İtaatsizliğinin miladını kim hatırlayabilir ki… Hele benim gibi köy yaşamından gelenlerin evin dışına ilk adımını atması efelenmenin ilk raconu, bıçkın delikanlılığın mühürlü nişanesi ise bir ömür silinmeyecek yaşam sicilinde de ilk çiziklerin kazındığı bir kaçaklık öyküsü başlıyor demektir. Bu öykü nerelere uzanmaz ki… Bıyık, büküle büküle kaytan olurmuş ya, insan da daha çocukluğunda ne olduğunu kavrayamadığı, bir anlam verme kaygısı taşımadan tamamen içgüdüsel reflekslerinin yol gösterdiği eyleminin zamanla anlam kazandığını, ele avuca sığmaz haşarılığının yaşamının her dönemecinde bir yenilgiye, bir direnişe dönüşeceğini hangi müneccimin sihirli formülü, hangi astroloğun kozmik verileri açıklayabilir…
Anasının patiska bezinden diktiği donuna karabina tabancayı, yatağan palayı sokup sokağa çıkmanın kendine özgü ayrıcalığını yaratırken düşen donunu çekmeyi bile beceremeyen çocuk, aslında dünyaya kafa tutmanın ilk egzersizlerini çiziktirmektedir. Çizgileri çoçukcadır, adımları acemidir, tüysüz dudağında burduğu kaytan bıyıkları gülünçtür gülünç olmasına da bir o kadar temiz, bir o kadar lekesiz ve içtendir ki, içtenliği ve inanmışlığı bütün kusurlarını örtmeye yeter de artar bile… Kuran kursu ile ilk mektep arasında dokunan mekikle şaşkına çevrilse de, ne kuran kursunda ezberlenen ayetler, ne mektepte öğretilen alfabe, kerrat cetveli pek umurunda değildir… Gözü, kulağı sarıklı imamın amin sesinde, mektebin son ders zilindedir. Kuran kursunda elif cüzünü, mektepte sarı yapraklı saman kâğıdı defterini, kitaplarını almayı bile umursamadan sokağa fırlayacak, kızın anasının şikâyetiyle kendi anasından yiyeceği köteği peşinen kabul ederek köyün ortalık pınarından helkesiyle su taşıyan anasıyla kızının önüne geçecek, anasından kızını isteyecektir. Kızın anasının “ git oradan gâvurun piçi” efelenmesine bütün delikanlılık öfke ve gururuyla karşı koyacak, kızın koluna yapışacaktır. Kızın yüzüne indirdiği tokadın karşılığı, avucundaki toprağı anasıyla kızının helkesinin içine boca etmek olacaktır. Pes etmek yoktur onun için, ta ki anası “ “kurban olduğum biraz büyü Elifi sana vereceğim yola gelmişliğine, kızın da “helkeme toprak atma, ben senin nişanlın değil miyim” yakarışına kadar… Kızın anasının o akşam kapıya dikilip “şu piçine sahip çık, yine kızın önüne geçti” şikayetlenmesinin anasının okkalı köteğinin başına patlayacağını bilir… Canım, bile bile de köteğin önüne yatılmaz ki, kaçma zamanıdır…
Tanrım, kaçaklık ruhu bu yaşta mı işlenir insanın içine…
Sonra çetesini toplar dikenli telli, yüksek korunaklı duvarlarla çevrili, kulübesinde eli sopalı bekçiler bekleyen erik bahçelerine, üzüm bağlarına dalarlar… Bekçiler bir hışım arkalarına düşer… Dağ bayır, yalın yapıldak kaçma zamanıdır, bile bile de bekçi köteğinin önüne yatılmaz ki… O akşam bekçinin kapıya dayanıp, değneğini sallaya sallaya babama “ el âlemin bostanına dalıyorlar, çete bunlar çete” şikâyetlenmesiyle, suçunuzun bacağınızdan asılmak olduğuna dair iddianamesini düzenleyip babanıza sunacağından adınız kadar eminsinizdir… Canım, insan “ buyur baba beni bacağımdan as” deyip ipi de kendi eliyle götürmez ya… Kaçma zamanıdır…
Babanın seni bacağından asmasından kaçarak kurtuldun da, günlerce askılara gerilmekten kaçamadın acemi kaçak…
Kaçaklığın incelikler gerektiren bir sanat olduğunu ne zaman öğrenecektin…
Çoğunlukla da kaçamazlar, yakalanırlardı bekçilere, kiminin gözünün morarması, kimilerinin burnunun kırılması hesaba dâhildir, aslolan pes etmemektir, moraran göz iyileşir, kırılan burun düzelirdi, “yaraları iyileştirme” molasından sonra yeniden işe girişilirdi. Yenilginin en iyi öğretmen olduğunu o yaşta yazısız, çizişiz hayat pratiğinden öğrenmiştir. Nerede kaçılacağının, nerede saldırılacağının felsefesini hangi filozof ondan daha derin kavrayabilmiştir ki…
Aklınca tabuları yıkıyor, yasakları deliyor… Kalın sislerle örtülü atmosferde bir delik açmıştır. Atmosferin ötesinin aydınlık olduğunu hayal etmiştir hep, orada gece arkadaşlarıyla oynadığı oyunlar bittiğinde eve dönerken meleklerin mühürlediği küllüğe basmaktan ödünün koptuğu küllükler yoktur, kuran kursu hocasının “aman ha çarpılırsınız” diye ödünü patlattığı cinler, periler yoktur. Orada, oynadıkları oyunlar sadece gece değil, gündüz de oynanır, anaların dilinde azar, babaların elinde kötek yoktur, sırtları sıvazlanır, saçları okşanır, sevgiyle kucaklanır. Çocukların, korkularından başını kaldırıp bakmaya cesaret edemediği, meyve yüklü dalları yola sarkan erik bahçelerinin, üzüm bağlarının karpuz kavun tarlalarının eli sopalı bekçileri de yoktur. Korkmadan istedikleri kadar alıp yiyebilirler… Günler ağır geçer, mevsimler çabuk… Göz açıp kapayıncaya kadar yıllar geçmiştir. Kuran kursu hocasına fırlattığı taş, ilk mektep maceraları, dönüp dönüp tekrar yaşamak istediği geçip giden zamanın geri dönülmezliğidir. Ortaokulda, lisede çevresinin zeki öğrencisidir, hele Matematik de üstüne yoktur. Babasının, ortaokul birinci sınıftayken ölümü üzerine aile büyüklerinin okuldan almak istemesine bütün öğretmenleri karşı çıkmış, aileyi ikna etmenin muhtardan geçtiğini bildiklerinden muhtara “ muhtar, ailesine engel ol, çok çalışkan bir öğrenci” dediklerini duymuştu. Kuran kursundan elif cüzünü iyi bilirdi de okulda öğretilen matematikle yeni tanışmıştı… Matematik, yasaksız, sınırsız bir düşünme alanı… Matematik öğrenip, kuran kursunun dar sınırlarının ötesine geçerek sınırsız, sonsuz, engelsiz evrenin olanaklarıyla düşünecekti…
İlk hatayı okuma yazmayı öğrenirken yaptığını yıllar sonra fark edecekti. Evliye Çelebi “din alimi” olmak için dua ederken “ şefaat ya resulullah” diyeceğine, “seyahat ya resulullah” deyiverince yüce yaratan bu sevgili kulunu dünya seyyahı yapmıştı ya… Yapılan hatalar her zaman düzeltilemez ki… Evliya Çelebi de muhtemelen yaptığı bu vahim hatadan dönememiş olmalı ki, hayatı seyyahlıkla geçmiş… Galiba o da matematik öğrenirken, yaşamının sonuna kadar düzeltemediği bir güzel yanlışa düşüp, matematiğin yasaları yerine kaçaklığın tarihine merak sarmıştı… Sınırsızlığın bütün alametleri kaçaktı… Felsefeyle tanışmıştı, Felsefe kaçaktı, filozoflar kaçaktı… Şiirle tanıştı, şiir kaçaktı, şair kaçaktı… Kimya ile tanıştı Lavosier de kaçaktı… Karlı kış günleri aman vermez soğuklara aldırmadan dağların tepelerine tırmandı, zemheri ayazında beyaz çiçeklerini rüzgârların savurduğu kardelenler de kaçaktı… Kurtların parçalayıcı dişlerine yem olmak istemeyen tavşanlar yirmi dört saat kaçıyorlardı, Avcıların namlularından sakınmak isteyen boynu kara geyikler, gerdana ala keklikler, deniz diplerinde köpek balıklarının doymak bilmez iştahını kabartan balıklar, istiridyeler de kaçaktı…
Kulvar değiştirip düze indi, Köroğlu kaçaktı, Şeyh Bedrettin kaçaktı… Kitabın ileri sayfalarında neler yazacağını tecrübeyle öğrenmişti… İki ayaklı yaratıkları insanlaşma serüvenine çağıran yazılar, resimler, heykeller de kaçaktı… Che kaçaktı, Sinan kaçaktı, Deniz kaçaktı…
Arı kovanına çomak sokmak isteyenlerin yaşamak için bir tek yollarının olduğunu geç de olsa öğrenmişti… Bu kaçaklıkta bir kutsiyet vardı… Yeryüzünün bahşettiği yaşamı bahşedilen güzellikleriyle, insanca, onuruna yakışır şekilde, gülümseyerek yaşamak isteyenlerin yol üstü güzergâhları mıydı kaçaklık…
Lise son sınıftaydı, kalın bir sis tabakasının üstüne lök gibi çöktüğü bir ülkede, karanlığa karşı direnenlerin bildirilerini yakalattı… Daha sonraki yaşamına ucu ucuna eklenen kaçaklığının ilkiydi bu… Okuldan ve yatılıdan atılmakla kalmayıp, aranmaya başladı… O, yaşamının bütününe damgasını vuracak kaçaklar dergâhına ilk adımını atmıştı… Hoş geldin dediler… Bir lokma, bir hırka, bir tas da su… Yârin dudağından gayri her şeyimiz ortaktır dediler…
O, artık müzmin bir kaçaktı…