Kırmızı

Aynı şehrin değişik mahallelerinde yaşadığımız, mecburen birlikte kaldığımız malum mekânlardan birinde tanıdığım bir arkadaşımı olağan, sıradan bir meseleyle ilgili aradım, “Ooo”, dedi “pek aramazdın, hangi dağda kurt öldü”.  Arama nedenimi söyledim, “sana yakınım” dedi, “uygunsan hem bir çay içelim, hem de seni özledim, bir görmüş olurum.”

Birkaç müdaviminin dışında pek geleni gideni olmayan, tenha bir kahvenin ilkyaz esintilerine açık bir köşesine iki sandalye çektik, demli çaylarımızı söyledik. Hoş beş, hal hatır sormalardan sonra bana yakınlığı ile bilinen bir arkadaşımızı sordu. Neredeydi, ne iş yapardı, hala öyle uçarı mıydı filan. “Hala öyle uçarı mı?” sözüne hiç tepki göstermedim. Bu arkadaşımızı kendisinin de pek sevdiğini, arkadaşlarının gözünde nasıl bir saygınlık kazandığını, ama her şeyin değişmesine rağmen bu arkadaşımızın kırk yıl öncelerden bir türlü beriye gelmediğini, sanki o günlere kazık çakmış gibi hala aynı şeylerin hayaliyle ömrünü geçirdiğini hayıflanarak söylerken bir göz ucuyla da benim bir tepki gösterip göstermeyeceğimi, kendisine hak verip vermeyeceğimin merakı içinde olduğunu gördüm… Sessizce, söze hiç karışmadan ve sözünü hiç kesmeden o arkadaşımız hakkında söylediklerini dinliyorum. Ara sıra sözü kendisine getiriyor, o günlerin dumanının dağılmasıyla kendisinin yaşama nasıl uyum sağladığından, hakkı olduğuna inandığı şeyi nasıl elde ettiğinden, kendisine çıkardığı beceriklilik payını ilk sıraya yerleştirerek ve benim kendisinden, hak ettiği “aferin” övgüsünü asla esirgemeyeceğimden emin, lafı uzattıkça uzatıyordu.

Sıkılmadın ya” dedi. Yok, yok dedim. Bu kez sözü yine arkadaşımıza getirerek “hani arkadaşımızı sevdiğim için söylüyorum, yoksa bana ne” türünden kendini mazur gösteren anlatımlarına kaldığı yerden devam etti.

Hani dedi biz kaç yıldır birbirimizi tanırız, rastgele karşılaştığımız bir arkadaşımızla kim nerede, ne iş yapar, merak ederiz sorarız ya, gittiğim her yerde de bizden birkaç arkadaşa rastlarım, aynı muhabbetleri yaparız, diğer arkadaşlarımızın da adı geçer, onları da merak ederiz ama dikkatimi çeken bu arkadaşımızın adının her yerde geçmesi… Dikkatimi çeken hem koşulsuz sevenlerinin, hem de düşmanlık besleyenlerin çokluğu… Sevenlerinin ona ilişkin ayrı bir saygı, ayrı bir sevgi ve güven hissi duyulmasıdır… Düşmanlarının düşmanlıklarının nedenini ikimizde biliriz. Bizim cephemizden bakınca hani derler ya “bir insan herkesin sevgilisi olabilir mi?” diye, ben de böyle düşünürüm. Hiç fark ettin mi bilmem, kendinden küçüklerin de kendinden büyüklerinden sığındığı bir liman, bir çare kapısı olarak görüldüğüdür, bizimkilerden her kesimden herkesin sevgilisi… Bu, tabi benim de gurur kaynağım ama insan biraz da kendini düşünmeli, kendi hayatını yaşamalı.

Hani bir Ekrem abimiz vardı, ayakkabı boyacılığı yapardı. Onunla karşılaştık, bir sıkıntısı varmış, ciddi bir sıkıntı. Hani sıkıntısını bana da açar diye düşünüyorsun ya, adamın davranışında sıkıntısını sana açacağından hiç emare bile yok. Ekrem abi gayet kendinden emin, onu söylüyor, o halleder diyor, yanımdan çekip gidiyor. Bu emin olma hali, bu güvenirlik sihir midir, keramet midir, çözebilene aşk olsun, ben çözemedim. Onun yaşadığı şehre işim gereği sık sık gideriz, ararım, gelir sohbet ederiz, konuşuruz. Şu eski meseleyi ya ben açarım ya da kendiliğinden açılır. Onun, içinde kanayan bir yara olduğunu bilirim. Dedim ya insan biraz hayatın içinde olur, hayattan öylesine kopuk ki, para pul, mal mülk, mevki makam adamın umurunda bile değil. Sanki kendini çevreleyen atmosferde, gerçek dünyada değil de hayal dünyasında yaşıyor. Şu bildiğimiz bir meselesi vardı, ağzını açıp tek kelime bile etmiyor, endişelendiriyor bu beni. Hayatta bir şey yaşanır biter, yerini bir başkası alır. Ağzını bıçak açmıyor.  Bu kadar yakın arkadaşımızdı, kaç yılımız birlikte geçti, kendine dönük kişisel bir eğilim taşıdığına hiç tanık olmadım. Hani sevmek tabi güzel bir şey ama… Adam, mantığıyla değil, tamamen duygularıyla hareket ediyor. Sevgi de kavga da aşk da mantık ister.

Gözüme bakıyor “senin bir fikrin yok mu?” dercesine. Konuşmak canım istemiyor. “Hani diyor, senin de yakın arkadaşın ya”…

Epeydir görüşmüyoruz” diyorum.

Aslında” diyor “senin konuşmanın onun üzerinde daha etkili olacağını düşünüyorum, keşke konuşsan, belki kendine gelir.”

Patlıyorum. İşte diyorum bu kadar tanıdığını iddia ettiğin insanı hiç tanımamışsın. Elbette yabancısı değilsin, yaşamımıza mal olacağını hiç olmazsa güdülerimizle kavrayıp bildiğimiz yola çıkarken kalabalıklara “tutsağı olduğunuz hayatı sırtınızdan silkip atın, bunu başarabilirsiniz” diyorduk. Kimimiz durum gereği inanıyor görünürdük, kimimiz samimiyetle inanırdık. Bu güne gelindiğinde riyakârca hala geçmişin mirasını yiyenlerle samimiyetle inananlar ayrıştı, gerçek ayrışma budur.  İnsanlığın durumunun durup beklemeye zamanı yoktu, insan olarak bundan rahatsızlık duyulmalıydı, İnsan rahatsızlık duyduğu bir şeyi sırtından kaldırıp atmak için bir başkasının sesini niçin beklesin ki…

Dünden bu güne kalabalıklara “insan olmanın onurunu seslendirenler” yalnızca devrimcilerdir. Bunu, kendi hayatlarında mevcut olandan, mevcudun bütün parçalarından kopmadan bu sıfatı taşıyamayacaklarını en iyi onlar bilir.  Hepimiz verili düzenin değerlerinin içine doğduk, onun değer yargılarıyla sarılıp sarmalandık. Değişmeden değiştiremezsin. Neyi, niçin değiştireceğini, değişim sürecinde öğrenirsin. Öğrendikçe de, değişimin değerlerinin verili düzenin bütün değerleriyle uzlaşmazlığını görür, kavrarsın. Süreç, yönünü yeniye çeviren insanın mevcuttan kopuş, arınma sürecidir.  Reddedilen değerlerinin yeniden anlamlandırılması, mevcutla bütün bağlarını koparmış insan, doğa,  felsefe, aşk ve insan yeniden adlandırılır, çırılçıplak, örtüsüz anlamlarını kazanırlar. Yolculuğu bir ömür sürecek olan mücadelenin ilk durağından yaşamının sonuna kadar seni insan yapan bu değerler sistemiyle ve bu adanın bir gün bütün insanlığın ortak adası olacağı inancıyla evrendeki adanı kurarsın.  Sorun, mevcudun akışına teslim olmamaktır, akışın gücü, etkisi ne olursa olsun akışa karşı direnmektir. Akışa karşı direnmek içi boşaltılmış, anlamsızlaştırılmış, alınır satılır mala dönüştürülmüş aşkın ve sevginin de kokuşmuşluklardan arındırılması ve kutsiyetlerinin iade edilmesidir. Aynıların aynı yerde ayrıların ayrı yerde durmalarının sebebi de budur.  Hani biz kocaman insanlarız ya, etrafımızda tanıdığımız, tanımadığımız kadınlar, erkekler birbirlerine aşk, sevgi sözcükleri fısıldarlar ya… İnsan çıkarlarla, fırsatçılıkla, birbirinin gözünü oymakla yoğrulmuş yaşamın bize öğrettiği ruhsal kalıntılardan temizlenmeden gerçekten sevebilir mi? O sevgiye bir karşılıksızlık katarak sevebilir mi? Hayır. Onlar, kalabalıklarla çıktıkları yolculuklarında menzile doğru ilerlerken her şeyi değiştirmek için yola çıktılar, yoksa şu kadarını değiştirelim de bu kadarı kalsın diye değil.  Yani, devrimci olmak zamansal, mekânsal bir modanın gereklerine göre caka satmak değildir, bir yaşam biçimidir. …Yol çetrefil, menzil uzaktır. Modacılar, bu uzun menzilin belli duraklarında havlu atıp gayet mantıksal gerekçeler göstererek yolculuklarına son verebilirler. Yalnızca devrimciliği yaşam biçimi olarak görenler  “geri dön” çağrılarına kulaklarını kapayarak, o uzun menzile doğru arkalarına bakmadan tek başlarına kalma pahasına yürürler, yürürler, yürürler… İnsan ve onur denen şey oradadır ve onların pusulası hep bu menzili gösterir. Onun için söylediğin şeyler onu tanımadan söylenen şeylerdir. İdealini bir yaşam biçimine dönüştüren bu insanlar için mevcudun her kırıntısı vicdanlarında yük, sırtlarında kamburdur. Bu insanların neyi umursayacağını sanıyorsun. Birileri için övünç meselesi olan mal, mülk, para pul, mevki makam onlar için anlamını kaybetmiştir bile. Hani aşktan, sevgiden söz ediyoruz ya… Ne hoş sözcükler değil mi?. Bir kadından bir erkeğe ya da bir erkekten bir kadına bu sözcükleri fısıldamak nasıl da iç gıcıklayıcı, nasıl da mest edici sözcüklerdir. Farkında mısın, her tanımlama bir sınırlamadır. Mesela “seni çok seviyorum” derken bile bir sınıra dayanmayan, bir kalıba sığmayan bu sözcükleri sınırladığımızın farkına bile varmayız. Ufkumuz ancak bu kadardır. Peki söylemeyelim mi, bir kadına duygumuzu iletirken seni seviyorum, sana aşığım demeyelim mi?. Elbette diyelim ama her şeyin sınırlanabileceğini, aşkın ve sevginin sınırlanamayacağını, bilimin, felsefenin, etimolojinin sınırsızlığa ilişkin bir terimi, bir ifade biçimi olmadığını, bizim de hissetmemizin dışında dilimizde aşkın, sevginin sınırlandırılmamış bir karşılığı olmadığını da bilelim. Sınırsız gibi görünen karaların, denizlerin, ummanların bile bir sınırının olduğunu biliriz. Sınırsız olan yalnızca evrendir. Onu bile yıldızlarla, ay güneş ile sınırlarız, evrenin bir sonsuzluk olduğunu düşünemeyiz bile. İşte onlar için aşk da sevgi de hayat ve insan da bu sınırsızlık içinde anlamlarını bulur. Neymiş, hayattan kopukmuş. Yok ya… İnsanı ve insan olmaya dair her şeyi ayakları altına alan mevcudun kadavrasını gömmenin, insanı ve onurunu, sevgiyi ve aşkı merkezine alan bir yaşam için çırpınmaları sence bir zır delilik midir?. Ödedikleri bunca bedele sessizce katlanmaları gerçekten senin nazarında bu arkadaşın hayattan kopuk olması mıdır?. Aslında sen bir harikasın ya… Hani “duygularıyla hareket ediyor, mantığını kullanmıyor” gibi veciz sözler ediyorsun ya… Şunu herkes bilir ki en karmaşık zihinsel çözümlemeleri, en komplike mantıksal çıkarımları devrimciler yapar. İnsanı ve hayatı yeniden yaratmak gibi bir idealin insanları için söylediğin sözler gayet eğlendirici ama kendisine mantık ustası paye verenlerin en anlamsız ve mantıksız sözleridir. Onların duygularıyla hareket ettiklerine ilişkin hiçbir itirazım yoktur, farklı amaçla söylesen bile onlar kadar duyguların yüceliğine inanan, aşkı, sevgiyi duygularının sınırsızlığı içinde yaşayan başka birileri yoktur ve olmayacaktır. Onları yaşamın kalıplarında şekillendiremezsin, kalıplara sığdıramazsın. Senin, yaşamın sınırlarına sığdırmaya çalıştığın insanları biraz tanısaydın şimdi seninle başka şeyler hakkında konuşuyor olurduk. İşte onun için onun aşk dediği suskunluğunu  “onlardan yeterince var” basitliğinde algılaman, ona yapabileceğin en büyük hakaret olur. Üstelik bu onun da elinde olan bir şey değil. Onun suskunluğuyla özdeşleşen ve aşk dediği şeyi, her şeyin metaya dönüştüğü, senin “normal”in olan yaşamın içine sığdırmaya, bu değerler dizgesi içinde anlamlandırmaya çalışman senin “normal”indir, onun değil.

Kendileri normal hayata sığmayanların duyguları normal hayata sığar mı?

Devrimciler bütün renkleri severler ama onların rengi kırmızıdır.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.