Onu, bir toplum içinde başka insanlarla şaka yaparken, gülerken, eğlenirken, küfrederken ya da kendinden geçercesine bağırırken pek göremezsiniz. İlla konuşması gerekiyorsa yavaş, usul sesle davudi perdeden konuşur, geleneğe, göreneğe aykırı sözlerine yüzüne karşı bir şey diyemeyenler onun meclisten ayrılmasıyla “kaçık işte” derlerdi. Gerçekten aykırı biriydi, her şeyiyle aykırı. Herkesin güldüğü, dalga geçtiği şeylere onun gizli gizli ağladığını, kimsenin takmadığı şeyleri kendine dert edinme ustası olduğunu anlamanız için onunla birkaç kez karşılaşmanız yeterdi. Klasında bir “ağır abidir” O. Merak edip onu görmek isteyenler sahil kasabasının kıyıya vuran dalgalarının hışırtılarının duyulduğu salaş kahvelerinden birinde, kalabalığa karışmadan, tek başına çayını içerken sigarasının dumanını ağır ağır havaya üfleyişinden tanırlardı. Çayını son damlasına kadar yudumlayıp, bardağı elinin tersiyle itmesiyle kalkması bir olur, soluğu sahilde alır, dalgalarla konuşurdu. Yol yorgunuyuz derdi kıyıya vuran dalgalar, gönül yorgunuyum derdi sahile adım atan adam. Onun kendisiyle konuşmasına dalga geçenlere tepesi atar “orospu çocuğu” demezdi de “şiir çocuğu” derdi.
“Şiir çocuğu” deyişine gülmüştüm. Bu deyişinin sebebini sormama gerek kalmadan kendisi açıkladı: “Oruspuları severim dedi, onlar çırılçıplak gerçekçidir, eğip bükmez, namuslu pozuna bürünmez, bu türlerden korkmazsın, çünkü saklayacak bir şeyleri yoktur, yanıltmazlar seni. Ya şiir öyle mi?. Şiirin hiçbir imgelemi yoktur ki şu yaşadığımız kepaze hayata bir dokunmasın, bir ah çekmesin. Beynimizi öylesine ele geçirir ki alır seni götürür al atlıların ülkesine. Sana öyle bir yaşam vaat eder ki bütün kepazelikleri unutur, tuvalet kokan yaşamın dışına fırlayıverirsin… Şiir biter, başını avuçların arasına alırsın, her şey ne kadar da vakurdur, ne kadar da onurludur. Herkes el ele, herkes herkes için, ayrılık yok, gayrılık yok, bütün dünya el ele tutuşmuş ebemkuşağının renklerinde meltem serinliği esintilerde dans ediyor… İşin garibi inanırsın bir de böyle bir dünyanın mümkün olduğuna… Hayat böyle bir dünyada anlam kazanır, sevgiler aşklar böyle bir dünyada boy atar, büyür, büyür, büyür… Merhabalar da öyle değil mi, ağız ucuyla söylenen merhabayla, içten gelmeyen zorlama bir merhaba arasındaki farkı anlamaz mısın, anlarsın tabi. Sen de karşındakine yapmacık bir sözcüğü sentetik bir dudakla söylersin. Alan memnundur, veren memnun. Yani hepimizi değme sahtekârlar olduğumuz halde her birimiz el değmemiş dürüstlük timsalı rolünü kimseye bırakmayız. İnsansın, gerçekliği olmadığı halde şiirin yarattığı hayal dünyasına ulaşmak için mahşerin atlıları olursun, cehennem zebanilerinin üstlerine sürersin atlarını, zebanilere yenileceğini bile bile, ısrarla sürersin, bıkmadan usanmadan, canın tenini terk etmediği sürece sürersin atını zebanilerin üzerine… Yenilgilerde öğrenirsin dostluğu da düşmanlığı da puştluğu da. İdealin için zehir zıkkım yaşadığın bir yaşamı bile tebessümle karşılarsın. Belki de o dünyanın kapısına varmadan yaşama veda edeceksin… Olsun dersin, kepazeliğe boyun eğmektense onuruyla ölmektir insanın adı…
O cehennemlerde bir gülü düşlersin, bükük boynu yana düşmüş, dert edersin kendine, dertlenirsin onunla. Tenini yakan cehennem ateşine inat birazdan serin meltem esintilerinin eseceğine öylesine inanmışsındır ki zebaniler bile senin normal bir insan olduğuna inanmaz, onların gözünde bir kaçıksındır sen…
Böyle bir dünyada yaşamak, böyle bir dünyada ölmek istersin. Son nefesini verirken gönül rahatlığı içinde “yaşadım” diyebilmenin haklı gururunu taşırsın. Tabutunun üstüne bir avuç toprak atan elin namusunu duyarsın, toprağına düşen gözyaşlarının içtenliğini hissedersin. Oysa uzun sürmeyecektir düşlerin. Gece yarısı baskınlarında bölünen uykuların gibi düşlerin de bölünür, uyanmaktan korkarsın, inadına kaparsın gözlerini…
Ne çare…
Daldan bir yaprak düşer, bir kedi miyavlar, bir köpek havlar, kendine gelirsin. Burnuna tuvalet kokuları gelmeye başlar. Herkes herkesin kurdu olmuştur, yalan, dolan riya, ikiyüzlülük paçalarımızdan akar… Birkaç dakika içinde gözünü alamadan seyrettiğin al atlar gitmiştir, altında dans edilen ebemkuşağı hiç olmamıştır, onu sen hayal etmişsindir. Başını kaldırdığında kuzeyden buz gibi karayel esiyordur, kapkara bulutlar neredeyse boğazını sıkacaktır. Sana düşen sadece kaçmaktır. Nereye, hangi yöne kaçacağını bilmeden kaçmak… O şiirin her sözü, her dizesi seni öylesine aptallaştırmıştır ki o dizelerin yarattığı dünyayı da beynine depo etmiştir. Bu kez beynin seninle oyun oynar, dalga geçer, alay eder seninle… Neymiş, böyle bir dünya mümkünmüş… İçinde yaşadığın hayatta boğazına kadar boka batmışsın, içinden geçirdiğin dünyada ise bir Alis’ sin, harikalar dünyasındasındır. Söylesene orospu kim oluyor?. Sadece yaşamak için alenen bedenini satacak kadar gerçekliğin içinde olanlar mı, beynini hayallerle doldurup, gözüne perde çekip gerçekliği görmeni engelleyen, gökyüzünü sahte ebem kuşaklarıyla donatarak hayal dünyasına uçuran şiir mi?.
Hikmetinden sual olunmaz ama kalabalıklardan bucak bucak kaçan adam beni içtenlikle severdi. Herkesten kaçan adamın bende ne bulup da benimle dertleşecek kadar yakınlık duyduğunu kendime hiç sormadım. Benimle çekincesiz, yapmacıksız konuşur, gizlisiz, saklısız açardı içini. .
Sahil kahvesinin bahçesine yürüdük. Çiçeğinde bütün masumiyetini takınmış, hüzünlü mü sevinçli mi olduğuna karar veremediğim, gözüme bir peri kızı gibi görünen unutma beni çiçeğini koparmak için eğildim, çiçeği koparmak için uzattığım elimi havada yakaladı, gözüne baktım, “koparma” dedi. Dünyada o kadar çok gül dalından koparılıyor ki sonunda plastik çiçeklere mahkûm ediliyoruz, tıpkı insanlar gibi… Bu lanet olası kepazeliklerini sürdürmek isteyenler, kepazeliğe başkaldıran öyle çok insan kafası kopardı ki sonunda plastik yaratıkları insan olarak kabul ettirdiler bize… Kabul edelim mi?. Böylesi bir kabul bunlara verilen bir ödün olmayacak mı?. Neymiş, çiçekler koparılırmış, tabi ya çiçeklerin koparılmasını kanıksayalım ki insan kafasının koparılmasını da kabullenelim, öyle mi? . Gözleri dolmuştu, sesi titremeye başladı ağzından yere düşüyordu sözcükler.
“Uzun uzun dalıp gitmelerimiz aslında iç dünyamızın sessiz bir çağrısıdır. Yani içimizdeki boşluğa hatırlanması gereken bir şeyler bırakanların sesi… Dalıp dalıp uzaklara bakmak, bulutların üstüne çıkıp bir martı kanadına tutunarak deryalarda yok olmayı düşlemek ancak hayalperestlerin işi olabilir… Arkadaşlarımın çoğu öldürüldü… Sanki yanımdaymış, yanı başımdaymış gibi boynunu sola kırarak yürümeyi adet edinmiş o arkadaşımın mitinglerde, boykotlarda “arkadaşlar” diye başladığı sözleri taze bahar çiçekleri gibi burnumda tütüyor. Ne kadar içtendi, ne kadar samimiydi, iflah olmaz bir hayalperestti o… Yani tastamam, eksiksiz bir insandı o.”
Kasalarını ve ceplerini doldurmaktan fırsat bulamayanların ruhlarına bir şeyler koymak akıllarından bile geçmez. Bunlar da gerçekçilerdir. İğrençliğin gerçekliği…”. Yüzünü buruşturdu…
Arkadaşının adı geçtiğinde dudaklarından dökülen sözcükler sanki içinde depoladığı berrak suların serinletici damlaları gibiydi.
Sigarasının dumanının kalın buğusu dağılıp gitmişti. Etrafına bakındı, gökyüzünün toprağa, ağaç dallarına, çiçek yapraklarına bahşettiği yeşil yağmur damlalarının yüzüne düşen serinliğini hissetti, “gökyüzü beni anlıyor” dedi.
Dalgaların sesini dinle dedi. Sahile vuran dalgalar kırılıp kırılıp geri dönüyor. Kırıldık, yeter artık demiyorlar, toplanıp tekrar tekrar saldırıyorlar. Onlar bu saldırılarına inandıkları bir cenneti kuruncaya kadar aralıksız devam edecekler, gece gündüz, yaz kış… Öylesine çok inanıyorum ki onların kendi cennetlerini yaratacaklarına, belki bir gün şu sahili döğen hırçın dalgalar beni de içlerine alır.
İçimden “vallahi kaçık bu adam” dediğimi anladı sanki.
Koparılmış bir gül gibi önüne düştü başı.