Ansızın, yaşayıp geçtiğiniz, geride bıraktığınız ve artık yolunuzun üzerinde de olmayan yaşamın belli belirsiz bir an’ına tökezleyiverirsiniz… Belki o güne kadar belleğinizin hiçbir yerinde izi olmayan yaşamınızın o kesitine ilişkin hiçbir renk, hiçbir ürpertici ya da gülümsetici betimleme de hatırlamıyorsunuzdur… Siz o “an”ı çoktan geride bırakmışsınızdır, ya da o “an” size hiç ilişmemiştir bile… Dalgın bir anınızda kim bilir neleri veya kimleri hayal ederek sarsak sarsak yürürken ve hatta zaman zaman kendinizle konuştuğunuzun farkına varıp, “acaba biri görüp de delinin biri” mi diyecek diye utangaç bir edayla kendinizi toparlamaya çalıştığınız bir anda, belleğinizin kapısı çalınıverir… Gelip karşınızda durur… Hatları öylesine kalın çizgilerle çizilmiştir ki, artık zihinsel yetinizin olağanüstü yaratıcılığı bile işe yaramaz, onu sizden uzaklaştıramaz… O, belki de içinizde kanayan bir yaraydı da, siz bir yerlerinizin sızlamasını istemediğiniz için onu görmezlikten gelmeyi, bir kenara atıvermeyi ve tanımamayı yeğlediniz… Ama o geldi işte… Ne söyleyecek bir söz bulabilirsiniz, ne kaçacak bir yol… Ne halt ederseniz edin, başınızı çevirip gözlerinizi kaçırmanız nafile… Ne tarafa ağıp dönerseniz dönün o yakanızı bırakmayacaktır… Uğraşmayın boşuna, bunca yıldır kaçışınız kurtuluşunuz olmayacaktır… Yakayı kaptırdınız işte…
Yarın 1 Mayıs… Taksim alanında olamayacağım… Arkadaşların ısrarlı çabaları bir işe yaramayacak… Canım sıkkın… Mesleğime ilişkin iş karmaşasının boğuntusundan kurtulmak için iş sahiplerine “hemen gitmem gereken” bir işim olduğunu söyleyip, kendimi büronun “saldırgan” havasından kurtarmak için sokağa fırlıyorum… Deniz kenarında bir köşeye atıyorum kendimi… Baharın serin havasını deniz esintisi “soğuğa” çeviriyor… Çayın buharı üstünde, sımsıcak… Ufuk noktasında başlayan dalgalar birbirini takip ederek sahile kadar gelip, kıyıya vuruyorlar, dağılıyorlar… Arkasından bir dalga daha, bir dalga daha… Kıyının kendilerini parçalayışına, yok edişine aldırış etmeksizin, ardı arkası kesilmeyen yeni hamleler… Artık gözlerim de dalgalarla safa girip düzgün uyumlu hareketlerle kıyıya kadar geliyor ve kumsalda parçalanıyor… Akşamüzeri rüzgâr çıktı… Kıyıya birkaç metre mesafede dalgalar birbirinin içine giriyor, birleşiyor, dağılıyor, büyüyor, büyüyor büyüyor… Artık kıyıya uslu ve mecalsiz çarpmalar “şırraak, şırraaakkk” çarpma seslerinin kulakları sağır edici gürültüsüne bırakıyor yerini… Dalgaların akışkan, ritmik, hareketli, aralıksız gelgitlerinin bilgece ve öfkeli tuhaf karışımı karşısında “dışardan seyretmenin” durağanlığına daha fazla dayanamayıp, sakinliğin ve öfkenin, ritmin ve düzensizliğin koynuna bırakıyorum kendimi… Artık bir su kütlesiyim ve onlar kadar hafif, hareketli ve kaygısızım… Mekanik yaşamın bana öğrettiği ve yaşamımı şekillendiren ne kadar işe yaramaz şey varsa tümünü oturduğum yerde bırakıyorum… Gövdemin ağırlığından arınıp, ruhumun ağırlıksız yoğunluğa ile katılıyorum onlara… Öylesine çoklar ve öylesine birler ki, kıyısından köşesinden bulaştığım matematik biliminin verileriyle bu mucizenin sırrını çözmeye çalışmam bir sonuç vermiyor… Öylesine yalın ve karmaşık, öylesine sabırlı ve atak olabilmenin problemini hangi yüksek matematiğin formülüyle çözebilirsiniz ki…
Birbirimize hiç yabancılık çekmedik, yadırgamadık birbirimizi… Önümüzdeki dalgalar kıyıya vurup dağılırken, onların hemen arka sırasında yer alan, birkaç saniye içinde çarparak kendimizi yok edeceğimizi bildiğimiz zaman süreci içinde birbirimizle kucaklaşıp, hal hatır sormaya bile zaman bulabildik… Yanlış ifade ettim, aslında yok olan görüntülerimiz, ruhumuz bizi takip edenlere kılavuzluk edecek, dönüp onlara katılacağız tekrar… Ardı arkası kesilmeyen süreklilik daha güçlü vuruşlarla aşındırmaya devam edecek kıyıyı… Her dalganın görevi, diğer dalgalarla birleşip, kıyının heybetli görünüşüne daha güçlü darbeler indirmek… Sıra bizde… Kıyıya yalnızca birkaç adım kaldı… Ak köpüklerimiz kabardı, düşman ülkesine akın eden atlılar gibi mahmuzladık atlarımızı. Bütün gücümüzle, bütün duruluğumuzla ve öfkemizin bütün kutsallığı ile canımızı dişimize takıp saldırdık… Kıyıya yaklaştıkça bir başka renge bürünüyordu dalgalar, bir renk cümbüşüydü sanki sahil… Mavi, beyaz, sarı, siyah, kurşuni… Kıvırcık, lüle lüle saçlı kızlar, oğlanlar… Aksakallı yaşlılar, nineler, delikanlı erkekler ve kızlar… Bütün renklerden, bütün tenlerden insanlar… İçlerinde en korkağı ve acemisi, en çekingen ve tedirgini bendim… Sormaya vakit kalmadan ve öğrenemeden bu sırrı her birimiz vuruşun bütün incelikleriyle çarptık kıyıya, parçalandık, her bir parçamız bir yerlerde asılı kaldı, kristal parçaları gibi mavi mavi… Kocaman açılmış ağızlarında sivri dişleriyle saldırdılar cesetlerimize… Vampirler gibi içtiler kanlarımızı oluk oluk… Ne gam, biz çarptık ve bedenlerimiz dağıldı, siz varın öldü bilin bizi… Kimyacı Lavosierin matmatikçi arkadaşına söylediği geldi aklıma… “ Kellem giyotinle vurulduğunda sepete düşen gözlerime bak… iki kez göz kırparsam ölümden sonra da yaşadığımı düşün”… İkişer kez göz kırptık kalabalıklara alaycı bir tebessümle… Ruhlarımız geri döndü suların derinliğine… Yeni saldırılar için, yeni çarpmalar için deney ve birikimlerimizi aktaracağız yeni süvarilere… Gövdelerimiz değilse bile ruhlarımız ebediyete kadar çarpıp duracak bu kıyılara…
Yeni bir hayat başladı duru mavi suların derinliğinde… Hayatın vaat ettiği topraklardı buralar… Bu ülkenin fethi buradan başlıyordu… Kimler yoktu ki… Siyah derili Patric Lumamba ta öyle yaslanıp durur kurşuna dizildiği ağacın altında… Kızıl yıldızlı beresini yana yıkmış Che… Gülümseyen yüzü ve seyrek sakalıyla bir şeyler anlatıyor yeni süvarilere… Parkasından tanıyorum bizim delikanlıyı, denizin derinliklerinde bir Deniz… Başını kitaplara gömmüş vakur duruşuyla Mahir mi Mahir hemen yanı başında… Ağırbaşlılığı ilke edinmiş Hüseyini tamamlıyor Cihanın ataklığı… Ufacık bedeniyle masalların Ferhadı İbo… Yine Okyanusları devirmeyi koymuş bir kez aklına, tutabilene aşk olsun… Tanıdığım tanımadığım milyonlarca sima…. Geniş, ferah, aydınlık bir evren…
“Abi bir sen kaldın” dedi garson omzuma dokunarak… Bir düşten uyandım… Kalkacaktım oturduğum yerden, çetrefil yaşamın içine doğru yürüyecektim yine çaresiz… Kalktım, adımlarımın çizdiği güzergaha hiç itiraz etmeden onların gittiği belirsiz yönlere yürüdüm… Sağımda solumda, önümde arkamda, uzak ve yakınımda insan kalabalıkları… Onlardan biriyim işte… Tek farkım onların aklına getirmediği bir düşten yeni uyandım, bu caddeleri, sokakları, denizleri, dağları bu düşler ülkesi yapmak mümkün… Böyle bir dünya mümkün…Peki ama “Kazandık mı, kaybettik mi”?… Ne önemi var ki bunun… Durduğum yerdi benim sılam… “Gönül kalk gidelim sılaya doğru”…