Çaresiz ama tereddütlü görünüyor, teşekkür ediyor teklifime. Terminalde sabahlayacağına izin verip vermeyeceklerini soruyor. “Verirler” diyorum, terminalde sabahlarsın. Rahatlıyor, endişesi dağılır gibi oluyor. Hareketlerini izliyorum.
“Diyelim ki bu adam polis ve senin peşinde. Yahu bu adamlar zaten senin peşinde. Bir açığını bulsalar uçururlar seni. Bu kadar tesadüf!… Paranoyaya mı kapılıyorum yoksa”…
Kendimi toparlayıp son derece emin bir tavırla “ hava çok soğuk diyorum, ben öğretmenim, biz de kal”.
Bu kez teklifimde ısrarcı olmamın onda yarattığı kuşkuyu görüyorum. Hangi branş öğretmeni olduğumu, nerede çalıştığımı, kaç yıldır çalıştığımı v.s soru yağmuruna tutuyor beni. “Dershanede çalışıyorum, Matematikçiyim” diyorum. Okulda değil dershanede çalışıyorum.” Dershane!… Yeahh… Tamam, yeahhh ama valla bir bok anlamadı. Dershanenin ne olduğunu bilmiyor bile. Frenlerim boşalıyor, hiç istemediğim halde “lan diyorum sen “bizim amcaların” Vaşington versiyonu musun, ne boksun, hayrola “coni”… Washington… Tedirginliği iyice artıyor. Nasıl olsa frenler boşaldı, kendimi tutma gereğini bir kenara bırakıyorum. Zaten söylediklerimi de pek anlamıyor. İngilizceden çok “İngilazca” konuşuyorum. İngilizcem kırık-dökük. Avanak avanak beni dinliyor. Anlamadığı belli. Tepem atıyor, içimden “ulan diyorum lavuk şimdiden çaktırmadan beni sorgulamaya başladı bile”… “Lan Coni” diyorum, sen bizi pek tanımıyorsun, şayet amacın… Şayet benimle karşılaşman tesadüf değilse ağababalarına 1968 Dolmabahçeyi sor. Boğazın serin sularında altlarına kaçırışlarını sor…Bizim böyle bir geleneğimiz var. “Senin tercihin ne olur coni, gerçi burada deniz yok ama seni otobüsten aşağı atmamı ister misin?… Okey, okey… Bazen cümlenin ortasında bazen cümlenin bitişinde okey, okey… Lan oğlum diyorum kendi kendime bu lavuk bir bok değil, baksana anasına sövsen okey diyor herif. Yumuşuyor, gülerek “Ankarada havalar çok soğuk olur, gel bizim evde kalırsın, sabah işine gidersin. Yarı gönüllü “okey” diyor. Ankara garına kadar kurdeşen oluyorum. Bir an beni rahat bırakan olumsuz düşünceler yeniden beynime hücum ediyor. “ Kaçsam mı”… “Ya ihtiyacı varsa”… “Kaç”… Ya gerçekten zor durumdaysa…
Elimin tersiyle kolumu savuruyorum. “Her ne boksa ne bok, varsın kalsın. Şayet polisse zaten izleniyorsun. Hem neyin var ki, sabahtan akşama tahta başında matematik anlatıyorsun”
Terminalden evin yolunu tutuyoruz. Aralıklarla sohbet etmeye çalışıyoruz. Gerginliğimi yenemiyorum. Ramazan ayı. Sabaha karşı eve geldik. Bir odada yattı, sabah kalktık benimle birlikte Kızılaya geldi. Para verdim. Çalıştığım Dersaneyi gösterdim. “İhtiyacın olursa akşam on dokuz buçuğa kadar buradayım”
Akşama doğru dershaneye gelip bir öğrencime beni sormuş. Öğrencim “Hocam bir Arap seni soruyor”. Ne arabı ya… Kafamı kaldırmamla anisi görüyorum. Malim esmer, melez ya da zencilere bizimkiler Arap diyor ya… Anlaşılan Birleşmiş Milletlerde Anise pek yüz vermemişler. Gerisin geri dönüp gelmiş. Yine tedirgin, çaresiz, umutsuz. Hareketlerini izliyorum… Kendi kendime gülüyorum. Endişelerimin yersizliğini anlıyorum. Elimi omzuna atıp “ boşver diyorum, eve gideriz”… Bir gülümseme, bir memnuniyet, teşekkür ifadesi beliriyor yüzünde. İş çıkışı eve geldik. Ailemle tanıştırdım. Bu eşim, oğlum, Sinan. Elini uzatmıyor, çekingen… Evde pek rahat hareket etmiyor. Ev içi davranışlarda sürekli beni benimle oturup benimle kalkıyor. İftar açılmadan bir şey yiyip içmiyor. İftar ezanı okununca mırıldanarak dua okuyor. Eşimle inançlı birisi olduğu sonucuna varıyoruz. Hatırladığım kadarıyla bir iki gece sahura kalktı. İncitmiyoruz. Gündüz dershaneye geliyor benimle, sohbetin konusu genişliyor. Ona bizim oruç tutmadığımızı, bizim sosyalist olduğumuzu ama kendinin rahat olmasını söylüyorum. Yeri geldikçe ülke ve dünya devrimci hareketinden anekdotlar aktarıyorum. Gün geçtikçe daha rahat hareke ediyor. Gündüzleri Sinanı gezdiriyor. Çok dikkatli, yoldan karşıya geçerken Sinanın elini sıkı sıkı tutuyor. İyi arkadaş oldular. Sinana İngilizce öğretiyor. Bir akşam eve geldiğimde hamurdan satranç takımı yapmışlar, gülüyorum. “Anis” diyorum “Mamak cezaevinde bizim hamurdan satranç takımı yapma atelyemiz vardı, sen orda olsaydın Cezaevi müdürü Raci Tetike torpil yapar seni ustabaşı olarak dolgun bir ücretle işe başlatırdım, hatta sigortan bile yapılırdı.”. Günler geçiyor. Bir geceliğine evde kalmak üzere gelen Anis ev halkının yerli bir üyesi oldu. Artık kendi başına mahalleye çıkıyor, bizim gecekondudan şehre iniyor. Olanaklarımız ölçüsünde harçlığını eksik etmiyoruz. Biraz mahcup ama verdiğimiz harçlıkları artık geri çevirmeden teşekkür edip kabul ediyor. Anis kelime bazında Türkçe bile öğrenmeye başlıyor. Biraz İngilizce biraz Türkçe…
Bir gün ineceği durağı şaşırmış, iki durak ötedeki bizim eski oturduğumuz evin durağında inmiş. Evi bulamıyor. Oradaki esnafa mahalle halkına bizim evi soruyor. Mahalle halkı benim durumumu biliyor, yabancı birisi… Beni soruyor… hmmm… anlaşıldı. Kimse beni bilmiyor, tanımıyor. Ararken evi bulmuş… Anisle sohbetimiz genişliyor, dökülmeye başlıyor. Artık bizden emin… Bizim kafamızda Anis inançlı bir İslamcı, ama tutukluğu geçti. Daha rahat hareket ediyor artık. Bir gün Kırık dökük öğrendiği yarı Türkçe yarı ingilizce“yoldaş”dedi, “bana gösterdiğiniz ilgiye alakaya teşekkür ederim. Elbette bir devrimci dayanışmasının en güzelini gösterdiniz, bir gün borcumu ödeyeceğim”… Şaşırdım. “Lan Anis dedim, tabii ki yoldaş diyeceksin, kaç zamandır bizim ekmeğimizi yiyip, suyumuzu içiyorsun. Bizden sana da bulaştı galiba”… Anis orucu bıraktı, sahura kalkmayı bıraktı. Sohbet konularımız genişledi. Boş biri değil. Dünyadan haberdar. Anisin ne Zooloji öğrenciliği var, ne turistliği. Eritre Hulk Kurtuluş ordusunun idama mahkum edilmiş, örgütü tarafından cezaevinden kaçırılmış ve yurt dışına çıkarılmış bir militanı… Ağzım açık kalıyor. Etiyopyayı, Eritreyi anlatıyor. Oradaki mücadeleyi, işkenceyi, halkın yokluğunu yoksulluğunu… Çok yakın bir arkadaşım biraz de endişeyle “ bu kim” dedi. Anisi en kestirme yoldan tanıttım. “ Afrikalı bir acilci”!… Anise İstanbul’dan Ankara’ya gelirken karşılaştığımız otobüste kendisi hakkında endişelerimi, kaygılarımı anlattım, güldü. Haklısın dedi, CİA dan tuta bütün karşı devrimci istihbarat örgütleri gölge gibi peşimizdeyken bunca şey yaşamışsın, benden kuşku duyman elbette olağan dedi. Anisle artık iyi arkadaşız, birbirimize ısındık, sevdik birbirimizi.
Günlük meşakkatimizi görüyor. Eşime “İdris çok çalışıyor” demiş.
Gün geldi Anis bizden ayrıldı. Nereye gittiğini ne biz sorduk, ne o söyledi. Öğrendiğimiz kural ve geleneğimiz buydu, sorulmazdı da, söylenmezdi de… Zaman zaman telefon etti. Bir iki kez küçük miktarlarda para gönderdi. Belli ki kendini borçlu saymıştı ve borcunu ödüyordu. Aradan sanırım iki üç yıl geçti. İzimizi kaybettik. Kritik durumu nedeniyle nerede olduğunu arayıp sormuyorum. İstanbuldaki öğrenciliğimde telefon kulübesinden telefon edeceğim. Kulübeler loş ışıklı, etrafta pek bir şey seçilmiyor. Jetonu yuvasına atıp bir veya iki numara çeviriyorum, kabin kapısı çalınıyor. İşaretle “ bir dakika “ diyorum. Yeniden kabin kapısı “ tak tak”. Tekrar işaretle bir dakika diyorum. Numaraları yeniden çevirirken tekrar kabin kapısı “ tak tak”. Ben deyim sekiz, siz deyin on. Bir türlü numarayı çevirmeme izin verilmiyor. Hırsla kapıyı açtım, suratını dağıtacağım hergelenin. Kapıyı açmamla adımın seslenmesi bir oluyor. Aniiissss… Kucaklaşıyoruz. Telefon kabinine girerken görmüş beni. Hoş beş, hal hatır. “Hadi diyor eve gidiyoruz”. Elimdeki kitapları, ders notlarını kaldığım yakındaki üçüncü sınıf otele bırakıyorum. Laleli yönüne doğru sohbet ederek yürümeye başlıyoruz. Yüksek katlı bir apartmandan içeri giriyoruz. “Burası diyor mülteci sığınma evi”. Pek bir şey anlamıyorum ama sesimi de çıkarmıyorum. Girişteki odanın zili çalınıyor, şivesinden Arapça olduğu anlaşılan birisi kapıyı açıyor. Karşılıklı tanıştırıyor. “Suudi Arabistan Komünist Partisi üyeleri”… Adımı söylüyor, THKPC/ Acilciler örgütünden yargılandı. Kendimi hiç yabancısı olmadığım kardeş evinde gibi rahat hissediyorum. ilk kez Suudi Arabistanda bir Komünist partisi olduğunu duydum. Suudiler akşam yemeği telaşında. Anis “gel diyor” seni diğer yoldaşlarla tanıştıracağım. Kimler yok ki… Alman RAF tan, Fransız doğrudan eylemcilerine, İtalyan Kızıl Tugaylarından Sri Lanka Tamil Kaplanlarına kadar… İtiraf edeyim, en hayran kaldığım Irak Komünist Partisi liderinin yaşam tarzı, tutum ve davranışları oldu. Bir altmış metre boyunda zayıf, çelimsiz biri. Bir inşaatta amelelik yapıyor. Yorgun, yorucu bir iş. Kaldığı küçük bir odanın dörtte üçü kağıt. Kitap defter, gazete… Günde iki saat uyku uyuyor, bütün zamanını Iraktaki yoldaşlarına, partisine yazıp çizmeye ayırıyor. Hiçbir yakınma ve şikayet duymadım. “Evet diyorum, kazanacaksak böyle kazanacağız. Büyük amaçlara büyük kişiliklerle, büyük fedakarlıklarla ulaşılacaktır”.
Anis, İtalyan Kızıl Tugayları ve Fransız Doğrudan Eylemcileriyle Jumbo çatal kaşık satarak geçimini sağlıyor. Perakende alıp satıyorlar, akşam günlük satış parasını teslim ediyorlar. Fabrikaya güven sağlamışlar. Bir gün kaldığım otelin bütün geçmişten kalan borçlarım dahil bütün parasının ödendiğini söyledi işletmeci. “Kim ödedi hacı amca” dedim. Tarif ettiği kişi Anisti. Anisle görüşüyoruz. Otele gelip beni yemeğe filan götürüyor. “Anis dedim, otelin parasını ödemişsin, keşke yapmasaydın, zaten zor geçiniyorsun”. Güldü. Gülerek anlatmaya devam etti. Fabrika kendilerine, vermiş oldukları güven nedeniyle bir TIR mal vermiş. Mali pazarlamışlar ama bir daha fabrikaya da yanaşmamışlar, yani paraları cebe atmışlar. Yüzüm asıldı. “ Ne yani dedi, buruvazinin bir TIR çatal-kaşığını çok mu görüyorsun, onlar halkı sömürüyor, biz de onlara derslerini verdik”. “Anis dedim, devrimciler kişisel çıkarları için hak etmedikleri bir çöpe bile el uzatmazlar, yaptığınız düpedüz dolandırıcılık”. Bize düşmanlarımıza bile dürüst davranmamız öğretilmişti de… En zor anımda maddi desteğini gördüğüm Anise küsmüştüm. Ne dersiniz, biraz salak mıyım ne!…