Eyersiz atlar

Kışları haşindi oraların. Mevsimler kitaplardaki kronolojik sıralamaya uymazdı. Yaz ne zaman biter, kış ne zaman başlardı Allah bilir. Yumuşak iklimlerin ilkyazında açmaya başlayan begonvillere, güzle birlikte sararıp asfaltı işgal eden akasya yapraklarına yazılan güzellemelerin buralarda yeri olmazdı. Daha güzün başlarında bir başladı mı yağmaya başlayan kar bu coğrafyayı dünyadan yalıtır, her şeyle ve herkesle iletişim kesilirdi. Gümrah ormanların yeşili, sarp dağların başları, uçsuz bucaksız ovaların düzlüklerine tek bir renk hâkim olurdu… Kar… Karın süt beyazı… Akarsular, dereler buz tutar, yemek, çamaşır ihtiyacı sobanın üstündeki bakır kazanda eritilen kardan karşılanırdı. Sabahın ayazında yeldir yepelek giysileri içinde dışarıya atılan ilk adımda toprak damların saçaklarından sarkan buzlar sadece çocukları cezbeder, bu hal tabakasını çıkarıp dizinin üzerinde kaçak tütün saran kırçıl bıyıklı yaşlı erkeklerle, bıkkınlıkları yüzünden okunan yaşlı kadınlara illallah ettirirdi. Hele gece yağmaya başlayan karın şiddeti toprak damlı evlerin üzerine bir fil gibi çöker, çatıları çatırdatır, evin üstlerine yıkılacağı paniği içinde ev halkı isteksiz bir bıkkınlıkla dışarı fırlar,  köyün eli iş tutan bütün kadınları ve erkekleri ellerine geçirdikleri işe yarar ne bulurlarsa damın üzerindeki karı kürümeye başlardı. Mecali yetmeyenlerin yardımına konu komşu koşar, elbirliği le damın üstü temizlenirdi. Tipinin savurduğu karın dondurucu soğuğundan korunmak için başımızdan bedenimize kadar sardığımız poşunun havalanmasını fırsat bilen delikanlılar poşuyu düzeltme bahanesiyle genç kızlarla göz göze gelince tipinin aman vermez saldırıları da, insanın nefesini kesen soğuğun etkisi de uçar gider, poşuların bağları çözülüverirdi… Yaşlılar aldırmaz aldırmaz birbirlerine bakar gülümserlerdi… Damların üstünün temizlenmesiyle ayaza kesen dondurucu soğuğa meydan okurcasına, birbirlerine göz ucuyla bakan gençler,  ocaklarında tezek ve kesmik yakılan sobanın boğucu dumanına aldırmadan odaya doluşurlar, ellerini ateşe tutarak bir yandan ısınırlar, bir yandan da don tutmuş gömleklerinin kollarındaki, pantolonlarının paçalarındaki buzu çözmeye çalışırlardı… Ve anneler… Kendi üşümüşlüklerine aldırmadan, sessiz sedasız, burunlarını çeken çocuklarını bağırlarına basar, nefesleriyle ısıtırlardı

Daha dün gibi gözümün önündedir, Üşüdüğümde annem, dedemin göremeyeceği bir köşede elimin parmak uçlarını ağzına alır, ağzının sıcaklığı ile ısıtırdı beni…

Bizim buralarda anneler kaynanalarının ya da kayınbabalarının yanında değil çocuklarını sevmek kucaklamak, adlarıyla bile seslenemezlerdi. Ben, dedemin yanında, babamın annemi bir kez olsun adıyla seslendiğini duymadım, bizim oralarda mı ayıptı bu, yoksa bizim oraların mı ayıbıydı, hala kestiremem.

Mayısla birlikte hayat yeniden başlardı. Erimez sandığım karlar erirdi, yürünmez sandığım yollara düşerdi insanlar… Çocuk yaşımda ilgimi çekerdi de genç kızlığa adım atmamla birlikte sanki büyülerdi beni. Sabahları ve akşamüstleri soğuktu yine ama kuşluk vaktiyle güneşin ısıtan yüzünü göstermesiyle bizim evin ufkuna düşen tepenin eteklerine salınan başıboş atlar birbirleriyle yarışırken yelelerinin rüzgârda savrulmaları alıp götürürdü beni başka dünyalara. Bağsız, yularsız, eyersiz atlar… Özgür atlar… İmrenirdim onlara, özgür olmak galiba buydu. Nereden gelirlerdi, sahipleri var mıydı, bilemem. Yanlarına yanaşmaya gör, göğü inleten kişnemeleriyle ok gibi fırlarlar, göz açıp kapanıncaya kadar yıldırım hızıyla uzaklaşırlardı. Çok heveslenen oldu ama şimdiye değin kimsenin sırtlarına eyer vurduğuna tanık olmadım.

Baharla birlikte hayata uyanan sadece yelelerini rüzgâra veren eyersiz atlar değildi ki… Bin bir çiçekle donanmış, içine girilse insanı yutacak boydaki yabani çalılar, birini koklasan diğerinin hatırı kalan çiçekler, dizginlerinden boşanmışçasına uğuldayan berrak derelerin suları, ısıtan güneş, etrafı saran çimen kokuları, bütün tabiat, hangi enstrümanın nerede ses vermesini ustaca yöneten bir maestronun kusursuz bir orkestrası gibi sımsıcak akar içinize… Dışınızda sizi çevreleyen, esir alan bu boktan dünyayı çoktan terk eder, kâh o eyersiz atlar gibi, yelelerinizi rüzgâra verir, yaz gecelerinin ıpıl ıpıl ışıldayan yıldızlarına koşarsınız, kâh birbirine sıkıca sarılmış, aralarına kimsenin girmesine izin vermeyen sıklıktaki yaban çalılarının bin bir renkli çiçekleri, kâh rüzgârın yüzünüze savurduğu tatlı bir bahar yeli, çağlayan bir dere,  yıldızsız gecelerde karanlıkları aydınlatan süt beyazı ay ışığı, Karacoğlan türkülerinin bir çift ela gözü olursunuz.   O an ben, o atlardan biri olurum, açarım kanatlarımı, yelkenlerime asi rüzgârları doldururum, o atlardan biri ela gözlü ben olur, bakar gözlerime şehla şehla… Dereler çiçek olur, çiçekler yıldız. Başı dumanlı dağlar ovalara iner, bir gerdanlık gibi takarım göğsüme, dumanı başımda poşu. Korkusuzca seker kayalıklarda bir kınalı keklik… Atlar ovalara iner, hızlanır nabzımın vuruşları… Atlar, çiçekler, dereler, dağ başları, zümrüt yeşili ovalar, anam ve ben… Yaşanmaya değer ne varsa birbiri içine girer… Kanımın sıcaklığı anam düşer aklıma…

Gün görmedik anam, içimin sızısı…

Doğası kadar gelenekleri, töreleri de katı, sert, amansız olan bu coğrafyanın kızı olmaktan çıkar, kösnül törelerin, adetlerin, geleneklerin üstüne basa basa, dedesine aldırmadan annesinin kucağına başını yaslayan Berivan olurum.

“Hep böyle olmayacak hayaller mi kurarsın Berivan”

Bir an yüzü düşüyor, gözbebeklerine üşüşen acıyla bakıyor gözlerime.

İşte bütün sorun da bu ya” diyor, “eskisi gibi cesur değilim, genç kızlığımda Berivan’ın düşlerinin sadece kendisine ait olmadığını, bütün insanların ortak düşü olduğuna inanırdım. Yaşadıkça öğrendim, öğrettiler. Bu düş sadece bana aitmiş. Kendinden geçercesine yüzüme değil, kalbime bakan adamla kesişti yolum, birbirimizi çok sevdik, ona, sana anlattıklarımı anlattım, düşlerimi anlattım, düşlerimde yalnız olmadığımı söyledi. Düş ortağım iki oldu dedim. Ona göre bu tür düşler bulaşıcıydı, tehlikeliydi, bizim düşlerimiz birilerinin karabasanı, kâbusuydu, onların hiç hoşlarına gitmezdi ve bedelini ağır ödetirlerdi. Belli etmedim ona ama “ düşlerin de tehlikesi mi olurdu”, bir anlam verememiştim. Hayat onu da öğretti… Düşler tehlikeliydi, güzel olan her şey gibi tehlikeli… Bataklık düzeninde karanfil yetişmezmiş, kokusu mest etmezmiş, rengi sahte, kokusu bok gibi mide bulandırıcı olurmuş… Keşke onun dedikleri olmasaydı, keşke yanılmış olsaydı… Heyhat, ne gezer… Böylesine temiz, böylesine herkesin derdini kendine dert edinen bir insanın sırf bu düşleri yüzünden yıllarca hapislerde çürütüleceğini de öğrendim… Hapiste yakalandığı illetten kurtulamadı, birkaç yıl sonra öldü… Kızım delişmen, oğlan içten içe babasını soruyor. Bir anlattığımı bin kez tekrarlatıyor. İkisi de pırlanta gibi, babasının çocukları. Artık kendimi unuttum, onlar adına endişeliyim.

Şimdi düşlerimi geri çağırmaktan ödüm patlıyor, korkuyorum da… Ve lakin onlar bir türlü yakamı bırakmıyor… Evcilleştirilmeye alışmamış, herkesin çiftesinden korktuğu atlara eyersiz biniyorum, gökyüzüne birlikte uçuyoruz, dünyanın öbür ucuna… Dillerini, dişlerini, adlarını bilmediğim ülkelere… O, devasa boyda birbirine sırt vermiş yaban çalıları açılıp meydan oluyorlar ben geçerken, her birinin elinde bir buket çiçek…    Dostları dostlarım, düşmanları düşmanım olan başka ülkelerin insanlarının içinde buluyorum kendimi. Komşu evinde, kardeş evindeymişim gibi hiç yadırgamıyorum insanları… Geçtiğimiz bütün ülkelerin rüzgârdan kanat takmış eyersiz atları şaha kalkmış, ağızları köpüklü, yeleleri aslan… Nereye gider bu atlar böyle, nereye… Belki Bedrettin’in atlarıdır, belki de Köroğlu’nun… Ne gam,  bilirler elbette nereye gittiklerini… Ne çok benziyorlar bize…

Rüyada mıyım yoksa… Ya uyanırsam? Korkuyorum. Sık sık gördüğüm, uyanmak istemediğim düşlerden ne çare kepaze bir hayatın ortasına açıyorum gözlerimi.

Varlıkları canıma can katan dostlarımızın da, canımızı almaya fırsat kollayan düşmanlarımızın da olduğunu öğretti hayat.

Yeryüzü herkese yeter derdi o güzel insan.  Yanılıyordu… Bir avuç kan emicinin sırnaşık, arsız ayrık otları gibi üstüne çöreklendiği şu güzelim dünya bunlardan temizlenmeden dünyanın kimseye yetecek hali yok. Yaşamlarımız gibi duygularımızı da delik deşik ettiler… O rüzgârdan, sesten, ışıktan hızlı eyersiz atların bu güzelim dünyayı çirkinliklerden arındıracağına iman eder gibi inanıyorum. Ayrık otlarının temizlenmediği bahçeden ürün beklenmeyeceğini öğrendiğimiz gün en pak elbiselerimi giyip istiare yatacağım, düşlerim beni bulur.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.