“Yıl on iki ay çoluk çocuk çalış çabala, gece deme gündüz deme, zemherinin soğuğunda it gibi titre, ağustosun sıcağında ter kıçından aksın, harmana yığıp çuvala doldurma zamanı hasatı rüzgârın yeline, yağmurun seline bırak gitsin, öyle mi?” Anasının zehir zemberek serzenişi karşısında mahcuptu oğlu, başını eğmiş, gözlerini yere dikmişti, ağzı kurumuş, dili dönmez olmuştu, edecek bir çift sözü de yoktu. Bakamıyordu anasının yüzüne.
Öyle olurdu meret bu yörelerde. Ortalık günlük güneşlikken ötelerden bir bulut kabarır, önce sürü halinde akbabalar süzülmeye başlar, şemsiye gibi açtığı iki metrelik kanatlarıyla alçalır, alçalır milletin tavuğuna cücüğüne musallat olur, sen akbabaların pençelerine taktığı avıyla yıldırım gibi havalanışını ahmak ahmak seyrederken arkasından indiren sağanak yağmurun döşekte serili arpa, buğday yulaf ne varsa çeçin içine göllenen suyu kehribar sarısı buğday, çavdar tanelerini sürükler karıncalara kuşlara yem eder, emeğinle malamat olursun. Eh işte, al hayrını gör. Ah şu ihmalkârlık, olacağı önceden kestirememek yok muydu, bıraksan yakasını seni de kurda kuşa yem etmekte tereddüt bile etmezdi. Anası, civcivlerini akbabalara kaptıran, harmanlarını selin götürdüğü köylülerin bedduasına sinirlenir “ akbabalara kızacağınıza, civcivlerinize sahip çıksaydınız, akbabalar parçalayacakları leş ararlar. Rahmete lanet okuyacağınıza döşeğinizi toplasaydınız, açık döşekten oynaş eksik olmaz” derdi.
Oysa daha çocuktu, oyun çocuğu. Orta ikide miydi ne, arkadaşları yaz tatilinde gidecekleri deniz kenarı şehirleri, kasabaları anlatırlardı, hatta orada evleri bile olanlar vardı, denize girerlerdi, yüzerlerdi, diğer tatilcilerin çocuklarıyla gece yarılarına kadar kızlı erkekli oyun oynarlardı. Hiç deniz görmemişti, onları dinledikçe denizi hayal ederdi. Köydeki harman, ırgatlık, mal maşat işlerinden kaytarma fırsatı bulur bulmaz, akşam eve döndüklerinde analarından yiyecekleri köteğin bedelini peşinen ödemeyi kabullenerek tarla sulama bendinde akranlarıyla birlikte şeker çuvalından bozma uzun donlarının paçalarını bağlarlar, ıslatıp şişirirler, tulum yaparlar, üstüne yatıp bentte yüzerlerdi. Deniz galiba bentten daha büyüktü ama ne kadar daha büyük olduğunu da kestiremezdi. Onun gibi köy çocuklarının yaz tatili ihtiyaç duyulan işe göre davar gütmekten, ırgatlık tarlasında tırmık çekmeye, harmanda bedenlerini kanatırcasına kaşıtan arpa tozunun içinde düven sürmeye, hayvanlara ot biçmeye kadar değişirdi. Çocuk dediysem yaşı itibariyle çocuktu, oysa üzerine yüklenen yükün altında bükülmemeye çalışan kocaman bir adamdı. Bir kasaba ortaokulundaydı, öğrencilerin çoğunluğu kendisi gibi köylü çocuklarıydı, güneş yanığı tenleri, ayaklarındaki yün çorap ve lastik ayakkabılarıyla hemen göze çarparlardı. Yoksulluklarının tetiklediği tedirginlikleri, içlerine kapanıklıkları kimlik kartı gibi boyunlarına asılıydı, hipermetrop değilseniz hali meali yüz metreden okuyabilirdiniz. Bakımlı, iyi giyimli çocuklar azınlıktı, tatil maceralarını onlar anlatırdı, hepsinin birbirinden farklı, birbirinden renkliydi tatil maceraları, azınlıklar anlatır, çoğunluklar dinlerdi. Çoğunluğun tatil macerası tek düzeydi… Mal güdüp tarla sürdüm, orak biçip düven sürdüm… Bir de ayrı bir grup kasabalı çocuk vardı, bunlar daha bir yırtık, daha bir girişken gözü açık çocuklardı. Yazın lokantalarda komilik, sanayide çıraklık yapıp haftalık alırlardı, kimileri haftalığını olduğu gibi anasına babasına verir, okul harçlığı biriktirirdi, kimileri de haftalıklarının bir kısmını kaçırıp açık hava sinemalarına gider, gizli köşelerde sarma tütün içerlerdi. Bu kesimin de yaz tatili buydu, anlatacakları tatil maceraları da özenle kurgulanmış kurmacalardı.
“Filanca lokantada komiydim, bir baktım kaymakamla karısı bizim lokantaya geldi, tabi kızları da yanında… Kızın yüzü bana dönük, o biçim bir kesik attım, Allah inandırsın kız o saat bana aşık oldu, yani yengen olur anladın mı?”
“Abime söyleyeyim, Cüneyt Arkın oynuyor, sinemada iğne atsan yere düşmüyor. Ben de aralarda çekirdek satıyorum, ama ne para kazanıyorum lan, Vehbi Koç duysa hasedinden çatlar. Bizim mahalleden makbule abisiyle sinemaya gelmiş, o saat tanıdım, kaçırır mıyım yanaştım hemen, bir iyi akşamlar çektim, kızın elini tutacaktım, abisi olacak lavuk horozlanmaz mı, çakıverdim kafayı, sen kimle dans ediyorsun lan dedim, sinema ahalisi araya girmese adamı parçalayıp, kızı kolundan tuttu mu”… Yan gözle de kızları süzerler, inandırıcı olayım derken sevimli bir komedyene dönüşürlerdi. Dedim ye bu kesimin tatil maceraları da kendileri gibi yırtık, geniş hayal gücünün harekete geçirdiği iç geçirmelerle doluydu. Yaz tatilinde komiydiler, çekirdek ya da simit satıcısı, ayakkabı boyacısı ya da sanayide çırak… Zaman içinde liseli olmuşlar, bir, iki, üç derken bu süre içinde çocuklar delikanlı olmuşlar, kendi içlerinde yeniden ayrışmışlar, yeniden birleşmişler, arkadaşlıklar dostluklar kurulmuş, nihayetinde lise bitmiş, kimisi üniversiteye, kimisi, kasabada bir bankada, tapu ya da mal müdürlüğünde kısa yoldan yaşama koyulmuşlar, herkes kendi safında yerini almıştı.
O da safını seçmişti. Aynı saftaki arkadaşlarından birçoğu kasabada kalmış, pek azı üniversiteye gelmişti. Çocukluğundaki köyü karanlığa boğup köylülerini tedirgin eden kara bulutlar bütün ilkenin üzerine çökmüştü. Akbabalar bu kez civciv leşlerine dönmüyordu, sokak başlarında pusularda öldürdükleri, zindanda çürüttükleri insan etiyle besleniyorlardı. Uğursuz, ardı arkası kesilmeyen fırtınalar insana dair ne varsa yıkıp geçmekteydi. Şeyh Bedrettin’in varidatını lise yıllarında okumuştu da doğrusu pek anladığı, içine nüfuz ettiği söylenemezdi. “Bu işler duyulur da durmak olur” muydu, olmazdı. Börklüce Mustafa Osmanlıya huruç eyler de Şeyhim, Bedrettin’im durur muydu, durmazdı. Durmamıştı. Şeyh Bedrettin, Börklüce Mustafa, Torlak Kemalin insan onurunu gülümseten miraslarının sahipleri onlar değil miydi? Bilmezler miydi ki başları vurulacak, bedenleri çürütülecekti… Bilirlerdi… Bilmesine bilirlerdi de ülkeyi, insanı akbabalara yem etmeye de hiç niyetleri yoktu… Teslim olmaya hiç niyetleri yoktu. Lise yıllarında sormaya başladığı soruların cevapları üniversite yıllarında tek seçenekli ve ayan beyan açıktı. Dövüşülecekti, yenileceklerini bile bile ve bir kez olsun birbirlerine yenileceğiz demeden dövüştüler, yenildiler.
Kendi kendine konuşur, kimse duymazdı kendisini kendinden başka… Kendisine kendisi itiraz etti… “Yenilmedik, tersine kazandık, kendimizi kazandık, bütün hengâmelere rağmen insan olmayı kazandık”.
Yıllar akıp geçti… Bulunduğu şehirde eş, dost arkadaşları oldu… Arkadaş çevresi öyle toplumsal etiketi olan, kerli felli insanlar değildir. Yarı işsiz, mevsimlik işçi, kahve garsonu, fırın işçisi filan… Kafasındaki sorulara bu insanların günlük davranışlarındaki edindiği izlenimlerden cevap bulmaya çalışır. Deli Bayram bunların arasından biridir. Bir apartmanda karın tokluğuna kapıcılık yapar, öyle oğlu kızı kimsesi yoktur. Rast geldikçe deli Bayrama sigara çay ikram eder, zaman zaman harçlık verir, deli Bayramın gülen gözlerindeki mahcup teşekkürüne mazhar olur.
Severdim onların birbirlerine takılmalarını, hoş sohbetlerini. Herhalde onlar da beni severlerdi. Yanaşırdım yanlarına, benimle mavra yapmak hoşlarına giderdi. O gün bu eski kulağı kesikler aralarında sohbet ediyorlardı… Can çıkar da huy çıkmaz derler ya, işte o sohbetlerden biri… Arkadaşları solun farklı geleneklerinden… Birisi, ciddi ciddi iktidar sözünden uyuz oluyor. İçlerinden biri her şeye muhalif, her şeye karşı… O günkü sohbetin içeriğine de karşı. Diğer birisi hınzırlık edip muhalif olanın üstüne üstüne gidiyor, kızdırıyor onu, onun kızması hoşlarına gidiyor, gülüyorlar, iş matraklığa varıyor.
Bana çay ısmarladılar. Yanımızdan deli Bayram geçiyor. Bayramın sadece lakabı değil, kendisi de bal gibi deli işte.
Bayrama sesleniyorum, “Gel, diyorum, buradaki arkadaşlar bonkör, çay iç, bir de sigara tellendir”. Deli Bayram yanımıza geliyor, arkadaşım diyorum. Çay, sigara teklifimizi el kol hareketiyle, mimikleriyle geri çeviriyor.
Her şeye karşı arkadaş ani bir atakla bayrama dönüyor, “İktidar kutsal mıdır”?.
Gözleri büyüyor, kekelemeye başlıyor, sinirleniyor Bayram.
“ Sokturma iktidarına” diyor.
Rahatlıyor muhalif arkadaşımız. “işte diyor emeğimizin, çabamızın ürünü bir arkadaş, ne delisi be, hepimizden daha akıllı, hele sizden bin kat daha akıllı, artık hasat zamanıdır”.
Çocukluğumun elli yılı geçiyor beynimden.
Hasat zamanı diyorum içimden.
Hiçbir şeyi heba etmeden, hiçbir şeyi kurda kuşa yem etmeden…