Küsmelerin Müzmin Tarihi-01-02-03-04-05

Kuşları neden severim, bilir misin?. Sesleri, rengârenk tüyleri, şu benim paçalı güvercin gibi yere çakılır gibi takla atmaları… Bunlar güzel şeyler, hoş şeyler ama benim kuşlara olan yakınlığımın asıl nedeni bu değil ki. Çocukluğumda bir avlu dolusu güvercinim vardı, anamdan az kötek yemedim işten güçten kaytarıp güvercinlerimle uğraştığım için. Onları barındıracak bir kümes bile yoktu da çalı çırpıdan damın içinde bir bölme yapmıştım anamdan gizli gizli. Gündüz gökyüzünde, akşam olunca buraya tünerlerdi. Sabah malın maşatın çekilmesini, anamın babamın tarlaya bağa gitmesini, ortalığın sakinleşmesini dört gözle beklerdim. Ortalık sakinleşsin ki meydan bana kalsın. Damdan güvercinlerimi avluya çıkarıp birbirleriyle yarışırcasına ötmelerinin, kanat çırpışlarının dayanılmaz coşkusuyla komşumuz Musa abiye koşup, “Gel, gel. Kimin güvercinleri daha güzel ötüyor, daha güzel takla atıyor gör”  demenin dayanılmaz heyecanıyla delirirdim. Musa abim… Hacerin Musa… Hacer bibim benim sütanammış. Beni kaç yaşına kadar o emzirmiş.  Zarif, nazik bir kadındı… Musa abim de kuşlarını bizim avluya salar, ortalık güvercin cennetine dönerdi. İki güvercinime ad koymuştum: “Şahan ve Ayvaz” İkisi de paçalı… Avluya salıverdiğimde diğerleri kürek mahkûmları gibi volta atarlarken onlar gelir omzuma konardı… Benim iki paçalı güvercinimle Musa abimin kuşları yarışırdı. Aynı anda salardık gökyüzüne… Şahan bir başka uçar, bir başka kanat çırpardı. Benim paçalılar yayından fırlamış ok gibi delerdi gökyüzünü…

 

Ta ki gözden kayboluncaya kadar gözümü ayırmadan izlerdim onları… Benim güvercinlerimin adı “güvercin”di, Musa abimin güvercinlerini adı “Kuş”. Güvercinler akşam geç vakit dönerlerdi avluya arkalarında komşu köylerden peşine takıp getirdikleri bir sürü güvercinle. İçten içe sevinirdim benim paçalıların peşine takıp getirdikleri komşu köylerin kuşlarına da uçmayı öğreteceklerini düşünerek…  Avlumuz etrafı yüksek duvarlarla çevrili, pek geniş olmayan, kıyılarında birkaç tane ağaç serpiştirilmiş bahçemsi bir yerdi. Etrafta birilerinin olduğu zamanlar pek oralı görünmezdim ama kimselerin olmadığı zamanlarda güvercinlerimi bahçeye toplar onlara “uçuş” ve “saldırı” dersleri verirdim. Kendisine saldırmayı bekleyerek savunma yapan güvercinlerimi sert ve tok bir sesle uyarır, “Sana saldıracaklarını biliyorsun ve onların saldırmalarını bekliyorsun… Olmaaazzz… Önce sen saldır, hazırlıksız yakala ve üstesinden gel… Üstelik nerede işini bitireceksen orada saldır, hangi yanı zayıfsa oradan saldır… Bir daha sakın sana saldırmalarını bekleme, tamam mııı…”. Bu öğüdü dedem vermişti bana. “Önce sen saldır”… Köyümüzün çocuklarıyla kavga etmiştik de birisi attığı taşla kafamı yarmış, ağlaya ağlaya dedeme gelip şikayet etmiştim. Dedemin “ah yavrum, vah yavrum, elleri kırılasıcalar vay” yollu şefkatini beklerken kulağımın dibine bir tokat ta ondan yemeyeyim mi?. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Dedem “Bir daha şikâyete gelirsen eşek sudan gelinceye kadar döverim seni, benim torunum şikayet etmez, sen onları döv onlar seni şikayet etmek için gelsinler” demiş, kükremişti.

 

Bir bahar ayıydı. Hava kasvetli, bulutlar üzüm salkımı gibi sarkıyor,  neredeyse evlerin çatılarına değecekler. Şahanı ve Ayvazı fırlattım gökyüzüne… Kendilerine yakışır bir kanat çırpışıyla ok gibi fırladılar. Gözüm onlarda. Bir çift, iki çift kanat… Birbirleriyle el ele tutuşmuş gibi yan yana, omuz omuza uçuyorlar… Yükseklikleri arttıkça tek bir vücut görünümü alıyorlar. Onların hızına öyle alışmıştım ki, birkaç dakika sonra gökyüzünde görünmez olurlardı… Bu kez görünebilir bir yükseklikte yalpa yapıyorlar… Şimdiye değin çoktan gözden kaybolmaları gerekirdi. Bir tuhaflık olduğunu anladım… Yükselmeleri gerekirken aşağı aşağı geliyorlar. Birbirlerinden ayrıldılar… Üçüncü bir kuş peydah oldu, Şahan ve Ayvazdan daha iri. “…Akbaba…” Şahan ve ayvaz akıl almaz manevralarla akbabayı kendilerine çekiyorlar, aşağı pike yapıyorlar, ayrılıyorlar, birleşiyorlar, ok gibi yukarı fırlıyorlar, yan boşlukları dolduruyorlar. Akbaba ne yapacağını şaşırıyor. Biri yorulunca diğeri akbabaya şaşırtma verip akbabanın önüne düşüyor, akbaba onu kovalamaya başlıyor. Diğeri yorulunca öbürü… Epeyce boğuştular. Musa abim “Kuşları akbaba kovalıyor, öldürecek” dedi… Yüreğim ağzıma geldi, korktum. Hızlı, zeki, atak manevralarla akbabayı epeyce aşağı çektiler. Musa abim “Koş çifteyi al gel” dedi. İyi atıcıydı, sektirmezdi. İlk atışta akbabayı yere düşürdü… Şahan ve ayvaz ürktüler… İkisinin de gelip omzuma konacağını bekledim heyecanla… Onları okşayıp gagalarından öpecektim. Oysa bana aldırmadan ve hiçbir şey olmamış gibi yine omuz omuza verip fırladılar gökyüzünün derinliklerine… İkisine de küsmüştüm… Biz öylesine yakın arkadaşlardık va onlar saldırıya uğramıştı, ama beni bu dar anlarına ortak etmemişlerdi. Oysa arkadaşlar sevinçlerini de, üzüntülerini de paylaşmalıydı… Ben onları heyecanla kucaklamalıydım, onlar da gelip benim omuzlarıma konmalıydı… Öyle yapmadılar… Hiçbir şey olmamış gibi uçup gittiler…

O akşamüstü Hacer bibim “Oğlum anangil şimdi gelir ırgatlıktan, şu malı maşatı içeri al. Şimdi ben laf duyacağım” diye önce içten sevecen bir sesle, aldırmadığımı görünce de ses tonunu yükselterek yarı azarlar şekilde çıkışırdı bana. Küsmeyi öğrenmiştim. Hacer bibimin beni yarı azarlar ses tonuna karşı küsmüştüm ve bunun sessiz bir karşı koyuş olduğunu hatırlıyorum. Kaç yaşındayım ki… Beş, bilemedin altı… Daha okula bile gitmiyorum… Sonra gönlümü almaya çalışır “Amaaan yavrum, kuş dediğin nedir ki, iki telek bir kuyruk, o da başına buyruk”… Diyerek gizlice beni paylamanın üzüntüsünü yaşar, o an buzlarım çözülür, içimdeki sular ısınır, gider sarılırdım ona… Gecenin geç bir vaktinde avlumuz bembeyaz oldu… Şahan ve Ayvaz “seferden” dönmüşlerdi ve bir sürü “ganimeti” bahçeye yığmışlardı gene… Evden bahçeye fırlamamla anamın güvercinlere koştuğumu anlaması bir oldu… Biliyorum, ardımdan kötek gelecek… Fırsat vermeden köteğin ulaşamayacağı mesafeye, bahçenin girişine kadar koştum… Anam “Hayat”tan bana sesleniyor. “Oğlum güvercinler kaçıyor mu, gel sofraya otur, aşını ye”…anam söylenedursun, onca güvercin içinden gözüm Şahan ve ayvazı aradı… Musa abimin sesi duyuldu… “ Bu gün kötek var”… Musa ağabeyime laf yetiştirirken birisi sağ omzumda, diğeri sol omzumda… Onlar yine omzumdaydı ya, kötek kimin umurunda… Gece yarısına doğru yabancısı olmadığım o ses babamın adını ünledi… Pencereden baktığımda kasketli, yün çoraplarını potur pantolonlarının üzerine çekmiş üç kişi bahçe giriş kapısından içeri, avluya girmişti bile… Beni şikâyet ettiler,

Oğlunuzun güvercinleri bizim güvercinleri getirmiş yine, oğlunuz mahsus yapıyor bunu, paçalılarını salıp bizim kuşları getirtiyor, komşu köylüyüz, ayıp ayıp” dediler… Anam her zaman yaptığı gibi “Komşum çocuk o, neden kasıtlı yapsın, kuşlarınız hangisiyse alın gidin”. Bir taraftan da “Ben sana gösteririm” der gibi kafa sallıyordu bana. Komşu köylülerimiz bahçeye dalıp  “Şu benim, şu benim diyerek”  kuşlarını ayırırken içlerinde birinin bana “piç” dediğini babam duymuş… Aslında güvercinlerle böylesine uğraşmama babam da pek hoş bakmazdı ama anam gibi de köteği alıp yürümezdi. Babam ansızın parladı. “Siktir olun gidin ulan, siz de adam gibi güvercin yetiştirin de başka güvercinlerin peşine takılıp gelmesin. Sizin ki güvercin değil mi, güçleri yetiyorsa bizimkilerini götürsünler”. Anam kavga çıkacak diye müdahale ettiyse de babam anamı dinlemedi, komşu köylülerimizin güvercinlerini vermedik, arkalarına baka baka gittiler. Babam kucakladı beni o sevecen gülüşüyle.

Artık anam da alışmış mıydı, ne? Eskisi gibi hırçın davranmıyordu. Bir avlu dolusu güvercinim olmuştu… Babam damın yanına kerpiçten bir kümes yaptı, artık güvercinlerimin bir evi de olmuştu… Üstelik benim güvercinlerimin sayısı köydeki güvercinlerin toplamından daha çoktu… Avlumuzdaki güvercinler kısa sürede birbirleriyle kaynaştılar, kümeste, bahçede birlikte dolaşıyorlar, birlikte yem yiyip, birlikte suya iniyorlar. Kümes, damın içi, bahçemizin tenha köşeleri güvercin yuvasıyla dolup taşıyor. Ağızları pembemsi yavruların yumurtadan çıkışını izledim… Anaç güvercinlerin yavrularını beslemelerine tanık oldum… Akıl almaz bir dayanışma… Bütün güvercinler yem ararken ortak hareket eder, buldukları yemleri ortaklaşa paylaşırlar. Hiç birisinin bir eksiği olmadığı gibi gereksiz bir fazlalıkları da yok… İhtiyaçlarını ortak üretirler ve ortaklaşa paylaşırlar. Gökyüzüne fırladıklarında bir animasyon gösterisi yapıyorlarmışçasına uçuşta ve dalışta ustalıklarını sergilerler. En hayran kaldığım gösterileri de toplu gösterileridir. Gökyüzünde ayrı bir renk, ayrı bir cümbüş…

Büyüdükçe, aklım yetmeye başladıkça aşina olduğum “Özgürlük” kavramıyla güvercinleri özleştirdim hep… Onları böylesine kaygısız, böylesine içten ve yalın kılan, dayanışmacı ruhlarının altında acaba  “mülkiyetsizlikleri” olabilir miydi?. Acaba uçmalarının altında yatan sebep de bu muydu?… Koyunlar niçin uçamıyordu, koyunlara kanat taksak uçmak akıllarına gelir miydi?… Çocuk aklımla hep bunları düşünmüştüm de bizim koyunların hımbıllığını gördükçe güvercinlerimi daha bir sever olmuştum. Koyunlar çoban Ziyanın değneğine öylesine alışmışlardı ki, adeta bu değneğin sırtlarından eksik edilmemesi için çoban Ziyanın bacaklarına dolaşırlar, değneğin kalkmasıyla sırtlarını değneğe çevirirlerdi. Çobansız yapamamaya alıştırılmışlardı. Koyunlar kanatsız oldukları için uçamıyorlar değildi, uçmayı bilmedikleri, akıllarına getirmedikleri için kanatları yoktu. Güvercinler, kanatları oldukları için uçmuyorlardı, uçtukları için kanatları vardı.

O akşam Şahanla Ayvazı görmedim, gelip omzuma konmadılar. Ertesi gün köşe bucak onları aradım, yoktular… Günlerce çıkıp gelmelerini bekledim… Yok, yok, yok… Bir daha hiç dönmediler… İkisine de küstüm. Yolda görsem başımı çeviririm. Bırakıp gittiler beni… Yokluklarında hep dağların doruklarında, uçsuz bucaksız ovaların üstünde kanat çırptıklarını hayal ettim… Uçmak onlar için hayattı, özgürlüktü. Hayat ve özgürlük uçmayı bilenler içindi ve onlar ne kendilerini ne de ruhlarını hiçbir yere bağımlı kılmayacak kadar özgürdüler.

BÖLÜM – 2

Her çocuğun tarihi, tarih öncesinde başlar değil mi? Büyüklerin tarihi zamanı geride bırakır, oysa çocukların tarihi gölgesi gibi kendisini izler, o nereye gölgesi oraya… Öyleyse niçin hiçbir bilge tarihin bu alanıyla ilgilenmemiştir? Niçin bir çocuğun gördüklerine onun gözüyle bakmamıştır? Onun yarım yamalak ve sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak mırıldandığı ezginin yapmacıksız içtenlikli nağmesine niçin kulak kabartmamıştır? Bulunduğu ortamın ahval şeraitini düşünmeden büyüklerin riyakârlığını, yalancılığını, ikiyüzlülüğünü patavatsızca yüze vuran bir çocuğun sadeliğinden, hesapsız kitapsız oluşundan mı endişe edilmiştir. Yoksa büyüyünce yine aynı sürünün koyunu olmayacağından mı korkulmuştur ya da daha diplomatça davranılıp o yaşta bin bir ustalıkla büyüklerin toplumuyla uyumlu, allı-yeşilli, sarılı-kırmızılı bütün renkleri silinmiş “uysal modeller” gibi “iyi vatandaş” yapılmaya çalışılan çocuğun “size benzemeyeceğim” çığlığından korkulup da yüzüne yapıştırılan maskenin egzersizini yırtıp atacağından endişe mi edilmiştir? “Ben çocuğum, yazdığınız tarihin yaldızlı sayfalarından korku salan Sezarlar, Atillalar, Cengiz Hanlar, İskenderler hiç mi hiç ilgimi çekmedi” dersem siz büyükler gıcırdattığınız dişlerinizin arasından “Bak oğlum, bak kızım, onlar tarihin büyük adamlarıdır, tarihi onlar yazmıştır, bugünlerimizi onlara borçluyuz” demeye başladığınızda gözünüzden saçılan öfkenin yüzümü yalayıp geçmesinden öylesine korktum ki… Oysa onlar birer fatihti, kılıçları vardı, üniformaları vardı, topları tüfekleri vardı ve meslekleri öldürmekti. Oysa ellerinde hiçbir zaman bir demet menekşe olmadı, kırlardan papatya da toplamamışlardır, otuz iki dişleriyle gülmemişlerdir bir defa. Niçin… Çünkü büyümüş adamlar ciddi adamlardır ve ciddi adamlar gülmezler, korkuturlar, korku salarlar da ondan. Kadınları da sevmemişlerdir. Onlarla bir iki saat beraber olmuşlardır “şey etmek” için sadece ama onları sevmemişlerdir bile. Nerden mi biliyorum?… Onlar da sizin gibi büyümüş adamlardır ve sizin kılavuzlarınızdır.Sizin kılavuzlarınız, sizin önlerinde secdeye durduklarınız sevgiyi biliyorlar mıydı ki siz bilesiniz?.. Siz değil misiniz ne öğrendiysek onlardan öğrendik diyen?… Ben sizde onları görüyorum ve korkuyorum… Sahi, ne kadar çok insan öldürülürse o kadar kahraman olunuyordu değil mi?.. Bunlar sürüyle insan öldürmüşlerdi de öyle kahraman olmuşlardı, öyle fatih olmuşlardı. Ama ben öldürülmekten de ölmekten de korkuyorum… Biraz daha ileri gitsem pençelerini gırtlağıma geçirmeye hazır masallardaki ejderhalar gibi parçalayacaksınız beni. Elleriniz sanki bunun için yaratılmış gibi emrinize amade, bir işaretiniz yeterli… Sizin o korkunç görüntünüzden ürkerim, kaçıp saklanacak yer ararım ama siz orada da bulursunuz beni… “Susmalıyım” değil mi?.  Sizden korktuğum için size küsmedim.

Ben çocuğum ve kaç bin yaşında olduğumu siz nereden bileceksiniz ki…  Ya da ben bu yaşta bir çocuk olmasam Roma’yı, Galya’yı bilumum Doğu ve Batı’nın büyük köylerini (Siz büyümüş adamlar bu büyük köylere imparatorluk diyorsunuz değil mi?), muhteşem Roma’nın sevimli çocuğu Caligula’yı nereden bilebilirdim ki… Bir âlem çocuktu Caligula… Romanın başındaydı o çocuk. Biz diğer çocuklar Roma sokaklarında Mısır firavunlarına nanik yaparken o, bu oyundan sıkılmıştı da bizi güldürmek için atını senatör seçtirmişti. Caligula’nın bizi gülmekten kırıp geçiren matraklığına diyecek söz bulamamıştık.  “Bu büyümüş adamlar her tarafı çöle çevirdi, atımın tırnağını onların topuna değişmem” deyivermişti. Atlara sevgim de o günlerden kalmadır. Gerçi birçok kez kılıçları kınlarında kanlanan adamlar atlarla gösteri yaparlarken kimi atlar sırtındaki dallamanın emrine verirlerdi vücutlarını ama benim sevdiğim atlar ilk fırsatta sırtındakileri atıverirlerken bir kenara, ön ayaklarıyla şaha kalkarlardı ve biz çocuklara da göz kırparlardı. Caligula’nın atı tam da bu cinsten bir attı. Senatoya girdiğinde kelli felli senatörleri hiç tınmadan şöyle bir dönüvermişti meydanda da ortada senatör menatör kalmamıştı.  Büyümüş adamlar deli demişlerdi ona ama ben çocukluğumun bin yaşında Roma sokaklarında oyun arkadaşlığı yaptığım Caligula’yı pek sevmiştim. Neron’u da bu yaşımda tanıdım. Büyüklüğünün azametine sığınıp Roma’yı yakarken devlet adamı olmanın da ilkelerini yazmıştı. Ağzını açtığında dilinden zehir, dişlerinden kan damlardı. Sezarlardan Neron… Beklenen Neron… Yaşamımızın her anında, her köşe başında hazır ve nazır Neron… Birisi gitti, diğerleri geldi. Devletlerin Neronlaşması, Neronların devletleşmesiyle başladı… Arka arkaya öylesine çoğaldılar ki Neron’suz devlet yumurtasız omlete benzedi… Bunlara zamanla Neron yerine devlet adamı denildi… Neronlara hiç küsmedim ama bunlara nanik yapmayan çocuklarla bir daha oyun oynamadım. Tacitus’a da küsmedim. Ne de olsa o da yetişmiş adamların tarihçisiydi ve elbette Caligula’yı delilikle suçlayıp, Sezarları kutsallaştıracaktı, o da öyle yaptı. Neron’un bilmem kaçıncı kuşak soyundan torunu Mussolini öyle bir devlet de devlet diye tutturdu ki, diğer ülkelerdeki Neron’un torunları da birbirleriyle yarışıp yırtma yapıştırma adam müsveddesi Hitler birinci geldi bu yarışta. Yarışın eğlence reyonlarında kullanılan malzeme yine insandı ama bir tek farkları artık arenalarda yırtıcı hayvanların önüne atılan insanın dehşetli çağlığı karşısında zevkten huşu olup kahkaha atmak yerine Hitler toplama kamplarında zehirli gaz odalarını tercih etti. Pinochet stadyumlarda gitarist şarkıcı Victor Jara’nın gitarının tellerine dokunan parmaklarını kesip stadyumdakilere eğlencenin hasını gösterirken, Latin Amerika nam ülkelerin Neronları bu dehşetengiz keşfin büyüsüne kapılıp onlar da kendilerine nanik yapan on binlerce çocuğu uçaklara doldurup on bin metre yükseklikten okyanuslardaki köpek balıklarına yem ettiler. Gökleri bir başka duru, suları bir başka berrak ülke Vietnam’da çocuklar Amerika’nın Neronlarına “Ne bok işiniz var bizim kırlarımızda, şehirlerimizde” demişlerdi de Amerikalı Neronlar daha Uygurca davranarak ve daha çok öldürecekleri çocuk olduğundan zaman kaybetmemek için Vietnamlı çocukları topluca öldürüp, “Bu çocukları birbirlerinden ayırmayalım, yazıktır” diyerek toplu mezarlar inşa etmişlerdi. Bunlar müsveddelerinden cidden daha Uygur idiler ve dünyanın neresinde demokrasi yoksa oraya demokrasi götürüyorlardı. Bu ülkelerin demokrasisinin önündeki engeller de hep çocuklardı ve önce çocuklar bertaraf ediliyordu. Bir ön Asya ülkesinin türev Neron’u da “Asmayalım da besleyelim mi” diyerek Neron’a yakışır devlet adamlığını tartışmasız ilan ediyordu.

Menelik’in hiç oyun oynamadığını annesi söylemişti. Annesi, “hadi oğlum sokağa çık, arkadaşlarınla oyun oyna” dediğinde Menelik “Ben” diyormuş “hiç çocukluk yapmadan büyüyeceğim”. Hiç çocuk olmadan, oyun oynamadan sırça köşkte devlet adamlığı yapan Menelik adına da üzülmüştüm çocukça… Sahi size Menelik’in kim olduğunu bile söylemedim daha. Menelik Etiyopya denilen kara derililerin beyaz zencisi. Ülkesinde öyle çok çocuk varmış ki, çocuklar Menelik’in sırça köşkünün camlarını kırarlar, tavuklarına “kış” derlermiş durmadan. Bekçinin bir sokaktan kovaladığı çocuklar diğer sokakta bitiverirlermiş durmadan. Zavallı Menelik ne yapsın o da çocukların yaramazlığı karşısında öyle çaresiz duruma düşmüş ki ne yapacağını bilemez duruma gelince, dizinin dibine bir cin gelip “Ey Menelik dile benden ne dilersen” demiş. Biçare Menelik “Ey cinler” demiş, “kurtarın beni bu çocukların elinden…” Cinler memleketleri ABD’ye dönünce konuyu daha etkili yetkili cinlere açmışlar. “Çocuklar bizim Menelik’i çıldırtmış, aman Menelik’e çılgın bir çözüm bulun”… Cinlerin başı “Ondan kolay ne var demiş, alın şu iki sandalyeyi hemen bizim aziz dostumuz Menelik’e hediye edin. Madem çocukları asa asa bitiremedi ve asılan çocukları izlerken yoruldu. Artık oturduğu yerden, yorulmadan işini yapsın. Oturtsun şu sandalyeye, taksın prizi, sandalyede çocuklar sarsıla sarsıla ölürken o viskisini yudumlayıp zevklerin alasını tatsın”. Gel gör ki Menelik’in ülkesinde elektrik olmadığından ve kendisi dahi çocuklardan elektrik alamadığından sevinci kursağında kalmış. O iskemleyi tahtı revan olarak kullanmış imparator Menelik… Habeş çocukları da Menelik’e ve adamlarına hiç küsmemişler ama gece gündüz, yaz kış demeden köşkün penceresine ver etmişler taşları. Menelik de diğer mevkidaşları gibi yakmış, yıkmış, öldürmüş ve öldürürken de sırıtırmış… “Ne alaaa, ne alaa……” Bütün Menelikler lütfen sırıtın fırsat elinizdeyken… Yarın biz çocuklar sizlere nanik yapmaya başladığımızda sizin yerinize senatör seçeceğimiz çok atlarımız olacak. Neron sizin olsun, siz Neronları çoğaltın. Biz Caligula’nın altın yeleli atlarına binip geleceğiz bir bayram havasında. Hem de kendi ellerinizle kendi yerlerinize siz senatör seçeceksiniz bizim atlarımızı. Biz çocuklar o gün güldüğümüz gibi güleceğiz yine.

Size hiç küsmedim bütün ülkelerin Menelikleri, sizi küsmeye değer bulmadığım için. Küsmedim ama darıldım dünyanın çocuklarına, hala sırça köşklerin camları sağlam olduğu için.

Devlet ve devlet adamlığı çocuk hafızama korkuyla ve ürpertiyle kazındı. O gün bu gündür devletten ve adamlarından hep korktum, kaçtım.

BÖLÜM – 3

— Yahu şu  “küsmelerin müzmin tarihi” başlıklı yazını okudum da,  Allah aşkına abuk sabuk ne yazıyorsun öyle? Güvercinlerine küsersin, sütanana küsersin, kendi anana küsersin… Merak ediyorum ve devamını da bekliyorum, acaba sen daha nelere, kimlere küsersin diye. Senin küsmelerinden okura ne, ne sanıyorsun yani, senin küsmelerin okurun çok umurunda mı olacak… Mesela yazını abuk sabuk buldum diye inşallah bana da küsmezsin… Benim tanıdığım atak, atılgan, acar, yüzünden düşen bin parça olan kişi nerede, incir çekirdeğini doldurmayan şeylere küsen kişi nerede? Ya bu yazıyı yazan kişi sen değilsin, ya da yazıda anlatılan kişi sen değilsin.

—Hayır, yazımı abuk sabuk buldun diye sana küsmem tabi. Ayrıca yazının okurun umurunda olup olmaması da benim umurumda değil ki. Yazılanları kim okuyor, kim nah şu kadarcık emek verip kafa yorup da yaşadığı şu yeryüzünde ne olup bittiğini merak ediyor ki. Bok böceği gibi bokun etrafında yuvarlanıp duranların umurumda olmasını niçin bekliyorsun. Koca yer yüzünde bir avuç insan, kayalara çarpmaması için akıntıya kapılan yelkenlinin halatına yapışmış, canhıraş nefes nefese, ellerini kanata kanata uğraş verirken, bu senin okur dediklerin neyin peşindeler acaba?. Aslında bunların hayatları için kendi hayatlarını ortaya koyanların da çok mutlu olduklarını düşünmüyorum. Şu var ki onlar benim gibi tezden pes etmediler, direniyorlar hala ama bunların da şu “sevgili okur”un ne kadar umurunda olduğu kuşkulu, daha doğrusu umurunda olmadığından eminim.

—Bak düpedüz yalan söylüyorsun. Madem okur umurunda değil de ikiz çocuk doğurur gibi ıkına sıkına niye yazıyorsun, akşamcılığın yok, âlemciliğin yok, bilmem neyin yok. Bırak öyleyse bunları, vur patlasın çal oynasın bir hayat sürmen için seni bunlardan yasaklayan da yok. Hem her kaç kişi okuyorsa seni bunlara hakaret edeceksin, hem de el âlem gününü gün ederken sen arpacı kumrusu gibi oturup kelam dizeceksin…

“Siktir git lan başımdan” dedim. “Hangi cehenneme gideceksen oraya git…” Beklenmedik çıkışım karşısında bozuldu, şaşkınlığını açığa vurmamak için mahcup bir ifadeyle gülümsemeye çalıştı. Birkaç adım uzaklaştıktan sonra saniyeler önceki o azarı duymazlıktan gelerek yanıma ilişti. “Senin en çok sevdiğim yanında bu ya” dedi. Lafı dolaştırmadan karşındaki kişinin alnına yapıştırıyorsun. Beni yerden yere vurdun. Seni tanımasam bir daha yüzünü görmek istemezdim. Aşınmış olmama, savrulmuş olmama tahammül edemiyorsun. Okura tepkinin de bu olduğunu biliyorum. Bana çaldığın  “siktir git” de senin bir çeşit bana küsmen, yanılmıyor muyum?.

Bu arkadaşım 12 Eylül faşizminden kurtulmak için Avrupa’ya çıkış yapmış, bir süre siyasi mülteci olarak yaşadıktan sonra İsveç vatandaşlığına geçmişti. Kendi ülkesine İsveç pasaportuyla turist olarak geliyordu. Yaşadıklarını, sıkıntılarını yok sayamazdım. Neden katı davrandım ona, oysa ortalama birisi de değildi ve duyarlılıklarının üstüne sünger de çekmemişti. Konuyu değiştirmek için elimdeki gazetenin bir Pazar yazısını gösterdim. Bu ona davranışlarımın bir özrü olacaktı, gönlünü alacaktım ama yine başaramadım. “Bak” dedim. Şu yaşadığın ülke, İsveç… Refah ülkesi… Demokrasinin beşiği… Her şey açık ve şeffaf… Seninle de kaç kez bu ülke hakkında sohbet ettik, valla ne yalan söyleyeyim beni bile imrendirdin. Hani insanın kıyaslama mantığı yaşadığından hareketle benzeri arasındaki ilişki köprüsünü kurmaktır ya, bu arkadaşım da faşizm koşullarında yaşadığı ülkeyle Burjuva demokrasisinin en parlak örneği İsveç’i kıyaslıyordu. Buradaki yaşam kalitesinden, kültür düzeyinden insanların birbirleriyle ilişkilerinde saygıdan, haktan hukuktan söz ediyordu. Eğer görünenle yetinmek gerçeğin kendisi ise haksız da sayılmazdı hani. Az buçuk Avrupa görmüş “az buçuk ülke aydınlarının” Avrupa’ya dizdiği methiyeler yanında diğer Avrupa ülkelerinden daha bir ileri durumda olan İsveç bu övgüyü hak ediyordu elbette. Onun bu ülkeye olan hayranlığına bu gözle bakmayı istedim. Onun söylediklerini doğrulamayı, düşüncesine katılmayı, gönlünü almayı istedim. Ağzımdan çıkan sözcükler iğreti, inandırıcılıktan uzak düşüyordu. Bir süre övgülerime inanır gözüktükten sonra “Yine benimle alay etmeye başladın” dedi. “Yok, doğru söylüyorum” diyemedim. “Evet dedim, söylediklerimin hiç biri içten ve inanarak söylediğim şey değil, açıkçası seni kırmanın bedelini inanmadığım şeylere inanır görünerek ödemek çabasıydı”.  Bu kez hiddetlendi. “Elbette dedi, İsveç sana göre ne de olsa bir burjuvalar ülkesi, bir devrimci burjuva yönetimlere övgü düzmez değil mi? ”. İş çığırından çıkmıştı. İşte dedim model “insan” budur. Vitrine koymalılar senin gibileri. Üstelik sıradan birisi de değilsin, senin gibileri az bulurlar ve sen onların borusunu öttürmek için az bulunur bir cinssin. Nasıl olsa geçmişinde devrimcilik var. Senin övgün daha bir mübahtır, daha bir inandırıcıdır. Elimdeki gazetenin Pazar yazısını gösterdim. Siyasasını diğer ülkelerle barış üstüne kurduğunu hiçbir fırsatı kaçırmadan her ulusal-uluslar arası arenalarda papağan gibi tekrarlayan İsveç’in, Suriye ve Irak’taki meşrepi malum hempalara İsveç Milli savunma Bakanlığının aracılığı ile silah sattığı ortaya çıkmış, İsveç Milli Savunma Bakanı istifa etmişti. Bu sokaktaki İsveçlileri de şaşırtmıştı. Pazar yazısının özeti böyleydi. “Şimdi dik otur” dedim. Sınıf bilinçsiz insan olayların sonucuyla ilgilenir ve gördükleriyle yaşar. Perde arkasını kurcalayacak, olup bitenleri anlayacak bilinçten yoksundur ve şayet senin yerine bu insanlardan biri senin sıraladığın övgüleri sıralasaydı ona kızmak şöyle dursun, onu kendi gerçeği içinde anlamaya çalışırdım. İsveç’in görünen yüzünün şu övgülerine layık olduğundan hiç kuşkum yok. Üstelik devrimciler mazoşist filan da değillerdir ve faşizme burjuva demokrasisini yeğlerler. Sınıf bilinçli insan için burjuva demokrasisinin getirileri reddedilmez ama teslim de olunmaz. Sermaye kalp krizi geçirmeye başladığında o görünen yüzünün arkasındaki gerçek ortaya çıkar ve ne varsa kasırga gibi süpürür geçer. Geriye bütün canlılardan sadece iskeletler kalır. Devrimciler kitleleri sermayenin görünen ve görünmeyen, daha açıkçası da görünmeyen yüzüne karşı uyarırlar, örgütlerler ki hayat devam etsin. Tarihin tanıdığı hiçbir sınıflı toplum kapitalizm kadar insan soyunun düşmanı olmamıştır. Burjuvazi bu çirkinliğini maskelemede öylesine ustalaşmıştır ki adeta yaşadığımız hayatı bir illüzyon gösterisine çevirmiştir. İllüzyonist sahne seyircilerine numarasının asla alavere dalaveresini göstermez. Yaptığı hilesindeki başarı oranı seyirciden aldığı alkışla orantılıdır. Ne kadar çok alavere dalavere, o kadar çok alkış. Ancak seyircinin illüzyon salonundan sağ salim çıkacağı o kadar kuşkuludur ki tavan başlarına çökünceye kadar yakın tehlikenin farkında bile değillerdir. Tavan göçünce artık istatistikler devreye girecektir, kaç ölü kaç yaralı… Evet, İsveç burjuva demokrasilerinin günümüzde en parlak örneği, haklısın kim ne diyebilir ki. Ancak ona bu parlaklığı veren şeyin İsveç’in sömürgelerindeki vahşetini herkes bilmeyebilir ancak sen unutmamak zorundasın ve her burjuva demokrasisinin temelinde kara Afrikalıların, Asyalıların, Latin Amerikalıların kanı vardır. Her burjuva demokrasisi kanla beslenen bir vampirdir ve kan bittiğinde vampirler de yaşamaz. Senin İsveç’in burjuva demokrasisinin parlak yüzüne düzdüğün övgü sakın vampirlerin iştahını kabartmasın… Yoksa benden sonrası tufan diyorsan zaten boşa konuşuyoruz.

“Ben” dedi “kara kafalılarla uğraşarak bir yaşamı tükettim, bir arpa boyu yol mu alındı. Senin kendine eziyet etmekten zevk aldığını düşünmeye başladım, gerçekten sen mazoşistsin ve bundan da tarifsiz bir zevk alıyorsun. Okura tepkini de daha açık anlattın. Zaten yazdığın ne ki de okur seni okusun. Dünya değişti, ideolojiler bitti. Şimdi her şey para… Bana kükreyeceğine sen de bu gerçeği keşfet de yaşamın tadını çıkarmaya bak. Dünyayı kurtarmaya gücün yok, yaşamdan zevk alma gibi bir çaban da yok.

Emin ol dedim, şu yanı başında salkımlaşan ağaç, iki de bir tepemizin üzerinden ciyak ciyak uçuşan kuşlar, şu çiçeğe durmuş dallar bile sana bir şey anlatmıyor.  Belki bunların hiç birinde ne Amerikan dolarının ne de İsveç kronunun rengi olmadığından ilgini çekmemiştir, yanılıyor muyum? Bahar kim bilir nelere gebe. Bir gün şu durgun durgun akan sular taşar da kaçacak yer bulamazsan seni burada bekliyor olacağım, korkmadan çekinmeden gel.

Cadde kenarına park etmiş gösterişli aracına kuruldu, gideceğin yere bırakayım dedi.

Mümkünse Küba’ya çek” dedim. Sen İsveç’e, ben Küba’ya. Küba’ya kadar yetecek nefesin var mı?

Gaza bastı uçar gibi uzaklaştı. Kaç yıllık arkadaşımdı, onu da küsmeye değer bulmadım.

BÖLÜM – 4

Mevsimlerle uyumlu bir yaşamım olmadı hiç. Bu benim bir seçimim, isteğim değildi. Ağustos mevsiminde zemheriyi yaşamak, karakışta tomurcuğa durmak benim bir yazgım, bir alın çizgim miydi, hiç düşünmedim de yakınmadım da. Çocukluğumdan başlayan bu çizgi kocaman adam olmama değin sürdü gitti. Bana adeta dayatılan bu yaşamın bir yerlerimi çok acıttığını, yüreğimi yangın yerine döndürdüğünü de itiraf etmeliyim. Yaşamımda bitip tükenmek bilmeyen küsmelerim de benim bir alın çizgim yazgım mıydı acaba? Karşımdakilerle boğuşmaya alıştım, ama yanımda gözükenlerin hançeri canımı çok acıttı, çıkar yol muydu bilemem ama onlara karşı küsmelerden de kendimi alamadım.

Lisede felsefe öğretmenim Yusuf Bilge, bilge Yusuf… Koca adam… Derslerimize yeni girmeye başlamıştı. Davranışlarının diğer öğretmenlerimizden farklılığı bize tuhaf gelmişti. Öğretmenlerimizin çoğu çiçeği burnunda, genç genç insanlardı. Bu yaştaki insanların giyimi, kuşamı, afisi, cakası da elbette yaşlarına uygun olmalıydı ve öyleydi. Göz kamaştırıcı olmak, ilgi ve dikkat çekmek, kızların birinci sınıf gözdeliğine aday olmak için yarışmak elbette yaşlarının da gereği idi ve öyleydiler de. Yo, yo kötü insanlar anlamında demedim, tersine hepsi de pırıl pırıl insanlardı. Onlardan “insan olmak” adına çok şey öğrendim. Yalnız Yusuf Hoca giyimi kuşamıyla olsun, davranışlarıyla olsun bu öğretmenlerime pek benzemiyordu. Tuhaf bir adamdı dedim ya canım, gerçekten tuhaftı. Tuhaflık biraz da alışkanlık ötesi davranışların adı değil miydi? Orta boyluydu ama okuduğumuz kasabanın tuhafiye mağazalarında orta boylular için de yeni, yıpranmamış, ceket, kazak gömlek satılıyordu, elbette Yusuf hocanın bedenine uygun giysiler de vardı. Ama Yusuf Hocanın pantolonunun paçaları ayak bileğinin bir karış yukarısında, ceketinin kolları el bileklerinin birkaç santim yukarısında, ayakkabıları da oldukça yıpranmıştı. Sürekli değilse de sıklıkla aynı ceket, aynı gömlek, pantolon ve ayakkabısıyla aşinaydı gözlerimize. Okul yönetimine karşı öğretmenlerimizin hep dikkatli ve “olur efendim” tavrı bizde alışılmış, kalıcı, başka türlüsünü bilmediğimiz davranışlardı. Ben o gün okulda değildim, açıkçası o yaşta kaçak duruma düşmüştüm ve polisten kaçıyordum. Okuldan uzaklaştırılmış, okuduğum yatılıdan da kovulmuştum. Arkadaşlarım anlattı. Hocamın, okul müdürüyle müdür yardımcısına  “yapamazsınız, buna izin vermeyeceğim” çıkışını duyunca Yusuf Hocanın “garipliği” zihnimde daha bir karmaşık hal almaya başladı. Gerçi diğer öğretmenlerim de kayıtsız kalmamışlar tepkilerini ortaya koymuşlardı ama davranışları daha bir ricacı daha bir mülayimdi. Müdür ve yardımcısı birbirlerinin gözüne  “Allah Allah, bu da nerden çıktı” şaşkınlığı ile baka kalmışlar, Yusuf Hocanın kolundan çekerek “ hocam, öğrenciler arasında tartışmayalım” uyarılarını elinin tersiyle iterek “ siktirin gidin, yapın da göreyim” diye onları azarlayarak yanından kovmuştu. Olay anlaşılıyor. Konu bana ilişkin okul idaresinin beni bundan böyle, uzaklaştırma cezamın bitiminden sonra da okula yaklaştırmama kararına karşı hocamın gösterdiği tepki… Arkadaşlarımın olayı bana naklinden sonra gidip teşekkür etmek istedim. Ama nasıl yapacaktım ki, kaçaktım ve dışarı çıkamıyordum, okula nasıl gidecektim… Biraz kamuflaj… Bir şapka, bir atkı, eski püskü bir gömlek ceket… İşte tam bir tanınmaz birisiydim, illegalite buna denirdi. Alışmalıydım illegal yaşama… Biz diplomalarımızı egemen sınıfların hizmetine vermeyecektik, bilgimizi- birikimimizi halkımızı uyarmak, sömürü düzenine karşı onları örgütlemek, sömürgenlerin kaşanelerini başlarına geçirmek için bir mesleği seçmiştik. Öyle demişti komşu köylüm ağabey…Benim bildiğim meslek okuma fırsatını her nasılsa yakalamış,  hele hele benim gibi yoksul köylü çocukları için öğretmenlikti, doktorluktu, avukatlıktı, mühendislikti ama bu devrimcilik nasıl bir meslekti acaba… Yoksa okuyamayan köylü çocukları için demirci çıraklığı, marangoz ustalığı, tamirci kalfası gibi bir şey olmasın… Bu yeni bir meslek olmalıydı, elbette öğrenirdim, ondan iyi bilecek halim yoktu ya… Çok geçmeden de öğrenmiştim… Meşakkatliydi, zordu, ölümle burun buruna yaşamaktı… Ben daha işe eşikten adımımı henüz atmıştım ki karşı devrimci güçlerin yaylım ateşine tutuldum… Çocuk yaştayım, ama büyük büyük adamların büyük düşmanıydım… Yatılıdaki dolabımda Dev-Genç’in bildirilerini yakalattım. Yatılıdaki faşistler ihbar etmişler Koşu başlamıştı ve bu koşunun kuralında kovalamak yoktu, hep kovalanacaksın ve kaçacaksın… Öyle de oldu, kaçtım ve kovalandım.  Ama bizi kovalayanların topu bizden ne akıllı idi, ne de zeki… Öyle demişti ufak tefek görünümlü, egemenlerin korkulu rüyası komşu köylüm ağabey. Kamuflaj tamam… Kasaba gençlerinin top koşturduğu sahaya doğru geldim. Birkaç arkadaş geriden beni takip ediyorlar. Polise yakalanırsam, kasabanın ileri gelenlerinden Ecevit düşkünü koruyucu meleğim topal Ali amcama haber verecekler. Arkamda da topal Ali amcam gibi bir desteğim var haa… Daha doğrusu topal Ali amcam kasabadaki tüm devrimcilerin koruyucusu, gözetleyicisi, dar gün dostu… Hava kararmaya başlamıştı. Komşu köylümüz ağabey ile Yusuf Hocayı, top sahasını çevreleyen bahçenin yıkık kerpiç duvarının üzerinde hararetli hararetli bir şey tartışırken gördüm. Orda olduklarının farkında değilim. Onarlı görünce bir U çizip geldiğim yöne yöneldiysem de komşu köylüm ufak tefek ağabey beni görmüş, ardımdan seslendi, “İdris gel”. “Abi, konuşmanızı bölmeyeyim”. “ Gel, gel”. Vardım oturdum yanlarına. Ağabey ve hocam elimi sıktılar, merhaba dediler. Hocamla, ağabeyin tanıştığını bilmiyordum. Aralarındaki konuşmaya kaldığı yerden devam ettiler. Kasabanın faşistleri hocamı sıkıştırıyorlarmış, tehditler filan. Hocam “ bu koşullarda öğretmenlik zor, bunlara karşı sessiz kalmak, sinmiş, korkmuş görünmek ağrıma gidiyor, kanıma dokunuyor” dedi. Ağabey, “idris gibilerin geleceği senin gibi arkadaşlara bağlı, biz faşistleri tepeleriz” dedi. Hocam elini omzuma attı, ağabey “Ee idris, dersler nasıl”. Yusuf hocan söyledi, okul birinciliği için bir faşistle yarışıyormuşsun. Bak hocan “Evelallah idris onu tepeler” diyor, “sen ne diyorsun?”. “abi” diyorum, “ben okuldan uzaklaştırıldım, herhalde sürekli atacaklar”… “Başlarına yıkarım o okulu, hocan durumun pek kötü olmadığını söyledi. Yatılıya almayabilirler ama on beş günlük tardın bittiğinde okula dönecekmişsin”. Topal Ali amcam elimden tutup beni savcıya götürdü, mahkemeden beraat ettim.  Tardım bitti, okula döndüm. O yılı hocalarımın birlikte kaldığı evde geçirdim, beni yanlarına aldılar. Topal Ali amcam ihtiyaçlarımı karşıladı. Valla ne yalan söyleyeyim, bir elim yağda, bir elim balda. O yıl okul birinciliğini tosuncuğun elinden aldım ama dedim ya yazgı peşimi bırakmadı ki. Bu bir alışkanlık, bir yaşam biçimi oldu, bir türlü “zamanın ruhuna” ayak uyduramadım. Haa, Yusuf Hocam mı?. O “garip” görünümlü hocam 12 Mart döneminde filanca örgütten yargılanmış, af ile birlikte hapisten çıkmış. Komşu köylü abi ile ilişkileri eskiye dayanıyormuş. Komşu köylü ağabeyimi kısa süre sonra yakalamışlar. İşkencedeki direnişi karşısında işkenceciler acze düşmüşler. O direniş Türkiye devrimci hareketinin onur bayrağı olarak hala dalgalanır. Yusuf hocam lanet olası bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Başkalarına yaşamından ne bıraktığını bilemem ama bana sesiz sedasız kocaman öğretmenim olmanın, eğilip bükülmezliğin onurunu bıraktı. Bir de derdi ki çapsız çemberlerin alanı olmaz, nereye yuvarlanacağını kestiremezsiniz. Ayak bağı olup seni tökezletebilir, alaşağı edebilir de. Çemberler çaplarıyla, yarıçaplarıyla matematik dünyasında yerini alırlar. Çaplarından yarıçapını hesaplayabilirsin, kimliğini kişiliğini kestirebilirsin. Ama öncelikle bir çapının olması şarttır. Ne demek isterdi hocam, pek anlayamazdım. Yaşam bunları da anlattı. Çapsız çemberler yaşamımın kâbusu oldu. Çemberlikten çıkıp birer yuvarlağa döndüler. Sokak lisanında “top” deniliyor bunlara…

O canhıraş günlerden birindeydi. Üniversiteye gelmiştim. Gecekondu bir evde üç kişi kalıyoruz. Ben üniversite gençliği ile ilgiliyim. Bir arkadaşımız işçi kesimiyle ve sendikalarla ilgili. Bir akşam eve geldiğinde beni elimde kitapla görünce “ yoldaş” dedi, “çok okuyan kişi revizyonist olur, elinden kitap düşmüyor.”… İnsanı en iyi tanıma zamanının yenilgi sonrası dönem olduğu söylenir. Aradan yıllar geçti. Bu arkadaşımla aynı kasabının bir kahvesinde karşılaştık, hoş beş, çay kahve… Gördüğüme çok sevindim. Birkaç yıldır aklım erdiğince yazmaya çalıştığım Sosyalist bir partinin yayın organı geçmiş eline. Geçmişte çok kullandığı “yoldaş” hitabını kullanmıyordu artık. Ünlü bir iş adamı olduğunu duymuştum. Filanca partinin de kasabının bağlı olduğu ilde önemli, sözü geçer bir temsilcisiymiş. Yaptığı işi kardeşleriyle birlikte yaptığını ve kardeşlerini dolandırıp ekmeğe muhtaç ettiğini duymuş, inanmamış, bunun bir çekemezlik olduğunu düşünmüştüm. Ne de olsa geçmişindeki mayası sağlamdı, böyle bir şeye tenezzül etmezdi.  “O zaman gençtik” dedi, “dünya değişti”. Sen hala kaç yıl geridesin, bir adım ilerleyememişsin”. Marksizm’in öldüğünden, kandırıldığımızdan, dünyanın bu beladan kurtulduğundan övgüyle söz etti. “Ne satıyorsun” dedim. Beklemiyordu, gözüme baktı. “Bu girişimci ruhunla anana uygun bir pazar bulamadın mı daha” . Küsmeye değer bulmadığım için çoktandır unuttuğum bir yumruğu suratına indirip uzaklaştım. Yusuf hocam keşke yaşasaydın. Bu gün sana öyle çok ihtiyaç duyuyorum ki, belki çapı olmadan çember olmaya kalkanların sırrını sen açıklardın bana, ben acz içindeyim ve bocalıyorum bunları anlayamamaktan.

BÖLÜM – 5

-Abidin Erlik’in anısına-

Kasabanın muhafazakâr, gelenekçi yapısı gerici unsurların örgütlenmelerine, giderek yıldırma ve saldırılarına da uygun ortamlar yaratmıştı. İdeolojik farklılıklardan çok mezhepsel farklılıklar ön plana çıkartılıyor ve alevi kökenliler baskı altında tutuluyordu. Okuduğumuz liseye yansıyan yanı ise bazı okul idarecilerinin ve öğretmenlerin açıkça değilse bile el altından bu unsurları destekledikleri bilinirdi. Sayıları az olan alevi kökenli öğrenciler okuduğumuz lisede ayrı bir adacık gibiydiler. Gerek teneffüslerde gerekse okul dağılımlarında hemen bir araya gelirler ve topluca hareket ederlerdi. Oruç tutmayan bu arkadaşların üzerindeki baskı ve yıldırmayla karışık aşağılanma Ramazan ayında alenileşir, herkesin içinde aşağılanırlardı. Dinsel bağnazlığa mesafeli oluşları bu kesimin “sol değerleri” benimsemesini kolaylaştırıcı faktörlerden birisi olsa gerekti. Kürt kökenli aleviler ile Türk kökenli aleviler aralarındaki etnik farklılığın ötesinde gericilerin itip kakaladığı kesimdi ve bunlar arasındaki etnik farklığın gerek kendi aralarında gerek gericilerin hedefi olmaları açısından adı bile edilmezdi. Kürt kökenli Sünni kesim gerici güruhun en saldırgan kesimiydi.

Lise son sınıftaydım ve devrimci yayın organının dağıtımı görevi bana verilmişti. Bulunduğumuz kasabada ilerici bir örgütlenmenin koşulları sağlanmalı, gericilerin saldırı ve yıldırmalarına karşı örgütlü karşı koyuşun olanakları yaratılmalıydı ve bana verilen örgütsel görev de buydu. Alevi kökenli arkadaşlar mevcut ortamın tedirginliği ile içlerine kapanmış, Sünni kesime mesafeli yaklaşır olmuşlardı. Onlarla iletişim kurmak da doğrusu bir hayli zordu. Bunu başardığımı sanıyorum. Hepsi de zeki ve çalışkan öğrencilerdi. Dersler etrafında bir araya geldik ve sınıflarımızda en iyi oklaya söz verdik. Lakin benim Sünni kökenli oluşum kendi aramızda şakalara konu oluyordu ama bu şaka olmanın ötesinde bu arkadaşların bilinçaltı tedirginliğini ele veriyordu. Onlara göre ben “ yezit” idim, ama devrimci olmak için önce alevi olmak gerekmez miydi? Ben de işi şakaya getirir, “ yahu siz hele bir devrimci olun da, benim alevi olmam kolay” der, gülerdik. O yıl bilgi yarışmalarının okul birincisi, sosyal etkinliklerin örgütleyicileriydik. İlerici hocalarımızın desteğini yabana atmamak gerekirdi. O yaşımızda devrimci harekete, sınıf mücadelesine ilişkin konuşmalarımız, tartışmalarımız ayrı bir coşku, ayrı bir heyecan yaratırdı. Devrim yapılacak ve sosyalizm kurulacaktı. Bilgi ve birikim edinmeliydik. Bu güzel ülkemizin insanları mutlu insanlar olacaktı, kimsenin diline inancına hor bakılmayacak, içinden çıktığımız köylülerin ekip biçtikleri, emekleri karşılığını bulacak, yokluk yoksulluk cehalet son bulacaktı. Devrimci mücadeleye atılmak, duvara taş koymak gerekirdi. Öyle ya bunu biz yoksul köylü çocukları omuzlamazsak zenginler daha çok boynumuzda boza pişirirdi. Derginin aylık sayısının gelmesini iple çekerdik. Grevler, boykotlar, emperyalizme ve faşizme karşı üniversite gençliği ağabeylerimizin direnişi bütün çaresizliliğimizi, yoksulluğumuzu ve yoksunluğumuzu unuttururdu. Okul döneminin son günleri… Üniversiteye giriş sınavları yaklaşıyor. Örgütümüzün benden sorumlu kişisi “yoldaş, arkadaşlarımız senin Tıp fakültesini tercih etmeni istiyorlar, malum doktorlara çok ihtiyacımız var” deyip, sınavdan sonra örgütün bana verilen görevini, bu görev için ihtiyaç duyarsam kendisinin bu ihtiyacımı karşılayacağını, kadromu tez elden kurmam gerektiğini söyleyip gitti. Verilen görev, büyük bir kamu inşaatında çalışan üç bin kadar çok düşük ücretlerle ve ağır koşullarda çalıştırılan Kürt kökenli işçilerin grevini örgütlemekti. Bu inşaatta kanal kazma işini alan taşeron bize işçi olarak görev verecekti ve filan tarihte orada olmamız gerekiyordu. “Hıı, kolay” dedim ama benim hiç grev örgütleme tecrübem yoktu ki. Hatta hiç grev bile görmemiştim. Ama kadro evelallah “tam kadro”ydu ve biz bu kadroyla bu işyerini işverenin başına geçirirdik. Liseden üç kişiyiz. Abidin, Çelebi ve ben. Abidin ve Çelebi aynı köyden. Kendi köylerinden birkaç kişi daha bulacaklarını söylediler, Toplam dokuz kişi olduk. Bizim dışımızdaki altı kişi yevmiye iye çalışacaklar, yani para kazanacaklar. Ama olsun, kalabalık görünmemiz iyi olur. İçlerinden biri alevi olan bu köyün imamı… Gazi dayı… Diğeri daha bir çocuk… Adı Hadi. İşyerimize vardık. Marmara bölgesinde bir kasabının onbeş kilometre kadar dışında çalılık, ormanlık bir yer. İnşaatın yedinci katının tuğla duvarları örülmüş, etrafı açık. Burayı mekân seçtik. Çimento kâğıtlarından yatak döşek yaptık. Gece sabaha karşı soğuğunu yanımızda getirdiğimiz pılı pırtıyla savuşturmaya çalışıyoruz. Gündüzleri hava çok sıcak… Temmuz, Ağustos ayları. Bacaklarımızda sadece külotlarımız var. Güneş yakıcı. Sabahın erken saatlerinde ufuktan gelen esinti taflan kokuları taşıyor. Denizi tepeden görüyoruz, pürüzsüz, ütülenmiş, kırışıklıkları giderilmiş bir çarşaf gibi sonsuz bir mavilik. Mesafemiz iki yüz metre var, yok. Sabahın bu erken saatlerinde kuşların birbiriyle yarışırcasına cıvıldaşmaları, denizden gelen yosun kokusu ayrı bir huzur veriyor insana. Erkenden kanal kazmaya başlıyoruz. Gazi dayı şamata kaynağımız. İş ağır ama kimse yorulmuyor… Öğle sonrasında Gazi dayı ile Hadi”nin “işten kaytarmasını” teşvik ediyoruz. Gazi dayı yaşlı, Hadi çocuk. İş ağır, yoruluyorlar. Çelebi, Abidin ben akşamları kütlerin barakalarına çay içmeye gidiyoruz. Çoğu Türkçe bilmiyor, bilenlerin sohbetini “ anlar gözükerek” dinlemeye katılıyorlar. Gündelik yevmiyeleri bizim yevmiyemizin tam yarısı. Günün erken saatinde yapılan iş başı havanın kararmaya durmasıyla sona eriyor. Öyle sekiz saat fala değil, en insaflısından bir on beş saat çalışıyorlar. Kimisi boyacı, kimisi marangoz, kimisi mermerci… Siirt’ten bir Dayı başı bulmuş bu işi onlara. Hepsi işlerine son verilmesi korkusuyla karışık minnet ve şükran duygularını sıralıyorlar Dayı başına… Her akşam ziyaretteyiz ama her ziyaret sonrası daha çok umudumuzu kaybediyoruz. Adamlar minnet ve şükran yüklenmişler adeta, bunları greve götürmenin yolu yok… Moralimiz bozuk. Abidin Dayı başının barakasıyla birlikte verese defterini yakıp, eşek sudan gelinceye kadar dövmemizi, bu insanları bu haliyle greve götürmenin imkânsızlığında ısrarını sürdürüyor. Çelebinin de bu eğiliminin arttığını gözlüyorum. Kasabanın işyerine uzaklığı nedeni ile günlük yiyecekler Dayı başının baraka manavından karşılanıyor. Daha doğrusu alış verişlerini buradan yapmak zorundalar. Burada her şey normal fiyatının üç katı. Biz de barakadan alış veriş yapıyoruz. Ücretler ay sonu ödeniyor. Daha bizim elimize para geçmeden Dayı başının parasını işveren kaynaktan kesiyor. Üç kişi geç saatlere kadar çare arıyoruz, çözüm üretmeye çalışıyoruz. Sözünü dinledikleri üç beş kişi var. Akşam iş çıkışı, kasaba pazarının olduğu gün bunları yanımıza alarak kasabaya götürmemizi, buradaki fiyatları gözleriyle görmelerini, zaten oldukça düşük ücretlerinin bir de Dayı başı tarafından nasıl hiç edildiğini görürlerse minnet duygularının yerini haklarına sahip çıkma duygusunun alabileceğini söyledim. Biraz gönülsüz de olsalar arkadaşlarım bana katıldılar, kararlaştırdık. Ertesi gün bu üç beş kişiye yaptığımız “biz kasabaya gideceğiz, Pazar alış verişi yapmaya, isterseniz gelin, biraz dolaşırız” teklifi severek kabul ettiler. Pazardan geldikten sonra Pazar fiyatlarıyla Dayı başının baraka fiyatları üzerinde yoğunlaştık. Bu farkları bu üç kişinin tanıklığında herkese anlatmaya başladık. Gerçekten ay sonunda ellerine geçen para hiçlik derecesinde. Her birinin sekiz on çocuğu var, onu da doğru memleketlerine, ailelerine gönderiyorlar. Bir tutamak bulduk. Akşam çay sohbetlerinde konumuz bu. Çözümü öneriyoruz: Greve gidin!…Belki de ilk kez duydukları bu sözün anlamını gizlice birbirlerine diktikleri gözlerinde arıyorlar ama cevabını bilmiyorlar. Grevin ne olduğunu anlatıyoruz. Toplu direniş, toplu hak arama eylemi. Tek tek bu işin olmayacağını, ama hepsinin birlikte greve gitmeleri halinde işverenin bunu göze alamayacağını, ücretlerini yükselteceğini, ayı başının fahiş fiyatlarına dur diyeceğini anlatıyoruz. İşverenle konuşalım, “ günahtır, çocuklarımızın rızkını çalıyor bu diyelim” teklifi birden kendi aralarında kabul görüyor… İşverenin bunu baştan bildiğini, kendilerinden bir tepki gelmezse bunun değişmeyeceğini anlatıyorum. Nihayet grev kararı alındı. Onlara grev için yazı, boya karton masraflarını söylemekten çekiniyoruz. Her kuruş onlar için çok önemli… Üç kişi bütün paramızı ortaya koyduk, eksik. Bir yığın boya alınacak, karton alınacak, paramız yetmiyor. Bizim diğer arkadaşlarımıza konuyu açtık. Gazi dayı “ Yahu Karaoğlan anlaşılan bizi pek adam yerine koymadın, böyle hayırlı bir iş için paranın lafı mı olur” deyip kuşağından çıkardığı buruşmuş paralarının tümünü saymadan ortaya attı. Diğer arkadaşlar aynı gönüllülükle ne kadar paraları varsa ortaya attılar. Hadi “ abi, grev ne” dedi. Grevin bütün hazırlıkları birkaç içinde gizlilik içinde ve titizlikle tamamlandı. Gece her yer grev pankartlarıyla donandı. O gece uyku tutmadı, sabahı bekledim. Erken saatte yedinci kattan şantiye alanını izledim. Bir kızıllık adası, bir güzellik adası… Şantiye kıpır kıpır… Dayı başı koşup geldi, bir şaşkınlık, bir şaşkınlık. Konuşurken dili tutuluyor. Hepsini memleketlerine geri göndereceği tehdidini savuruyor. Çelebi üstüne yürüdü, tırstı, tırstı, küçülüp noktaya dönüştü. Kuşluk vakti o güne kadar hiç görmediğimiz bir yığın görevli geldi. İşveren mi temsilcisi mi olduğunu bilmediğimiz birkaç iyi giyimli, bakımlı birileri daha alt kademeden olduğu anlaşılan birilerine sert emirler veriyor, rezil kepaze olduklarını anlatıyor ve derhal greve son verilsin emri yağdırıyor. Bizim taşeronları çağırdılar, Dayı başı beni işaret etti işverene. İşveren bizim diğer arkadaşların kalabileceğini ama benim işime son verilmesini ve gönderilmemi istedi. Arkadaşlar güldüler ve işvereni alaya aldılar. Derken birkaç fedai kılıklı kişi geldi, saldırmaya başladılar. Ortalık karıştı. Hadi fedailere küfür etti, birisi Hadiye tokat vurdu. Halil İbrahim yedinci kattaydı. Piknik tüpünün başını çıkarıp ateşleyerek üstlerine fırlattı, tüpün bomba etkisi yapıp patlamasından korkup kaçıştılar. İş işten geçmişti, kavgayı onlar başlatmıştı. Abidin’e ve Çelebi’ye göz ucuyla işaret ettim. Önceden kararlaştırdığımız gibi… Benzin dolu bidonlardan biri şantiye önündeki arabalara, diğeri Dayı başının barakalarına… Çelebiye “veresiye defteri” dedim… Yok et… Ortalık alev alev… Spartaküsün zalim Roma imparatorlarının sarayını yakan duygu… Bir direniş, bir karşı koyuş… Güçler eşitsizliğine aldırmaksızın… Karıncaların filleri ısırma duygusu… Jandarma olay yerine geldiğinde olay yerinde sadece Gazi dayı kalmıştı, biz tüydük. Bizim taşeron adımızı bilmiyor, daha doğrusu kimimiz Ahmet, kimimiz Mehmet. Gazi dayı sorguya alınmış, adımızı bilmediğini ve bizleri de tanımadığını söylemiş. Hırpalamışlar. Sonraki günlerde çok anlatmıştı hırpalanma öyküsünü…

12 Eylül melanetiyle Çelebi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Abidin benden sonra yakalandı. İşkencede beyin kanamı geçirip öldü. Ruhu şad, toprağı bol olsun.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.