“Dünyada faşist hareketler hızla güçleniyor… Seçimle yönetime gelen sağ iktidarlar birbiri peşi sıra faşizan uygulamalarıyla dikkat çekiyor… Güvenlik gerekçeleriyle, yasal yetkilerini de aşarak bir taraftan devletin yerleşik bürokrasi, yargı, ordu ve polisini amaçları doğrultusunda kadrolaştırırken, diğer yandan ırkçı ve dinci seçme kadrolardan özel silahlı güçler oluşturuyorlar… Denetleme, takip ve sindirme halkta korku ve paniğe yol açıyor, halk seçimle gelen bu iktidarların seçimle gideceğinden kuşku duyuyor”… (Basından)…
Çocukluğu, muhafazakâr ve dar bir çevrede geçmişti. Bütün akranları gibi büyüklerinin övgülerine mazhar olmak için bir günde şu kadar duayı ezberlemeli, bir haftada elif cüzünü, on günde emme cüzünü ezberleyip, köy meydanında büyüklerinin alaycı bakışları altında bülbül gibi şakıyarak eksiksiz okumalı, onların hayranlık dolu aferinini kazanmak için didinmeliydi. Dünya, yaşadığı bu köyden ibaretti ve ne kadar da büyüktü… İlkokula başladığında köylülerinin at, eşeksırtında yatsı namazı çıkıp, ertesi gün yatsı vakti geldikleri çok uzak bir ülkenin daha olduğunu fark ettiğinde, demek ki demişti, “dünyada bizim köy gibi bir dünya daha var”… “Orası, muhtemel bizim köy kadar büyük olmasa da yine de büyük bir yerdir.” İki, üç sınıfın birlikte okuduğu köy ilkokulunda görmediği Türkiye ve Dünya haritasını ortaokulda Coğrafya dersinde gördüğünde doğrusu ne olduğunu pek anlamamıştı. Öğretmen, elindeki küreyi habire çevire çevire “İşte bu dünyamız diyordu, kürede gördüğünüz gibi yuvarlak. Beşte üçü sularla kaplı, beşte ikisi kara parçası”… Köyümüzün hocasının cuma vaazlarında neden babamı sıkıştırarak “oğlunu gâvur mektebine gönderdi” dediğini o zaman anlamıştım. Bu gâvur mekteplerinde çocukları dinden imandan çıkardıklarını da şıp diye anlayıvermiştim. Ne demek dünya yuvarlaktır? Ne demek güneşin etrafında dönmesi… Gâvurlaştırılıyorduk basbayağı yahu… Apaçık dinimizle alay ediliyordu, sini gibi dümdüz dünya sarı öküzün boynuzları üstünde değildi de, kendi ekseni üzerinde ve güneşin etrafında dönüyordu… Aha, al bir bu eksikti… Tövbe tövbe gâvurlar aya çıkmışlar… Allah razı olsun hocalarımızdan, meydanı boş bırakmamışlar, ayın Allah’ın nuru olduğu konusunda ahaliyi ayıktırmak için gecesini gündüzlerine katmışlardı…
“Hocam, dinimizde dünya düz değil midir, sarı öküz boynuzlarını sallayınca zelzele olmaz mı?
Öyle sevecen gülmüştü ki hoca, hocasının bu inceliği karşısında sorduğu sorudan utanmıştı.
Bütün derslerinde başarılı sayılırdı da şu coğrafya bir türlü kafasına yatmamıştı. Hele şu dünyanın yuvarlak oluşu…
Bir gün coğrafya hocası “ders çıkışı beni gör” demişti… Hocanın “ beni gör” demesi okkalı bir dayak yemeye hazır ol anlamından başka ne anlama gelirdi ki… Kuran kursundan bilmez miydi hocanın beni gör demesinin anlamını… Ha kuran kursu hocası, ha coğrafya hocası, ne fark ederdi ki…
Yatılı okuyordu. Mütalaa bitiminde hocaların kaldığı koğuşun kapısını çaldı, Kapıyı açan Türkçe öğretmeniydi, misafirleri gelmiş gibi buyur ettiler içeri…” Kötek ne taraftan gelecek acaba”…
Kendi akranları gelmiş gibi, oturdukları iki katlı ranzalarında yer gösterdiler, şakalaştılar öğrencileriyle, meyve ikram ettiler… Türkçe hocası diğer hocalara hitaben “ Türkçesi çok iyi, başarılı” dedi… Matematikçi “aferin” dedi. Fen Bilgileri öğretmeni övgüler yağdırdı… Bir tek coğrafyacı susuyordu…
“Yalnız konuşalım” dedi, diğer hocalardan izin istedi… Mütalaa sınıfı dağılmıştı, oraya indik… “Tamam, kötek başlıyor”…
Eline tebeşir alıp tahtanın başına geçti… Bir takım şekiller çizdi, güneş, ay, dünya… Birbirlerini nasıl etkiliyorlar, güneş tutulması, ay tutulması, dünyanın yuvarlak oluşu, birbirlerinin ekseni etrafında dönmeleri…
“Hocam güneşi ve Ay’ı zebaniler esir alıp ışıklarını kesmiyorlar mı”?
Güldü hoca, güneşin ve ayın ışığının kesilmesi sana anlattığım gibi dedi. Gerçi zebaniler karanlıktır, onlar insanların ışık kaynaklarını keserler, aydınlıklardan korkarlar ama bu mesele başka, zamanı gelince öğreneceksin…
Övünmek gibi olmasın ama ortaokulda bir türlü aklına erdiremediği coğrafyada epeyce başarılı bir öğrenci oldu… Siyasi, beşeri ve fiziki coğrafyada adeta kompetandı… Özellikle fiziki coğrafyada dünyada esen rüzgârlar konusunda duyuları hassaslaşmaya başlamış, rüzgârın çıkış kaynağını ve esme yönünü ustalıkla kestirmede yetkinleşmişti.
Ülkede esen rüzgârlar da fırtınalar koparmaya başlamıştı. Anatomileri bu kadar birbirine benzeyen insanların, kişilikleri yönünden neden birbirlerine hiç benzemediklerini de rüzgârların esiş yönünü kestirerek anlamaya başlamıştı. Kurşun kalemleriyle hayatı eşeleyenler ile kurşungeçirmez kalelerinde eşinenler aynı kıyılarda mı kulaç atarlardı?
Renkleri ve çizgileri ayırt etmeye başladığı yaşlardaydı. Okuduğu lisenin sınıflarından başka şu okuduğu kasabanın sokaklarında, kendi köyünde, beşeri ve siyasi coğrafya dersinde tanıdığı, adını bildiği ve bilmediği ülkelerin bütününde de sınıflar vardı. Okuduğu lisede sınıfların adları Fen ve edebiyat sınıfları olarak ikiye ayrılmıştı. Fen sınıfında genellikle varlıklı ailelerin çocukları okurdu, donanımlı, bilgili, bencil, kibirli ve soğuktular. Edebiyat sınıfında yoksul ailelerin çocukları okurdu, bilgisizdiler, sıcak ve cana yakın… Lisedeki sınıflarımız karşı kıyılar gibiydi…
Dünya üzerinde yaşayanların mensup olduğu sınıflar da işçi sınıfı ve burjuva sınıfı olarak ikiye ayrılmıştı. Donanımsız, bilgisiz ve dağınık işçi sınıfı… Örgütlü ve donanımlı burjuva sınıfı… Lisedeki Fen ve edebiyat sınıfları öğrencileri olarak birbirimizle yarışırdık, yarışırken hırçınlaşır, kavga da ederdik. Bilgisiz ve donanımsız, dağınık edebiyat sınıfı bilgili ve örgütlü Fen sınıfına yenilirdi. İşte o yaşlarda işçi sınıfıyla burjuva sınıfının da yarışırken hırçınlaştıklarına ve kavga ettiklerine tanık olmuştu. Bilgisiz, örgütsüz ve donanımsız işçi sınıfının burjuva sınıfına yenik düşmesini de henüz anlayamadığı yaştaydı. Lisedeki sınıflarımızın birbirlerine tahammülleri vardı da, burjuva sınıfının işçi sınıfına tahammülü yoktu.
Yeryüzü ülkelerindeki sınıflar da karşı kıyılar gibi tahammülsüzdü birbirlerine…
Karşı kıyılar gibi alçalarak, yükselerek, hiç bitmeyen bir endişe içinde geçip gidiyordu hayat.
Yaz geldi, güz geçti, yıllar arka arkaya devrildi gitti… Hani onlarca yılda anlayamadığınız, kafanızı hep kurcalayan, siz onu kurcaladıkça onun da sizi kurcaladığı muammalar vardır. Elinizi çenenize dayayıp, türlü hayallere dalarsınız… Hah, işte tam o an… Hayır, hayır günler ya da saatler değil, sadece o an… Belki birkaç saniye… Kafanıza komşunun balkonundan saksı mı düşmüştür, esin perisinin tokadı yüzünüzde mi patlamıştır… Her ne olmuşsa olmuştur… Peşinden koşturduğunuz onlarca yıl o birkaç saniye süren anın içine gelip sıkışmıştır.
Karşı kıyılar…
Kurşungeçirmez kalelerinde ölüm üreten kıyılar… Ölümlerle abad olan kıyılar… Yüzlerindeki cüzzamı gizleyen insan görünümlü, gülümseyen maskelerinin altında vampir iştahıyla geceyi bekleyen kıyılar…
İşgalci ve ceberut, yaşama kasteden kıyılar… Yağmacı, saldırgan ve talancı kıyılar…
Herkese kucak açan, bir matara suyunu, bir lokma ekmeğini paylaşan kıyılar… Dağınık, babayani kıyılar… Kurşun kalemiyle hayatı eşeleyenleri görmezden gelen kıyılar. Birbirinin karşısında ve birbirine karşı kıyılar… Yaratıcı ve yok edici gücünün farkında olmayan korkak ve pısırık kıyılar…Yüzyıllardır üzerlerine çöken muktedir kıyıların kirli ve pis sisine tevekkel içinde boyun eğen korkak ve pısırık kıyılar her zamanki gibi hantal ve uyuşuktu… Tarih şaşmaz bir zaman mühendisiydi ve her şeyin vakti, saati vardı ve…
Binicisi olmayan atlar kişnemezdi…
Asya’dan, Afrika’dan, Avrupa’dan Orta Doğudan dünyanın en ücra köşelerinden şimşekler çaktırarak geldi atlılar. Bütün denizler birleştiler, bütün ırmaklar, bütün dereler birleşti… Omuz omuza verdi dağlar, ovalar… Omuz omuzaydı birer, onar, yüzer, biner, milyonlar olarak, beyaz benizli, kara ve Kızılderili, çekik gözlü, sarı benizliler… Gökyüzünü kaplayan yanardağ magmaları gibi, akşamsefalarının mis kokularıyla, karanlıklara meydan okuyan aydınlıklarıyla geldiler hantal ve uyuşuk kıyıların atlıları, ses verdiler korkak ve pısırık kıyılara… Seslerinin farkına vardı korkak ve pısırık kıyılar…İşte o vakit, tam da o vakit muhteşemlik mührüyle mühürlendiler…
Atlarıkişnedi muhteşem kıyıların… Atlar gibi kişnedi muhteşem kıyılar… Sırtlarından çıkarıp attılar giydirilen deli gömleğini… Muhteşemiz dediler…
Muhteşem kıyıların atlılarının naralarıyla sarsıldı yer gök, mağripten maşrığa.
“Gidecekler”…