Ne zaman Karadeniz yöresine doğru bir yolculuğa çıksam otobüslerin zorunlu güzergâhı üzerinde olan kasabamıza yaklaşırken bir heyecan bir heyecan… İçim içime sığmaz. Oysa Ankara terminalinden başlayan yolculukta ne kasabaya uğramak vardır ne de Ankara-Samsun asfaltının ortasından yarıp geçtiği köyümüze dönüp bakmak… Otobüsümüz Kasabanın girişinde bulunan dinlenme tesislerine geldiğinde acele acele hemen muavini uyarırım… “Muavin kardeşim, Sungurluda inecek var!…” Muavininin ters ters yüzüme bakarak “ abi sen Samsun yolcususun, daha gelmedik ki” uyarısına “ yok yok, Sungurluda ineceğim” yanıtıyla muavin sol elini havada sallayarak “ in be adam” dercesine beni kibarca asfaltın ortasında bırakır, Sungurluya kadar dört beş kilometre yolu kâh gülümsemelerle kâh kendi kendime konuşarak kat eder, çarşıya gelirim.
Beni Sungurluya çeken ne? Kasabanın alt girişinde sizi bütün nezaketiyle, görmüş geçirmişliği ile gülümseyerek karşılayan saat kulesi mi, askeri disiplin içinde okuduğumuz yatılıdan bir fırsatını bulup firar ederek gece matinesine kaçak girdiğimiz Yılmaz Güney filmlerinin “yasakları delme” nostaljisi mi, ağır başlı, ağır kanlı sevgili arkadaşım rahmetli Çerkez Hayrullah’la her nasılsa ortalarına düştüğümüz faşist güruhla meydan savaşımız mı… Yoksa kasaba eşrafı Hacı Nuri’nin şehla gözlü kızının göz altı bakışları mı… Hepsi ya da hiç birisi… Kaç yıldır aynı soruyu sormama rağmen bir kez olsun kendimi ikna edici, inandırıcı bir cevap bulamam. Küfül küfül bahar rüzgârlarının estiği o dehşetengiz Nisan-Mayıs aylarında, ya da kasaba pazarının olduğu günler Ağustos ayının bozkır sıcağında oflayıp puflayan dağ köylülerinin Aygar karlarıyla başlarını, enselerini ovalayarak serinlediği sıcaklarda caddede yürürken hep o eşek arabasıyla pılımı pırtımı taşırken ayağımın kayıp düştüğüm ışıl ışıl cam gibi parlayan, ayazın burnunuzu kopardığı buzlu caddede sanırım kendimi. Caddede yürürken sık sık ürperir ve tökezlerim. Öğrenciliğimin geçtiği Sungurluda hiç aşınmayan, hep yaşanan, anımsanan bir geçmiş…
Buz tutmuş caddede ayağım kaydı ve düştüm… Sırtüstü… Dizkapaklarım, ellerim soyuldu, kanadı. Yardıma koşup gelenlere aldırmadan ve bir yerlerimin acıdığını duymazlıktan gelerek seke seke koşmaya başladım… O gün pazardı. Yarın Türkçe dersinden verilen kitap özetinin yazılması gerekirdi. Yoksa valla deli Türkçe öğretmenimiz çarptığında nefes aldırmıyordu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani isimli romanı on beş tatil dediğimiz eğitim-öğretim döneminin birinci yarıyıl tatilinde okunacak ve özeti çıkarılacaktı… Ortaokul birinci sınıftaydım ve “roman” sözcüğünü duymuştum da ne mene bir şeydi, bilmiyordum. Kasabanın tek bir kırtasiyecisi vardı, öğretmenimiz “ Kitabı Hasan Berberde bulursunuz” demişti de romanın kuvvetle muhtemel bir kitap olabileceğini o zaman düşünmüştüm ama henüz görmediğim için de pek emin değildim. Öyle ya ben kitapları, çimento torbası kağıdıyla kaplanmış babamın Karacaoğlan’ından, Köroğlu’ndan, Pir Sultan Abdalından, Kerem ile Aslısından, Ferhat ile Şirininden ya da Erzurumlu Ömer’inden bilirdim. Babam bu kitaplara “Heyka” ya da “türkü” kitapları derdi. “Roman” da bu kitaplar gibi bir şey miydi? Belki…
Paramız çıkışmadığı için üç arkadaş ortaklaşa aldık kitabı. Ben okuyup özet çıkaracaktım ve diğer iki arkadaşa da verecektim kitap özetlerini… Kitap benim olsundu, yeter ki kitap özetlerini çıkarıp vereyim arkadaşlarıma da deli Türkçecinin köteğinden kurtulsunlardı. Buna değerdi, babam kitapları severdi, babam beni de severdi. Ona bir kitap götürürsem beni daha çok severdi… Hatta o gün Ankara’da amelelik yapıp köye yeni geldiği günse bana harçlık bile verirdi. Yanılmamıştım, roman bir kitaptı da içinde yazılanlar pek benim dinlemeye alıştığım “heyka”lara, türkülere benzemiyordu. Ufak tefek sıyrıklarla romanın kitap olduğunu öğrendim öğrenmesine de yine de kasaba pazarında sergilerde satılan “Battal Gazi ” ya da “Zaloğlu Rüstem” gibi Çorumlu Ahmet’in bağıra çağıra sattığı daha ucuz kitaplar vardı, öğretmenimiz onlardan kitap özeti çıkarmamızı isteyemez miydi?… Neyse takdiri buymuş demek ki…
Kitap yarıyı geçinceye kadar olayın geçtiği konak bizim köyün otluk mahallesindeki cinci hoca Ahmet’in konağı mıdır, yoksa başka ülkelerde, başka şehirlerde bir konak mıdır pek anlayamadım. Cinci Ahmet hoca baba tarafından yakın akrabamızdı ve “cin çıkarma” konusunda cinder hocanın üstüne yoktu. Yüksek bir tepeden Ankara-Samsun asfaltından geçerken saydığımız arabalar cinder hocanın kapısında sıraya girer, cinlerini çıkartanlar, evde kalmış kızlarına koca sözü alanlar, define yerini kesin ve tam anlamıyla öğrenip de bir an önce defineye sahip olmak isteyenler, başı ağrıyanlar, hamile kalamayan kadınlar dertlerine devayı bulmalarıyla yüklüce bir “hediyeyi” de Ahmet hocanın eline sıkıştırırlar ve Ahmet hocanın hayır duasıyla köyden ayrılırlardı. Ahmet Hoca bacağı topal, beli kambur kümesten yumurta çalmada üstüne olmayan bir yetenekti. Ne olduysa o gece olmuş, tanrı Ahmet Hocaya “yürü ya kulum demiş” cinlerini göndermiş, böylece tanışıp bilişmişler cinlerle. Ertesi günü kafasına sarığı da takınca bizim köylülerden kazını tavuğunu kucaklayanlar kuyruk oluşturmaya başladılar Ahmet Hocanın evinin önünde. Namı ve cinlerle dostluğu dillere destan olunca Marka arabaların sıraya girmesiyle bizim köylülerin kazına tavuğuna pek yüz vermez oldu. Allah için işini canı gönülden ve yürekten yapardı. Genç kızların göğüslerini açtırır, kızarıp bozaran kızların meme uçlarına tükürür, eliyle tükürüğü göğüslerine yayar, okşamaya başlamasıyla da kendinden geçerdi. Kirpikleri inip kalkmaya başlayınca okşadığı göğüslerden cinlerin çıktığını müjdelerdi. Genç kızların, kadınların göğüslerinden cinler çıkar mıydı, biz görmezdik, sadece kendisi görürdü bunu ama birkaç dakika kendisine gelemediğini bilirdik. Cinlerin kendisini çok yorduğunu söylerdi. Allah’ı var hani, orta yaşlı kadınların ve cümle erkek tayfasının göğüsleriyle ilgilenmez, onlara su bardağına damlattığı mürekkep lekelerini gösterir, “cinlerinizi gördünüz mü” eminliğine “ahaa, işte üç tanesini görüyorum” cevabını almasıyla “çıkın oradan lan şerefsizler” derdi. Ahmet Hocanın erdeminin yanında şerefsizliği tescillenen cinler bu şerefin karşısında kaçacak yer ararlardı.
Kitaptaki konağın neresi olduğunu bilemedim ama kitabın yazarı bizim köylülerin adlarını değiştirmiş, yazmıştı. Mesela Ahmet Hocaya değil takılmak, en küçük bir saygısızlık bile adamı çarpardı. Cinlerden ordusunu bir salıverdi mi üzerinize, Allah yarattı demez ağzınız eğrilir, gözünüz kör olabilirdi. Kitabın sonuna yaklaştıkça bu “kötü niyetli yazarın” amacını anlamakta geç kalmadım tabii ki. Sanki cinler, periler yokmuş da, konağın hanım efendisinin malına mülküne el koymak için birleşen ve başını yeğen Şevkinin çektiği çete korku atmosferi yaratmış. Muhsine hanımın aşığı Hasan da bunları yakalayıp bir güzel yüzlerini ortaya çıkarınca cinlerin perilerin uyanık çıkar çetelerince korku amaçlı yaratıldıkları ortaya çıkıvermiş. İşte burada kafam karıştı, ta çocukluğumdan beri korkudan içimi titreten, başımdan uzak tutmak için bütün sureleri, duaları ezberlediğim cinler, periler yok muydu yani… Yani akşam ezanı okunup yerler mühürlendikten sonra ben bizim küllükten besmelesiz geçersem beni de çarpmazlar mıydı… Iııhh… Çocuk aklımın ilk kaldırım taşlarını yerinden oynatan bu kitaptı… Mesela Ahmet Hoca kitabın gulyabanisiydi. Ahmet hocanın babası Ali amca Şevki beyin ta kendisi, Ruşen ve Çeşmi Felek kalfa sultan karı olmalıydı. Korkunun konu mankeni muhsine hanım, yaratılan korkuyla mallarına mülklerine el konulan bizim köylülerdi. Gulyabaniyi hurafelerden yararlanarak halkı korkutmak amaçlı tezgâhlayan çete başı şevki… Korku çemberini kıran Hasan da deli Sıtkı amcam… Şer adamdı deli Sıtkı amcam, korkusuz, gözü pek… Bir gün Ahmet Hocaya “…mına koyduğumun pezevengi, milleti soyup soğana çevirmek için söylemediğiniz yalan, yemediğiniz haram kalmadı, topunuzun… mına koyarım sizin” demişti de meydandaki ahali “cin çarpmış” gibi anında toz oluvermişti.
Yaşamımızın bir döneminde yaşanalar hiç beklenmedik bir çağrışımla çıkıverirler karşınıza… Belki o anıları yeniden yaşamak, o nasıl adlandıracağınızı bilmediğiniz efsunlanmış geçmişe dönmek istemeyeceksiniz ama ne çare ki o karşınızdadır… Anlar, saatler, saniyeler birer birer dökülür seyirlik bir oyun gibi… Cinde rahmet Hocanın cinleri… Yaşamı boyunca bir kez bil şerefli olamayan, şerefli olmaya ihtiyaç duymayan Ahmet Hocanın cinlere çıkışı, azarlayışı: “ Çıkan oradan lan şerefsizler”… Cinler bu bozuk kişiliğe “siktir git” demişler midir, yoksa onlar da işi deli Sıtkı amcamın “topunuzun… mına koyarım” güzellemesine mi havale etmişlerdir…
Heyyy Korku baronları… Gericilikten umduğunuz medetin iç yüzünü ortaya çıkarıp yüzünüze çarpacak Hüseyin Rahmi Gürpınarlar var oldukça rahat yüzü göremeyeceksiniz.
Şerefli insanlar şerefli olmayı şerefsizlerden öğrenmiş olmasın!…