Yeşil bir yağmur yağıyor şehrin üstüne. Serçeler acelesi olan vardiya işçileri gibi, vardiya işçileri kendilerine sığınacak gür yapraklı bir dal arayan serçeler gibi sığınacak bir yer arıyorlar. Caddeler, dere yataklarına sığmayan taşkın suların baskınına uğramış gibi diz boyu su… Kimisi paçalarını sıvamış, kimisi ayakkabılarını çoraplarını çıkarmış, pantolonlarını, eteklerini yukarı doğru çemreyerek, omuzlarına aldıkları küçük çocuklarıyla derenin sularına meydan okurcasına sığınacak kuytu bir yer arıyor. Kadınlar ellerinde ne varsa çocuklarını yağmurdan korumak için çulla, çaputla sarıp sarmalayıp üstlerini örtüyorlar, yağmurdan koruyorlar. Bir öbek belediye temizlik işçisi sığındıkları üstü kapalı bir alanda çenelerine dayadıkları süpürge saplarıyla konuşur gibi kendi kendilerine kaş göz işareti yapıyorlar. O an dışarıda kim varsa herkes sığınacak bir yer aramanın telaşıyla bir yerlere koşuşturuyorlar. Bir kadın çocuğunu paylıyor, kolundan tutup sığınmak için gözüne kestirdiği bir dükkâna doğru yöneliyor. Caddenin kaygısız tek müdavimleri sokak köpekleri… Anlaşılan onların hiç acelesi yok… Ara sıra kuyruklarını sallayarak yanından yöresinden geçtikleri insanlara “ amma da gülünçsünüz be, yağmurdan kaçılır mı hiç” dercesine havlayıp sonra susuyorlar. Şaşkınlığım da burada başlıyor ya zaten… Benim hissettiğim üzerime incecik çisil çisil yağan yaz yağmuru altında, güneşin tatlı sıcağında ıslanmanın müthiş hazzı… Bu caddeleri basan su taşkınları, bu kaçışmalar, bu telaş niye… İçine sürüklendiğim bu esrarengiz anı anlamak zor değil, imkânsız…
Bulunduğum parktan denizi yukarıdan seyrediyorum. Yaz yağmuru bu… Onun doğaya salıverdiği esrarlı görüntü sadece izlenir, duyulur, hissedilir. Sizi içine çeken görüntünün bu esrarlı şarkısına eşlik edebilirsiniz ama sakın bu hayal âleminin görüntüsünü kâğıda kaleme dökmeye kalkmayın, sözcükleriniz yetmez, cümleleriniz gülünç kalır. Kalem de, üzerinde kayıp giden kâğıt da haddini bilir, böyle bir densizliğe kapılmaz. Ey anlatıcı, sen de haddini bil, kelimelerinin gücü yetmeyeceği bu hayatın büyülü dünyasının sırrını aramaya kalkma…
Denize nazır, epeyce uzun caddeyi boydan boya saran, kuşatan ağaçların altından keyfe keder yürüyorum. Hiç acelem yok, varsın yağmurdan cılkım çıksın, sırılsıklam ıslanayım, zaten istediğim de bu değil mi?. Önünden geçtiğim kafeye sığınanlar yağmurun dinmesini bekliyor. Üniformalı bir garsonun “ abi, şöyle bir yere sıkış, üşütüp hasta olacaksın” dediğini duyuyorum. Elimle “sağol” der gibi işaret edip teşekkür ediyorum, garsona… Bir kadın çekinmeksizin, yüksek sesle “ deli midir, divane midir” diyor “ şakır şakır yağan yağmurun altında yürünür mü”? Cevap vermiyorum, duymazlıktan geliyorum… “Keşke diyorum doğanın bu akıl almaz gösterisiyle biraz da sen deli divane olsaydın… Gözüm gri sis içindeki denizin üstüne düşen damlalarda, uzun uzun seyrediyorum yağmurla denizin bu sihirli buluşmasını… Bulutların arasından fırsatını buldukça yüzünü gösteren güneşin, saldığı ışıkların içinde kristal parçaları gibi parlıyor damlalar. Denizin üstünden Toroslara doğru rengârenk bir yay çizerek uzanan gökkuşağı elimi uzatsam tutacağım kadar yakın geliyor bana… Önüme bakarak yürümeye fırsatım olmuyor pek, sık sık tökezliyorum. Esintinin yüzüme savurduğu damlalar yüzümü okşuyor adeta; şakaklarımdan yüzüme süzülüyor, gözlerime doluyor. Elimle yüzümü siper ederek etrafa bakıyorum. Ağaçların dalları yemyeşil… Yapraklar ayalarından kaldırıma sel gibi akan sulara şükranlarını sunuyorlar. Tozun, kirin, pasın işgal ettiği, çirkinleştirdiği bedenlerine yapışmış elbiselerini silkip atıyorlar. Arınmış, pürü pak, en üryan, en masum görüntüleri içinde, yemyeşil giysileriyle denizden esen rüzgârın ritmi ile raks ediyorlar. Yemyeşil ağaçların tepesinden gülümseyen gök kuşağı bin bir rengi içinde yaprakları kışkırttıkça, geniş cadde yaprakların dansıyla coşuyor… Bütün cadde boydan boya şen şakrak, dans, dans, dans… Ağaçların yeşili, yağmurun damlaları, gökkuşağının renklerinin içine çekiliyorum, keşke becerim olsa da bu ritme onun bir parçası olarak eşlik etsem, sarıp sarmalasak birbirimizi…
Upuzun caddeyi ne zaman, hangi zaman dilimi içinde yürüdüğümü hatırlamıyorum bile. Caddenin sonuna geldiğimde kulaklarım uğuldamaya başlıyor, üşüyorum. . Ahali sığınıkları terk etmiş, kaldırımlarda aceleci koşuşturmalarına kaldıkları yerden tekrar başlamıştı. Hırçın, asık suratlı insanlar itiş kakış içinde birbirlerini tepeleyerek kendilerine yol açıyorlar, küfürler, hakaretler, tehditler gırla gidiyor. Herkes birbirine öfkeli, kimsenin kimseye tahammülü yok.
“Hey sen, o çocuğa kaldırdığın elini indir, kırarım o elini… Beriki, sen, sen… O kadına ettiğin küfürden utanmıyor musun, terbiyesiz herif… Hişştt, bana bak, ukala herif, o yaşlı adama niye sataşıyorsun, defol”… Dedim mi acaba, hatırlamıyorum, kendi sesimin yabancısıyım, kendi sesimi duymuyorum. Tanrım bana yardım et, neredeyim ben, hangi ülkede, hangi kıtadayım, beynim benimle dalga mı geçiyor, bana karşı neden bu kadar alaycı…
Sanki bu şehri, insanlarını, bu meydanları, bu cadde ve sokakları hiç tanımamışım gibi etrafıma bakınıyorum, başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Gökkuşağı kaybolmuş, yağmur dinmiş, rüzgâr kesilmişti., Deniz durgun. Gökyüzü kül rengi bir sis içinde yalnızlığı ile baş başaydı. Denize baktım, cümbüşlü oynaşmalarını, neşeli, delişmen dalgalarını yüklemiş sırtına da apar topar bu elleri terk etmişti. “Heyyy, nereye gidiyorsunuz, beni bu yalnızlığın içinde bırakıp nereye”?. Hiç birisi cevap vermeden çekip gittiler… Tanrım diyorum, bu nasıl bir bilmece, nasıl çözümü bilinmez çok bilinmeyenli bir denklemdir ki bu beni bu açmazın içinde çaresiz bırakıyorsun… Tanrım ha… Düştüğün duruma bak… Uyanmak istemediğin bir düş karabasanla mı bitecekti…
Şaşkınlığımdan ne yapacağımı, nereye gideceğimi bilmiyorum, süklüm püklüm yürüdüğüm caddeye geri dönüyorum… Uğultulu sesler duyuyorum, sanki birisi adımı sesleniyor… Cadde kalabalığında kakafonik, karışık, anlaşılamayan sesler diyorum, bir dalın hışırtısı, bir kuşun kanat sesi ya da bir cırcır böceğinin sesi… Aldırmıyorum, arkama, sağıma, soluma bakmadan yürüyorum. Sesler yakınlaşıyor, yoğunlaşıyor, görünmez birisi adımı sesleniyor, benimle konuştuğunu fark ediyorum… Sesler netleşiyor, konuşanın kim olduğunu merakla yeniden sağıma soluma, aşağı yukarı bakıyorum, görünürlerde kimse yok.
“Yürümene devam et diyor, sen benden bir parçasın, korkma”…Ürperiyorum.
Güneş çıkıyor, incecik bir yağmur yağıyor. Toprağın kokusuna karışmış çiçekler mis gibi kokuyor. Hafif bir esintisi vuruyor yüzüme… Ortalığı kalın bir sis perdesi sarıyor, önümü göremiyorum. Ben el yordamıyla yürümeye çalışırken, o konuşuyor. “Yaşadığın, ayağını yerden kesen o an senin için bir mucize, benim ise gerçeğim. Ben doğayım. Dağ, tepe, nehir, deniz, orman güneş, rüzgâr ve bulutum, ben hayatın kendisiyim. Size sunmak istediğim hayatın kısa bir gösterisini sunmak için ruhun oldum, gözün oldum, kulakların oldum, aklın beynin oldum. Gördüğün, senin için çok uzaklarda kalan benim gerçeğimdi, senin için ise sisler içinde kalmış bir düş. Şu yaşadığınız mavi gezegende var olan canlı cansız her şeyin, birbirinizi kabul ederek ve varlığınıza saygı duyarak uyum ve ahenk içinde bir ömür sürmenizi cömertçe önünüze serdim. İnsanı diğer parçalarımdan daha üstün bir yere koydum, her şeyi elinin altına verdim. Onlar duyandı, hissedendi ve teşekkür etmeyi bilendi. Giderek size bir şeyler oldu, güldüm geçtim cahilliğinize… Oysa siz öylesine ileri gittiniz ki, beni yok etmeye yeminliymişsiniz gibi kıytırık savaş baltalarınızla kellemi uçurmaya kalktınız. Olympos’a tanrılar dikip bana hükmetmeye başladınız. Ben sizden itaat istemedim, özgür olmanızı istedim, siz kendi yarattığınız tanrılar için Olympos’un tepelerinde tahtlar inşa edip, hükümranlıklar bahşettiniz, yarattığınız tanrılara beyinlerinize kelepçeler takması için sıra sıra sıralandınız. Olympos’tan düze inen tanrılarınız da yeryüzü iktidarları için imparatorlar, krallar, kraliçeler atadılar. Öylece seyrettim hali pür mealinizi… Ne kadar gülünç, nasıl vurdumduymazdınız. Ay aştı, gün battı. Yüz yıllar, yüzyıllar geçti… Aç gözlülüğünüze, doymazlığınıza, tamahınıza akıl sır erdiremedim. Derken baltayı taşa vurdunuz, benimle hesaplaşmaya kalktınız. Sandınız ki siz varsanız ben varım. Sizi var edenin ben olduğumu unuttunuz. Tanrılardan yeryüzü iktidarını devralan açgözlü doymazlar para hırsıyla ormanlarımı yok ederken, sularımı kirletirken, atmosferimi zehirlerken ya tüyünüzü bile oynatmadınız ya da görmezlikten gelip rahatlık dediğiniz kepaze yaşamınıza devam ettiniz. Muktedirlerinizin etnik kökenlerinizi, inançlarınızı kaşıyıp sizi saldırgan bir kuduz hayvana çevirmelerini anlamamakta ayak dirediniz. Bu onların sermayesi oldu, savaş alanlarında parçalanmış cesetlerinizle insan borsalarında çok karlı işler yaptılar, çok kazandılar… Sizi kendilerine yamadıkça mest oldunuz, savaşları ve ölümü kutsadınız. Sustunuz… Elbette karşı koyanlarınız da vardı, karşı koyanlarınızın bağrımdaki yeri hep ayrıcalıklıdır, onlar da benim kutsalımdır. Ya siz ne yaptınız? Sizin adınıza, sizin yaşamınıza sahip çıkanları muktedirlerin ateş topu iktidarları karşısında yapayalnız bıraktınız.
Yalanla beslenip, riya ile tatmin oldunuz.
Uyarı sinyallerimi gönderdim. Arka arkaya yarattığım Fırtınalarımla, taşkın sularımla, kuraklığım, soğuk ve sıcağımla şaşkına döndünüz. Bu benim size küçücük bir uyarım. Dahasını isterseniz esirgemem. Ben sizinle var olmadım, siz benimle var oldunuz. Siz yokken ben vardım, siz olmadan da var olmaya devam edeceğim.
Ya Cehennem, ya Cennet… Seçim ve tercih sizin…”
Sis perdesi kalkıyor, fısıltı kesiliyor, kendime geliyorum. Gazetelerde sesten hızlı savaş uçaklarının alıcıları sıraya girmiş… Sırada bombalanacak hangi ülkeler var, kaç çocuk babasız, kaç kadın kocasız kalacak… Savaş baronları borsada ölüme pey sürüyorlar, kabarık rakamlı cüzdanlarını okşuyorlar. Ucuz ekmek kuyruklarında kadınlı erkekli insan grupları itiş kakış… Kimse yanındakiyle konuşmuyor, dilleri lal olmuş, suratları asık… Ateş basıyor her tarafımı, yaz sıcağında beni sırılsıklam ıslatanın yağmur değil, ter olduğunu fark ediyorum.
Tercih bizim diyorum, ya Cehennem, ya Cennet…