlerine hiç ama hiç benzemiyordu. Sessiz ve vakur olanlarla, gürültücü ve gösteriş budalası olanlar…”Geçerken uğrayanların” Olağanüstü zamanların olağan üstü bir çaba gerektirdiği umurlarında bile değildi, vitrindeki “fark edilme” dürtülerine halel gelmesin yeterdi. Onlar her sofrada kendilerine yer bulabilecek yetenekte civan daneydiler.
Ya sessiz ve vakur olanlar… Fazla söze gerek var mı?
Farkında değildim, çünkü “bizimkilerin de zafiyeti olabilirdi, ancak ihanetleri asla”. İhanet perdesi ne zaman aralanır, o yılışıklığın sakladığı cüzzamlı yüzler ne zaman ortaya çıkardı…
Yenilgi dönemlerinde…
Günlük koşuşturmalardan zaman buldukça sohbet ederdik. Nezaketi elden bırakmadan içinde bulunduğumuz yapıya ilişkin “rahatsızlığımı” dile getirdiğimde “yoo derdi, çakı gibiyiz, göreceksin taş çatlasın beş yıl… Bu işi ancak biz başarabiliriz”… Üstüne gitmezdim ama diliyle her ne kadar moral aşılamaya çalışsa da endişesi gözlerinden okunurdu. Hatta birkaç kez konuyu açmaya istekli gibi olduysa da, hemen yanlış bir iş yaptığını, işi yaparken fark etmiş gibi aceleyle üstünü kapatmıştı.
Bir sohbet esnasında “ kendi hikâyeni kendin yazmalısın” demiştim, “ bu hikâyede yer almaması gereken ama hikâyenin de omurgası olmaya can atan çok kişi var” dediğimde, “tedirginliğini anlıyorum, endişelenmeni gerektirecek bir şey olmadığını göreceksin” deyip konuyu kapatmıştı.
Ne ummuştuk, ne bulduk…
Bir dağın ansızın yıkılışı gibi yıkılmıştı gün üstümüze… Herkes oradaydı… İlgili ilgisiz herkes… Yetişkin kadınlar, erkekler, genç kızlar, okumuşlar, okumamışlar, gecekondudakiler, kasaba ve şehirdekiler… Hatta nineler, dedeler… Öğrenciler öğretmenler. Zanaat erbapları ve sanatçılar…
Yenilgiden sonraki dönemde birbirimizin içindeydik, birbirimize karşı olarak…
Kurnazdı dağı üstümüze yıkanlar… Dökülüp mahcup olanlar, ihanet derecesinde çözülüp ihanetini gizleyenler, kullanışlı uşak ruhlular, direnenler, teslim olanlar kimlerdi, o koşullarda ayrıştırma yapacak olanaklardan yoksunduk. İpler faşizmin elindeydi ve ancak cunta dostlarının devrimcilere karşı açtığı yıpratma savaşında kimlerin devrimcilere karşı kışkırtıldığını, kimlerin bu yıpratma savaşında ruhlarını sattığını sezgimizle anlamaya çalışırdık.
En çok yıpratılmaya çalışılanlardan birisiydi, yalnız bırakılmıştı, sessizce izlerdi…
Birkaç devrimci daha farkındaydı olayın… Ortak kanı “ bu koşullarda ne kadar rahat hareket ettikleriydi”… Gerçekten rahat hareket mi ediyorlardı, yoksa rahat hareket etmelerinin garantisini mi almışlardı… Bu gün bile alenen ortaya çıkanların dışında bunlar hakkında net bilgimiz yoktu.
Bir gün ranza altı sohbetimizde “ kendi hikâyemizi kendimizin yazması için zaman çok mu geç oldu” demişti.
“Bakarsın demiştim bazı şeyler başlarken biter, bazı şeyler de tam da bittiğin an başlar, kişisine bağlı”…
Kendi yörelerinin bir sözüyle karşılık vermişti. “Hiç hata yapmayan eşektir, ikinci hatayı yapansa eşşoğlu eşektir”…
Sanki mahcubiyetini yüzüne vurmak, bu fırsatı değerlendirmek gibi bir art niyetim var mıydı? Yoktu, ama isterse öyle düşünsün. Cümlesinin bitmesini beklemeden sözü yapıştırdım. “Bu hikâye senin hikâyendi. Bu hikâyede yer almayı ben ne kadar hak ettiğimi bilmiyorum ama hiç hak etmeyenleri de bu hikâyeye dâhil etmeni içim almıyor”.
Cezaevi koşullarında aynılar aynı yerde, ayrılan ayrı yerde kümelenmişti.
Normal yaşamımızda öğrenemediğimiz onca şeyi düşünmeye vaktimiz olmuştu, belki dışımızdaki düşmanın tuzaklarının birçoğundan kurtulmuştuk ama içimizdekilerin tuzakları daha bir hain, daha bir kalleşti.
Dışarda bize can veren varlığımızın üzerinden panzerler geçirilmişti, bütün iskeletimiz parçalanmış, kemiksiz, kassız birer pelteye dönmüştük ki, “ hadi, çıkın artık” demişlerdi.
Gün bitti, ay aştı… Aradan geçen onca yıl içinde birbirimizi hiç görmedik. Yaşamını sürdürdüğü yeri öğrendim.
Onu, güneşin “önümüzdeki yaz görüşmek üzere” vedalaşmasına hazırlandığı, sabah serinliklerinin üşütmeye başladığı soğuk bir güz günü buldum. Kızı seslendi, besicilik yapıyormuş, ağılın kapısından tanımadığı bir yabancıya bakar gibi bakarak geldi, şaşkınlığının geçmesiyle kollarını açtı, “gel dedi, seni bir kucaklayayım”…
Torun torba sahibi olmuş. Hep birlikte yaşıyorlarmış.
Hoş beş dışında başkaca hiçbir konuya girmeyecektim, sohbet edip özlem giderecektik. “Çok yıpranmışsın” diyemedim ama o ne demek istediğimi anlamıştı. “insanlığa sahip çıkan bedelini öder” dedi, “ yakınmaya hakkı yoktur”.
“Kızım dedi, şu sobayı kapat, dumandan boğulacağız”.
Kızı, dumanın sobadan değil, ahırdan geldiğini, dumanın kokusunun çam olduğunu, sobada kömür yakıldığını söyledi. Kızıyla tatlı tatlı alay etti, makaraya sardı. Kızım dedi duman kokusu uzmanıdır.
Bir şey anlamadığımı görünce güldü, kızı sohbetimize dâhil olmuştu.
Cezaevi günlerinde yaşadıkları mahalleyi çok duman basarmış. O sıralar cezaevinden babasının mektupları gelmiyor. Muhtemelen toplu direniş günlerinden biri olmalı… İçeriyle dışarının tek iletişimi olan mektupların içerden alınmaması, dışardan gelen mektupların verilmemesi alışılagelen cezalardan biriydi.
Mahallenin üstünü bir duman kaplarmış ki göz gözü görmez olurmuş. Fakat evlerinin olduğu yer bir türlü duman tutmaz, çevre mahalleyi, tepeleri dolanır, oralarda çöreklenir kalırmış. Herkes duman kokusundan ağzını atkıyla kapatırken kızı dumanın kokusunu burnuna çekermiş. Annesi bir anlam veremez kızının bu davranışına, kızının dumanı koklamasının sebebini merak eder.
Kızı “ anne der, bu duman babamın mürekkepli kalemle yazdığı, yakılan, bize verilmeyen mektuplarının mürekkep kokulu dumanı… Mürekkebin bulaştığı hiçbir yer duman tutmaz.”.
“Tekrar hoş geldiniz, mürekkebiniz eksilmesin” dedi…