Gök kubbe bütün evrenin, bütün yer kürenin ortak çatısı değil miydi, onun altında doğmuş, onun altında büyümemiş miydik? Biz onun çocuklarıydık, kimimiz sarı saçlı, çekik gözlü, kimimiz esmer kara gözlüydük. Ne demekti onun ırkı, bunun dini, şunun inancı… Biz çocuklarının tümünü bağrına basan, bize yaşamı eşit, özgür armağan eden anamız değil miydi?… Anamızın çocuklarını bunca gözetmesine, bunca korumasına, bunca cömertliğine karşın gök kubbenin çocuklarının gecelerini karabasana, gündüzlerini kâbusa çeviren, el ele tutuşup birlikte şarkılar söyleyip, mataradaki suyumuzu, çıkınımızdaki ekmeğimizi paylaşan biz evlatlarını birbirine düşüren, yağırı çıkmış omuzlarımıza kurduğu tahtı revanda saltanatlarını sürdürmek için onurumuzu demir pençeli çizmeleri altında gök çimeni ezer gibi ezip geçenler hangi şeytanlardı, hangi soysuzlardı…
Belki biz çocukluğumuzdan bunları bilemiyor, göremiyorduk ama o gök kubbeydi, o anaydı… Dayanır mıydı ana yüreği… Milyonlarca kilometre uzunluğundaki tel tel saçlarını gökyüzünden sarkıtıp “ruhlarınız saçlarıma tutunsun, gök kubbenin altında kaos var ve her şey mükemmel, alemi buradan seyredin” dedi. Tutunduk anamızın milyonlarca kilometre uzunluğundaki saçının tellerine, bıraktık bedenlerimizi yeryüzünde, çekildi ruhlarımız gökyüzüne… Oradan seyreyledik karpuz gibi ikiye ayrılmış yeryüzünü… Bir yanı deniz ve derya idi ferah ve müreffeh… Bir yanı açlık, sefalet ve savaş… Ölüm kusuyordu çelik kanatlı kuşlar. Ve Lakin müreffehlerin refahı dayanılmaz derecede kirletmiş, boka çevirmişti yeryüzünü… İnsanları, bitkileri, hayvanları, dereleri ve denizleriyle… Her yer bok içindeydi ve her şey boktandı…
Temizlenecekti bütün yeryüzü, sokak sokak, cadde cadde… Pislik bulaşıcıydı.
Ve… Düştük yollara.
Ve orada söyledi Nesimi ilk defa “Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi, gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni” türküsünü…
Gök kubbenin altında kaos vardı ve pisliğin temizlenmesi için şartlar mükemmeldi…
O şartlar altında tanıdım arkadaşımı… Ölümle yaşam arasının saniyelerle ölçüldüğü günlerdi. Birkaç dakika önce iniltili sesini duyduğunuz, ya da sorguya birlikte götürüldüğümüz bir arkadaşımızın birkaç dakika sonra öldürüldüğü fısıltıyla yayılırdı hücrelere. Bir sonbahar mevsiminin kuşluk vaktinde günlük güneşlik bir havada Ankara’nın yüksekçe bir tepesine kurulmuş bir mahallenin ziyaretinden dönerken ansızın bir sis bastı şehrin doruklarından eteklerine doğru. Güneş ablukaya alınmıştı, ışığını ve sıcaklığını kaybetti, hava soğumaya başlamıştı. “Hoca!” demişti, “güneşi bile esir aldılar, bize ölümüne saldıracaklar”…
Şartları mükemmel kılan damarlarımızdaki kan, kalplerimizdeki vicdandı… Yenilecektik, biliyorduk. Canımıza kesilecek faturanın bedelini de canımızla ödemeye güle oynaya hazırdık. Bu onuru çiğnemeye kimsenin gücü yetmezdi. Savaştık ve yenildik. Arkadaşımdı ve zor günlerin dostuydu. Şu başarısızlıkla sonuçlanan malum tünel kazma hikâyesindeki yaratıcılığını unutmak olası mı? On parmağında on marifet…
Şayet Direnme Savaşı’nı okumamış olsaydım, onu tanıdığımda bu direnişin sessiz, mütevazı kahramanının bu arkadaşım olduğuna pek ala yemin edebilirdim. O, bedenimizi ve ruhumuzu esir almaya çalışan zırtapozların zulmüne el âleme parmak ısırtan bir vakarla direnirken sanki günlük bir işini yapar gibi, sanki bir çiçeğe su verir, sanki Sultan Ahmet Camiinin avlusunda güvercinlere yem atar gibi yüzündeki gülümseme hiç eksik olmazdı. Zulmün zebanilerini de çıldırtan onun bu tavrıydı ya… Topaç gibi çevirirler, ağzını burnunu kan içinde koyarlardı da ağzından canının acıdığını belirten bir tek söz çıkmazdı… Yok, yok çıkardı tabi, yüzüne o gülümseyişini kondurur “Gün ola harman ola“ derdi, “yazıyoruz bunları, bu dünyada değilse bile öbür dünyada defterleri açacağız”… O daracık alanda yıllar süren beraberliğimizde kişiliğine zerre kadar toz konduracak hiçbir davranışının tanığı olmadım arkadaşımın…
Mezara giren çıkamazmış da hapis’ e giren çıkarmış ya… Gün oldu çıktık biz de… Dışardaydık artık ve bizim cilve yapmaya takatimiz kalmasa da yaşamın cilveleri bizi bekliyordu. Gökkubbe anamızın öğrettiği ekmeğimizi, suyumuzu paylaşacağımızı umduğumuz dostlarımızın her birisi bizden uzak durmaya başlamışlardı. Elimizi uzatıp tutunacağımız bütün dallar teker teker elimize gelmeye başladığından tırnaklarımızı toprağa geçirmekten başka umarımız da yoktu… Direnişin içeriye mahsus olmadığını, asıl direnişin dışardaki kaygan zemin üzerinde yalpalamadan, boka batmadan, teslim olmadan, eğilip bükülmeden yaşamak olduğunu da zamanla şaşarak, hayret ederek öğrenecektik.
O bir yana, ben bir yana… Uzun zaman birbirimizden haber alamadık. En çok merak ettiğim arkadaşımdı… Neredeydi, ne yapardı, ah bir izine rastlayabilsem…
Yakın zaman önce şu sosyal medya denen zımbırtıdan bir mesaj… “Hoca beni tanıdın mı, seni çok özledim”… Gözlerime inanamadım, şaşkınlıktan ne yapacağımı da bilemedim, dilim sürçtü, klavyenin tuşlarına basamıyorum, ellerim titriyor… “Seni unutmak mümkün mü sevgili arkadaşım, seni çok özledim, lütfen bir adres, bir telefon”… Uzun süre bekledim, ne bir ses, ne bir nefes… Ne adres, ne telefon…
Bir süre sonra ortak bir arkadaşımız aradı. Onu tesadüfen görmüş, sarmaş dolaş olup hasret gidermişler… Ortak arkadaşımıza “yarın bir yere ayrılma” dedim, “hemen geliyorum”… O akşam ortak arkadaşımız aradı, “gelsen de görebileceğini sanmıyorum” dedi, “ayrılmış, tanıdıklarına sordum, gittiği yer hakkında kimseye bir şey söylememiş, kaşla göz arasında kaybolmuş”…
İşin aslı sonradan anlaşıldı. Ortak arkadaşımız yanına gittiğinde benim hemen geleceğimi söylemiş, onun çok sevineceğini beklemiş, ama o paniğe kapılmış, “bu halimle onun yüzüne bakamam” demiş, “beni böyle görmesini istemiyorum”. Ortak arkadaşımızdan görüşmediklerine, bana bulunduğu yeri söylemeyeceğine ilişkin ar namus sözü almış. Bir hafta kadar geceli gündüzlü birlikte sohbet etmişler. “Demez olsaydım” dedi ortak arkadaşımız, “hocaya selamını söylerim” demiş ayrılırken… Ertesi gün gerçekten çekip gitmiş, herkese nereye gittiğini sormuş kimse nereye gittiğini bilememiş.
O kayıplara karıştı karıştıktan sonra ortak arkadaşımız beni aradı, pek iç açıcı şeyler söylemedi, akli dengesinde bozulmalar oluşmuş “aklı bir geliyor, bir gidiyor” dedi. Ortak arkadaşımızdan bu bir haftalık görüşmelerinde onun neler yaptığını, bana ayrıntılarıyla anlatmasını istedim… “Ben de” dedi “onu o haliyle görmeni istemedim, seni tanıyorum, onu ne kadar çok sevdiğini biliyorum, eminim üzüntünden karabasanlar basardı seni”…
“Sen” dedi “dışardayken onun flüt çaldığını biliyor muydun?… Hem de yan flüt”… Yok dedim, Sanki flüt dinlemeye zamanımız oldu da…
“Mükemmel flüt çalıyor” dedi. Bir gün flütünü alıp kendi yaşadığı yere gelmesini, aile ortamında flüt çalmasını rica etmiş… Özür dilemiş isteği yerine getiremediği için “Ben” demiş “odamın dışında flüt çalamam”. Onun bu halini aklının gel gitlerine bağlamış, üstelememiş, alınmamış da. Ama merak da etmemiş hani neden odasının dışında flüt çalamadığını. Merakını yenemeyip yanına gitmiş, flüt dinlemek isteğinde ısrarcı olmuş, evine gitmişler.
Bir masa, iki sandalye bir sürahi su ve bir su bardağından mürekkep evin duvarına asılı çerçevelenmiş bir kadın fotoğrafı… Flütünü çıkarmış, fotoğrafın öylesine içine girmiş ki, sanki aynı çerçevenin içine birlikte sığmışlar… Flütünü üflerken gözlerini o fotoğraftan hiç ayırmamış. İçim burkuldu diyor ortak arkadaşımız. Hem bir zamanların o güleç yüzlü insan abidesi arkadaşımıza, hem de flütün ezgilerine…
Flütünü başka ortamlarda neden konuşturmadığına ilişkin merakımı ben sormadan ortak arkadaşımız cevapladı.
“O flütümün melodisi” demiş, “melodisi olmayan flütü neyleyim”.