İçinden geldiğim yaşamın çocukluğunda her şeyin bir duası vardı, onsuz yataktan kalkılmazdı, yemek yenmez su içilmezdi, hatta bir canlıya ya da cansıza bile el sürülmezdi. Dua tanrı kelamıydı, bütün kötülüklerden, musibetlerden, arsızlıklardan, hırsızlıklardan koruma kudretine sahipti. Hırsızlık günahtı, çalmak haram… Bu yaşamın ayrıksı bir çeşnisi, zaman zaman birkaç veledin bir kümesten yumurta aşırması ya da komşunun bağından bahçesinden birkaç erik koparmasıyla sınırlıydı. Evlerinde olmayan bu “ “fazlalıkları” gören anaları, süpürgenin sapını cingöz çocuklarının kıçına yapıştırır, “ bu eve haram girmedi” deyip hızını alamaz, bir tokat daha aşketmek için çocuklarının arkasından koşardı. Kimin aklından geçerdi ki hırsızlık, tövbe haşa… Konu komşunun ne kapılarına kilit vurmak akıllarına gelirdi, ne birbirlerinin mallarına el uzatmak… Öyle kayda değer dövüş kavga da olmazdı. Ufak tefek kırgınlıklarda köyün saygısını analarının ak sütü gibi hak etmiş aksakallıları araya girer, dargınları barıştırır, küskünleri konuştururdu. Allah var, hiç kimse de onları kırmaz, sözlerinden de çıkmazdı. Öyle varlıklı sayılmazdık da muhtaç kimse de yoktu. Olan, olmayana karınca kararınca, hiç kimseciklere duyurmadan yardım eder, geçinip giderlerdi. Bu yaşamın günlük alışverişlerinde paranın adı gibi kendisi de yoktu zaten. Günlük ihtiyaçlar arpa, buğday takasıyla karşılanır, kimileri de bakkalın veresiye defterine yazdırırdı. Borçlar, hasat sonu yine arpa, buğday takasıyla karşılanırdı. Olur ya işlerin para karşılığı görüldüğü çarşı Pazar alışverişleri için olan olmayandan borç alır, ihtiyacını görürdü. Ne senet, ne sepet… Bir akşam önce çocuk “ Ahmet emmi babamın selamı var, 50 lira verecekmişsin” sözü yeterli bir güvence, imzası inkâr edilemeyecek kesinlikte bir sözdü. Çocuklar hayvanları ortak otlatır, büyükler işlerini imece usulü ortak yaparlardı. Verimsiz topraklarda koşulan öküzlerin boyunduruğundan elde edilen nimete, cılız ineklerin, arık koyunların, keçilerin sütleri, yoğurtları, çökelekleri katıklık olurdu. Hele köyün önünde bir iki maşalama bahçen, aşağılarda bir yerlerde birkaç karık bağın olup da yazın son bir buçuk iki ayında şöyle çoluk çocuğun ağzı biraz da sebze meyve gördü mü deme keyfine gitsin… Çocuklar böyle büyürlerdi, yaşlanan babalarının yerlerini alırlar, yapışırlar sabanın sapına, alın teri göz nuru sofralarına taam olurdu. . Ne işsiz vardı, ne ipsiz…
Çocukluğumun bu döneminde ne parti adı duydum, ne siyasetçi… Yürüyen dört ayaklılardan at, eşek, koyun keçiden başkasını da bilmezdik. Hatta, sayıları elli altmışlarla başlayan biz çocuklar, köyde ilk kez gördüğümüz, bizden hızlı koşan, arkasında kasa takılı, çalışırken par par eden dört tekerlekli, adına traktör dedikleri bir “ şeytan icadının” kasanına asılmak için düşe kalka birkaç kilometre koştuğumuzu, yolun belli mesafelerinde yere kapaklanıp kimimizin dizinin, kimimizin kolunun kanadığını hatırlıyorum. Bu macera günlerdir çocukların bu aletin arkasından nasıl koşup yakaladıklarına ilişkin kahramanlık menkıbelerine dönüşürdü. Öyle otomobil filan hak getire… Yaşımız büyüdükçe ara sıra da olsa köye gelmeye başlayan otomobillere şaşarak bakar, içinden yağlı suratlı, şiş göbekli saygın adamlar inerdi köy meydanına. Ahali nerede var nerede yok hemencecik başlarına üşüşüverirdi. Bunların falanca veya filanca partiye mensup “hatırı sayılır zübük” politikacılar olduğu dilden dile dolaşırken, biz çocuklar bunların ne işe yaradığını anlayamazdık da köyümüzün büyükleri anlar, bunları kusursuz bir minnettarlıkla karşılardı. . Artık köyün büyükleri bu partilere mensuptu. Filanca parti yoksulluğa son verecek, falanca parti fukaralığın köküne kibrit suyu ekecekti. Bu politikacıların cakalı, gülerken yılışan, netameli suratlı fotoğrafları, kendimize bisküviye sarılı lokum ziyafeti çektiğimiz bakkalların eğri büğrü kerpiç duvarlarında seyirliğe çıkarılırdı. O sene seçimlerde parti yüzünden kavga çıktı, şimdiye değin birbirlerine kaşının üstünde gözün var demeye kıyamayanlar taşlı sopalı kavga ettiler, yaralananlar bile oldu. O partilerin köyün önde gelen taraftarlarının giyimleri kuşamları değişti, halleri tavırları değişti… Biz çocukların yaramazlıklarına gösterdikleri engin hoşgörüleri, yerini çocukların kulaklarının dibinde patlayan tokatlara bıraktı. Akranımız çocukları bile içimize karışmaz oldular. Erkeklerinin, kadınlarının, çocuklarının değişen üst başlarının farklılığı imrenme dalgası oluşturdu. Partili erkekleri ahalinin toplandığı köy meydanına, kadınları ortalık pınara su doldurmaya, çocukları oyun alanına gelirken, farklılıklarını giyim kuşamlarıyla gösterirlerdi. Artık bir partiye mensup olan büyüklerimizin kadınlarının dudaklarının arasına bir çöp kıstırdıklarını görememiştik te, oyun alanlarında çocukları, meydanda erkekleri dişlerinin arasına sivri bir çöp kıstırıp gelirlerdi, tuhafımıza giderdi. Bu çöplere kürdan dendiğini ileri yaşlarımda öğrenecektim. Meğer, kurban bayramında görebilirsek şayet koklamamıza yetmeyen etin sofralarımızda yer bulamadığına inat, bunlar her gün et yiyip dişlerini kurcaladıklarının cakasını satarlarmış.
Bir avuçtular, kadınıyla, erkeği ve çocuklarıyla bir avuç… İmrenirdik yediklerine de giydiklerine de… Biz çocukların onların çocukları gibi, yeni, yamasız, yırtıksız, cicili bicili giysileri yoktu, ama olmalıydı, bizim de olmalıydı… Bunun yolu onların çocuklarının yeni giysilerini zorla üstelerinden başlarından çıkartıp almaktı. Aldık da… Köye Jandarma geldi, birkaç kişiyi götürdü, dövmüşler… O çocukların babaları, abileri olan amcalar da bizi dövdü.
İş, biz çocukların birbirimizle dalaşmasıyla da kalmadı… Particiliğin illeti bir ur gibi her köy halkının her yanını sarmaya başladı. Artık herkes dengi dengineydi, oğlan evlendirmelerinde de kız çıkarmalarında da herkes dengini bilecekti. Çulsuzlara kız da verilmezdi, kız da alınmazdı. Hatta biz oyun çocukları bile kendi dengimiz ailelerin çocuklarıyla oynayacaktık, partinin zenginleştirdiği amcaların çocukları aramıza karışmaz olmuştu. Köyün ortak kullanımı meralardan köylünün yararlanması yasaklandı, kendilerinin büyütüp genişlettiği davarlarına, sığırlarına traktörleriyle kışlık ot getiriyorlardı. Onlardan izinsiz kimsenin ineğine danasına bir heybe ot getirmesi yasaktı. Köylüler, bu melanetlerin başlarından savulması için okuyup üflemeleri için doğru sözlü hocalara gitti. Ne çare doğru sözlü hocaların dualarının etkili olduğu dönem geride kalmış olmalı ki duaların pek etkisi görülmedi. Partilerin dağıttığı nimetlerden doğan yeni tip din âlimleri köyümüzün din adamı oldular. Kılık kıyafeti değişmiş, yeni bir yürüyüş biçimi ithal ederek yakası kirli köylülerimizden farklılıklarını hemen göstermişlerdi. Cuma namazında ön saflar yeni tip zenginlere ayrılmış, çulsuzlar arka taraflara itilmişti. Doğruluk, dürüstlük, haram yememe, rüşvetin talanın günah olduğuna ilişkin eski vaazların adı duyulmaz olmuş, kimin fakir kimin zengin olacağına Allah’ın karar verdiği, fakirlerin yerlerinin de cennet-i ala olduğuna ilişkin iç burkturucu ve etkili fetvalar eskinin iç ısıtan, sıcak fetvalarının yerini almıştı. Bu fetvalara ak yüzlü, doğru sözlü Bayiş hocanın acı acı güldüğünü gördüğümde bir şey diyecek yaşta değildim. Öyle ya her şeyin değiştiği bir çağda fetvalar da değişirdi. Salak Zeus… Sen hala kendini “tanrıların tanrısı” say, bir efsane olarak buruşuk kâğıtların arasına kaldırılıp atıldığının farkında bile değilsin de haberin yok. Yeni tanrımız, muktedir olan paraydı. Para, Zeus çoktan tahtından indirilmişti ve hüküm artık yeni muktedirimiz olan paranındı. Yeni Hocalarımızın fetvaları da elbette yeni muktedirlerin buyruklarına, velinimetlerinin emirlerine aykırı olacak değildi ya… Paranın yarattığı yeni tip hocalarımızın fetvalarının değişmez konularından biri de komünistlerdi. Maazallah bir gelirlerse milletin bütün malını mülkünü ellerinden alacaklardı komünistler…. Nasıl da kokardık komünistlerden, artık bütün beddualarımız biz çocuklara öğretildiği gibi komünistlere lanet okumaktı. Komünizm, Aziz ve Necip milletimizin en büyük düşmanıydı, görüldüğü yerde başı ezilmeliydi. Gerçi şükürler olsun, ha bire kışın gelmesi mutlak olan komünistler bir türlü gelemediler de, komünistlerin her görüldüğü yerde başlarının ezilmeleri sayesinde millet malını mülkünü koruyabildi… Yeni hocalarımızdan birinin, bir tek eşeğiyle geçimini sağlamaya çalışan sıkı bir müridi ağzının içinden komünistlere lanet okurken, köyün varlıklılarından Hasan emminin “ ulan gavat, komünistler alacaksa benim dam dolusu inek danam var, ben korkmuyorum da sen bir uyuz eşeğin derdine mi düştün” vecizesi çocuk kafamda soru işaretleri yaratmaya yetmişti. Birbirlerinin omuzlarına dayanarak hayatı karşılayanların yaşam alanları hırsızların, vurguncuların talan alanı oldu… Dalından erik, kümesten yumurta çalan veletlerin analarının süpürge sapıyla kıçlarına yapıştırdıkları kötek artık hatırlanmıyor, çocuklara “ daha çok çalmalarının inceliklerine ilişkin iktisat ve ekonomi konularında verilen dersler derhal etkisini gösteriyor, yeni tip uyanıklar iş bilirlikleriyle taltif ediliyordu. Emekmiş, dayanışmaymış, komşusu aç yatarken tok uyuyan bizden değilmiş… “Geç Allesen yiğidim geç, bunlar eski zaman masalıydı”… Bul karayı al parayı üçkâğıtçılığı yeni hayat tarzımızdı ve bu hayatın parçası olmak için artık hepimiz saf saf girdiğimiz kuyruklarda sıramızı bekliyorduk. Elimizle seçtiğimiz yeni hayatımızın İti, uğursuzu arttı, en mahrem şeylerimiz açık pazarların tezgâhında müşteri bekler oldu. Yeni hayatımızın mottosu “Yeter ki para gelsin” di
Yaşım büyümüştü, şöyle on üç, on dörtlere basmıştım. Kasabada öğrencilik yıllarımdı. Anarşistler peydah olmuştu bir de. Hükümet anarşistleri ihbar eden muhbir vatandaşlara epeyce para veriyormuş. Deniz Gezmiş bu anarşistlerin başıymış. “Allah Allah bir insan Deniz gezdi diye neden anarşist olurdu ki”. Deniz Gezmişin bir isim olduğunu öğrendiğimde, merakımı gidermek için o günlerin bakkallarında kesekâğıdı yapılmak için tomarlanan eski gazeteleri satın almıştım. İdam sehpasında kor gibi yanan gözleriyle ve Selvi gibi dimdik duran korkusuzluğu içinde “Biz Halkımızın mutluluğu için savaştık, biz bir kere ölüyoruz, bizi asanlar, sizler her gün öleceksiniz..” Halkının mutluluğu için darağaçlarında haykıran insanlar niçin asılırdı… Hiçbir şeye hiçbir anlam veremeyecek kadar melekelerim beni terk etmişti. Pusularda, meydanlarda, darağaçlarında öldürülenlerin sayıları azalmak yerine arttı, arttı, arttı… Görüldüğü her yerde başları ezilmesi gereken komünistlerin başlarının ezilmesi sayesinde malları mülkleri korunması vaat edilen Aziz ve Necip milletimizin …mına konuldu, kıçlarındaki donları da gitti, şimdi Cebrail danası gibi çırılçıplak kaldıkları meydanda şaşkınlıklarına akıl arıyorlar. …Ufukta asılı kalan ise, bütün canlılığı ile içimizi ısıtanların gülümsemeleri ve yeni doğan çocuklarımıza verdiğimiz isimleridir. Sinaaan, Denizzzzz…
Ay bitti, yıl bitti… Geldik bu güne…
Binbir mihnetime katlanıp da çehresini bile eğmeyen anacağımı kucakladım, kırçıl saçlarından, zamana yenik düşmüş yüzlerinden öptüm, Ana dedim bu işin sonu nereye varacak.
Yavrum dedi, “bedenleri zaten mundardı da, gölgeleri de başka bir ağırlık oldu, bu terazi bu sıkleti çekemez artık.”
Gölge
Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.