“Yaz başlarında şu “Haziran rüzgarı” da olmasa kendimi bizim dağların eriyen karına benzetecektim. Üzerimde bir bıkkınlık, bir yılgınlık, bir moral çöküntüsü… Basbayağı eriyorum, gücüm yok kendimi toparlamaya. “Bu gidişat nereye oğlum, neden yaprak kımıldamaz, neden gök gürlemez… Sen ne halta yararsın”… Akdenizin yapış yapış nemli sıcağında herkes serinlemek için denize koşarken senin serinlemek için hiçbir gölgeye, serin bir ağaç altına ya da bir denize bir göle, bir subaşına gitmeyi hiç canın istemedi… Sanki “garp cephesinde yeni bir şey yok” tu romanının kahramanı gibi bir damla yağmurun susuzluktan kurumuş, yarılmış toprağı dirilteceğini beklercesine gözünü gökyüzüne diker, saatlerce bulutların hareketlerini, yüksekten uçan kırlangıçların kanatlarında yağmur taşıyacağını cepheden gelecek umut dolu haberleri bekler gibi bekler dururdun. Yoktu oysa ne yağmur, ne rüzgâr… Günün akşamı kemiklerini sızlatan yorgunluğuna çare olarak o akşam tv yi açmayacak, haber dinlemeyecek, sabah kahvaltı bile yapmadan alelacele koşup aldığın gazeteyi de bir daha okumayacaktın. İçin daralıyordu gazetelerin haberlerinden. Her yer ölüm tarlası… Kişisel cinayetler… Akın akın toplu tutuklamalar… Belki akranı bir delikanlının elini bile tutmaya fırsat bulamadan yol boylarında bedenini sermaye yapan gencecik kızlar… Kendini ayaklarından kör kuyuya sarkıtılmış gibi hissederdin… Kuyu giderek daha bir karanlığa gömülür, daha bir havasız kalınca damarlarındaki kanın da çekildiğini hissederdin… Boğulacaksın. Yukarıdan senin çırpınışlarınla alay eden sesler giderek silikleşiyor. Tek başınasın ve bu kör kuyuda bir Yusufsun… Züleyha da çaresizdir seni bu kör kuyudan çekip çıkarmaya… Yorgunsun… Bu ruh halinle her şey seni çılgına çeviren bir kâbustur artık… Kaçacak bir yerin de yok artık, bu senin gerçeğin… Tamam, düşlerine sığın ama sığınacağın düşlerin de tükenmek üzere, haberin ola… Elinin boğazında olduğunu hissettin. Kendi boğazını sıkıyordun kendi elinle… Kaygan zeminde raks eden bir sarhoştun, ama bir sarhoşa tozpembe görünen her şey senin için güneşi çalınmış kirli bir sarıydı sadece. Oysa neler düşlemiştin, nelerin hayalini kurmuştun taptaze beyninde… O parkta kuğuları izlerken iki üç tane kuğuyu önce yüzler binler olarak görür, sonra bu sayı yetmez yüz binlere, milyonlara çıkarırdın kuğu sayısını… Kaygısız, rahat… Kuğular biz oluverirdik hemencecik… Koca bir ülke, milyon milyon nüfus… Yetmezdi, bir şeyler unuttuğun gelir aklına hayıflanırdın… Koca bir yer kürenin senin ülkenden ibaret olmadığını, başka ülkelerde başka renklerden, başka dillerden insanlar olduğunu nasıl unutabilirdin ki… Sanki bir kara derili yüz sana “bizi neden unuttun” der gibi sitemle bakar, bir Kızılderili “ biz de vardık ama unutulduk sanki”nin içinizi burkan hançerini yüreğinize saplardı… Yüzün kızarır, onları ihmalinden utanırdın. Özür dilemek neye yarardı ki, hakkın olmayan bir ihmal nelere sebep oldu, gördün mü?… Sonra rengârenk olurdu kuğular, küçücük gölet kocaman bir okyanus… Herkesin içinde yer bulabileceği kadar kocaman bir umman… Bütün renkler bir ahenk cümbüşü oluşturur, omzunuzda hissettiğiniz bir elin sessiz teşekkürüyle bir nefes alırdınız… Düşlerin vardı, adam gibi, adama yakışan ve savaşarak elde edilen, savaşarak korunan… Bir kurgu bilim romanından esinlenmiş gibi bu yaşama ait olmayanların ölümcül silahlarıyla bir siperde kıstırdığı savaşçının yardımına koşarken ayakların yerden kesilir, uçardın… Basbayağı uçardın be… Avuç içini açmanla yaşam avcılarının siber silahlarını tuz buz eder, kardeşini kucaklar gibi sımsıcak duygularla kucaklayıp çıkarırdın savaşçıyı siperinden. Dilinden anlamazdın ama yüzündeki gülücükle sana dünyanın en sıcak minnet duygusunu ifade eden içtenliğine aynı içtenlikle karşılık verirdin… Senin çıkınındaki bir dilim ekmeği onun matarasındaki su ile yer, açlığınızı köreltirdiniz. Birden endişeyle “diğer cephelerin bize ihtiyacı var” der gibi gözünüze bakardı. Geçit vermez dağları, aman tanımaz dalgaları aşarak kendinizi kâh ülkede kâh bu kıtada aynı düşün insanlarının yanı başında bulurdunuz. Savaş çetindi ama hayat da güzeldi. Avcıların dört cepheden kuşatılmış avı gibi durmadan kaçardın. Belki bir meydanda, belki bir köşe başında… Belki de ne bileyim… Her neyse ne… “Ölüm hoş geldi sefa geldi”… Ne demiştin kuşatmada kıstırıldığında adamların otomatik ağır silahlarına karşı on dörtlünü çektiğinde…” azdan az gider, çoktan çok”… Ama nasıl da mutluydun, nasıl da “adam gibi” hissederdin kendini… Yazın sıcağını hissederken kışın ayazı ayrı bir tattı. Ya ilk bahar… Ya o Mayıs, Haziran ayları… “Tanrının beni çıldırtmak için yarattığı aylar” derdin bu aylara… Gerçekten kavgada da aşkta da çıldırdığın aylardı bu aylar… Kasımın yaşamında ayrı bir yeri var ama şimdi anlatmanın sırası değil…O çingene kızının gözaltı bakışlarını hala unutamadığını ve hiç unutmayacağını anlatmıştın… Aşk arınmış insanın en saydam duygusu muydu sence… En çok Aralık ayından tedirgin olurdun, niye bilmem. Bu ay, dışarının kapılarının kapandığı, mecburen kapalı alanlara sığınıldığı bir ay olduğu için miydi, kapalı alanlarda avcıların baskınlarını atlatamadığın için miydi?… Hatırlıyorum da genellikle Aralık- Ocak aylarında yakalanırdın… Sanırım bu aylara karşı soğukluğunun sebebi bu olsa gerek…
Dalmıştın… Kaç yıldır özlemini duyduğun düşü ara sokakların kaldırımlarında görmeye başlamıştın… Çiselemeye başlayan yağmur damlasının yüzüne düşmesiyle kendine geldin. Soğuk soğuk terliyordun. Yedi sekiz yaşlarındaki bir kız çocuğunun “amca ayakkabılarını boyayayım mı?…” Yedi sekiz yaşında bir kız çocuğu… Boya sandığını omzuna asmış kör bir adamın elinden tutarak yandaki kahveye doğru gidiyorlar… Yüzüne baktın, pırıl pırıl, zekâ fışkıracak nerdeyse… Yaşadığı yaşamın kendisine hazırladığı geleceğin ne olduğunun farkında bile değil henüz… Gülümsedin…
“Kaç lira”
“İki”
“Yok, boyatmam, çok istiyorsun”.
Bir an sessiz kalıyor, tereddüt ediyor boyatmayacağımdan.
“Sen kaç lira verirsin”
“Yirmi beş kuruş”
“Amaa çoookk azz”.
Babası olduğunu öğrendiğim kör adam benim duymayacağım bir ses tonuyla “bir lira de” diyor.
“Bir liradan aşağı olmaz”…
“Adı ne senin”
Fatma”…
Bu yıl üçüncü sınıfa gidecekmiş. Beşkardeşlermiş, geçimlerini ayakkabı boyacılığı yaparak sağlıyorlarmış, babası kör olduğu için başka iş bulamamış.… Fatma’yı lafa takıyorum. Mardin’den gelmişler buraya… İki yüz elli lira kira veriyorlarmış… Yağmur hızını artırdı… Sırılsıklam ıslanmak istiyorum… Fatma kuytu bir arıyor, kaçıyor yağmurdan. “Yağmur ne güzel yağıyor, değil mi” diyorum. Yüzünü buruşturuyor… “Güzel değil” diyor. Ne olduğunu soruyorum. “Sen nerede oturuyorsun” diyor. Gösteriyorum, karşı apartmanda diyorum. Yağmur yağınca sizin evin damı da akıyor mu? diyor. Yok, akmaz diyorum. “Ama” diyor, “bizim evin damı akıyor, evin her yerini ıslatıyor, ben üşüyüp hasta oluyorum” onun için yağmuru sevmem ben”
“Sen ki diyorum” kendi kendime, aldın mı cevabını oğlum. Senin çatın akmıyor, evin içini su basıp gece ıslanıp üşümüyorsun, bu yüzden uykun bölünmüyor, hasta olmuyorsun, senin keyfin başkalarının zulmü olabiliyor demek ki”… Keyfim kaçıyor. Fatma’ya bir elli liralık veriyorum. “Ama” diyor “bizim bu kadar paramız yok ki, bu parayı nereden bozduracağım şimdi”. Yok diyorum bozdurmayacaksın, bu senin. Bir an tereddüt ediyor, inanmıyor, dalga geçtiğimi sanıyor. Ciddi olduğumu anlayınca “ yalancı, kandırdın beni” diyor. Arkama bakmadan azarlanmış çocuk gibi hızla uzaklaşırken “ Ohoo Fatma diyorum, asıl ben kendimi kandırırım, kendime ne yalanlar söylerim bir bilsen”… Baksana, yedi yaşında mahalle aralarında yakar top oynama çağında seni ayakkabı boyacılığı yapmaktan bile kurtaramayan ben!..” Yağmurda ıslanma hevesimi kursağımda koydu velet… Fatma’ya küsmeli miyim?…