Küsmelerin Müzmin Tarihi-11

Kaçıncı yıldı geride bırakılan? On… Onbeş… Yirmi… Belki de daha fazlaydı da çetelen pusulayı şaşırmıştı. İki bin iki yüz yirmi iki gün sonra çıkıp gelivermesiyle o güne kadar tuttuğun çeteleleri saymıştın. Tamı tamına iki bin iki yüz yirmi iki gün boyunca çetele tutmuştun… Her geçen günü doğacak güne ekleyerek ve her an kapıyı açıp “geldim” diyeceğini, gülümsemesiyle, bakışlarıyla, “çat kapı” içeriye gireceğini bekleyerek… Gelmişti işte ve de yüzünde güller açmıştı… Yanındaydı işte ve artık ne çetele tutacaktın ne de her çiziktirmelerde o terk edildiğin günün cehennem azabını yeniden yeniden yaşayacaktın. Onu apansız getirip karşına diken şey ona duyduğun o dipsiz bucaksız, unutamadığın, bitmek tükenmek bilmeyen duygularının çekim gücüydü… Ya da sen öyle düşünmüştün… Öyle mi idi gerçekten?. Bunun öyle olduğunu, düşündüğün gibi olduğunu hiçbir şeyi istemediğin kadar çok istemiştin. Oysa bir masumiyetin örselenmesi, parçalanması için onu illa da kayalara çarpmanın, uçurumlardan aşağı atmanın gereği bile yoktu. O, umursamaz bir ses tonunda, bir rüzgâr esintisinde kendi kendini yok edebilirdi. Olan olmuştu ve korktuğun başına gelmişti işte… Sanırım şu anda yaşadığın bu… Değil mi?

 

Yüzünde çok sık görülmeyen bir hüzünle, boş gözlerle ufka bakıyordun. Omuz silktin… Belli belirsiz bir ses tonuyla, sanki söylediklerinin birileri tarafından duyulacağı endişesi taşımasından korkuyormuşçasına “belki” diyebildin…

Aslında kaçtığın bir gerçeğin itirafıydı, kaçtığın kendindin. Sen bir ayıbını, bir olmazını başkalarına rahatça söyleyebilen birisiydin, severdin kendinle dalga geçmeyi ama kendine karşı ketumdun, değil hissedileni, aleni apaçık bir gerçeği kendine itiraf etmen, zor ne kelime demirden bir leblebiydi. Sözcükler boğazına takılır kalırdı da bir türlü dilinden dökülmezdi. Ne çabuk bırakıverdin kendini bilinmez sulara, derin sulara, mavi sulara, gelgitlerin fırtınalı dalgalarına… Gerçekten öylemiydi, derinliği olan duyguların mıydı, yoksa çöl ortasında yarattığın halüsinasyonların derinliği miydi seni içine çekip alan… İkisi de doğruydu, derinliği olan duygularındı ve bu derinlik çöl ortasında bir vahaydı. İşte diyecektin “aşk çöldeki vahadır, çölün ruhsuzluğuna anlam, saldırganlığına gülümseme, kabalığına nezaketle karşı koymaktır.” Aşk, yeri göğü inleten, kendisinden başka hiçbir sesin hiçbir tınının işitilmesine fırsat vermeyen itici, yılışık ve yapışkan yabani hayvanların böğürtülerini, ilkel dürtülerini Rodrigonun gitarının telleriyle hizaya getirmekti, ilkelliğe, soysuzluğa bir meydan okuyuş, baş eğdiriş ve diz çöktürmekti. Öyle sanmıştın değil mi, ya da öyle mi ummuştun?. Oysa ne zaman uyanacak ve ne zaman fark edecektin o çölün vaha olmadığını. Çölü vaha yapan senin halüsinasyonlarındı. Sanrıların altını çizerken aslında kendi üstünü çizdiğinin farkına varman için daha ne kadar beklemen gerekecekti. O bir çöldü, öylesine kördün ki üzerinde bir dal yeşilin yeşermesine bile olanak tanımayan ölü kumları gümrah bahçelerin bitek toprakları olarak gördün, o kadar sağırdın ki hastalıklı bir gırtlaktan çıkan sesi, ruhun tellerine dokunan bir ezgi diye kımıldamaksızın dinledin. Hiçliğe kendini teslim etmek için hiçliğin fedaisi oldun, varlığını yaraladın. Âlemin doğrucusuydun ama kendine yalanlar söylemede de üstüne yoktu hani…

Bir uyku sarhoşluğuydu başını döndüren, bilincini karartan. Gaipten sesler duymaya başladın. Evet diyordu bir ses, “topraklarım bitek değildir, üzerimde bir dal yeşermez, suyum çekilmiştir, açlara aş, çaresizlere mekân olamadım. Genç kızların namelerinde adım geçmedi, delikanlı oğlanların halaylarına yurtluk edemedim. Başka doğrular da var ve lakin sen başka doğrulara körsün, üzerimde ses veren ezgilere sağırsın. Mecnununa ruh oldum, Leylayı bende aradı, Şahlara, krallara kılıç sallayan bedevi kaçaklara yurt oldum, kumsalımda sakladım onları. Başıma gelmedik kalmadı bu yüzden, zalimlerin talanına uğradım, tanrılar lanetledi beni. Kimine göre katil, kimine göre kahramanım, kimine göre soylu kimine göre serseriyim. Beğenirsin ya da beğenmezsin, benim bir ruhum var, dününle bugününü, geçmişinle geleceğini bağlayan bir köprüyüm. Ya sana göre neyim? Uyan, o çöl dediğin ben değilim. Bir ruh arıyordun, ruhsuz bir taşa takıldı ayağın. Bütün yokluk ve yoksunluğuma rağmen üzerimde vahalarım vardır, bir boyumdan diğerine nehirler akar üzerimden, susamışlar suyumdan içer, yorgunlar vahalarımda dinlenir. Bütün bunlar için canımı dişime takar gece gündüz emek veririm, sen görmesen de kum tanelerimi bu emek ayakta tutar. Hani aşk emekti, sen söylemez miydin sık sık bunu, emeği unuttun, sana emek verenleri de unuttun. Neşeden yoksun sevinç çığlıklarına kaptırıp kendini kötülüğün gürültülü yankılanışıyla beni eş tuttun”.

Anılar dağarcığını yokladığında heybenin iki gözünün birinde , geçmişi olmayan ve geleceği de olmayacak olan bir kirletilmiş şimdiki zamandan başka bir şey yoktu. Diğer gözünde gülümseyen bir yüzde tomurcuklanan ter vardı, ruhun uduna dokunmuş, sonsuzluğa akarcasına yenilenen, seslendirilmiş bütün ezgileri yeniden yeniden okuyan, bağrında taşıyan, yeniden ezgiler doğuran ölümsüz şarkılar vardı, meydan okuyan marşlar vardı. Gökyüzünü fethetmeye çıkmış fedailerin korkusuz ruhları, kör kuyularda Yusufa can olan Züleyha vardı. Peki ama sen kimdin, sen kimsin?. Okyanusların derinliklerinden korkup sığ sulara sığınan bir zavallı, gerçekliğin ormanından kaçıp ürkek tavşanlar gibi çalı diplerinde gizlenen bir korkaksın. Kolaycılık senin de işine geliyordu değil mi?. Savaşı bütün cephelerde kaybetmiştin, bir bu cephe vardı gelecek için umutlarını besleyen. Onurluydun, vakurdun, başın dikti. Başın dikti ama tosladığın kör bir taşa teslim bayrağını çekmeyi de yakıştırdın kendine.

“Dur” dedi bir ses. Kaygan bir zeminde limitsiz bir hızla koşan atletler de tökezler, yıkılır, bir yerlerini sakatlar. İşte asıl sınavda burada başlar. Yıkıldığın yerde uzanıp kalacak mısın, yaralı bedeninle, incinmiş ayağınla yeniden doğrulup koşmaya devem edecek misin?. Omuzlarındaki yükün ağırlığı altında yalpalıyordun, balçıktı her yanın, sağın solun balçıktı. Çocukluğunda hayranlıkla izlediğin yıldızlarını kaybetmişti gökyüzü, derelerin suları çekilmiş, sokak şarkıcıları susmuş, caddeler yol boyu kirli bir sarıya teslim olmuştu. Hazırlıklı değildin bütün bunlara, olacaklara ve olasılıklara karşı bir öngörün de yoktu. Çocukluğunda gökyüzünün bir parçasını görürdün, yıldızlı bir parçasını. Senin için gökyüzü bu kadardı. Büyüdün, gökyüzünün başka parçaları olduğunu da gördün. Bütün gökyüzüydü hedefin, ıpıl ıpıl ıpıl ışıldayan, büyüklü küçüklü, geceleri avuçlarına düşen, yüzlerinde gezinen yıldızlarla donatacaktın bütün gökyüzünü. Küçücük dereler mavi, yeşil tirşe rengi çağlayanlara dönüşecekti. Topraklar bitek ve verimli, aç ve açlığın adları geçmiş dönemlerin masallarında kalacaktı. Çocuklar silecekti sözlüklerinden bu sözleri. Kocaman sofralarda doyasıya yemekler yenilecek, dağ bayır, kızlı erkekli dans pistleri olacaktı. Gitarın tellerinden, ezgilerin namelerinden kederin adı silinecekti. Güneşin sıcağında, denizlerin kumsalında merhaba diyecekti hayat. Çocuklar bütün masumiyetleri ve gülen gözleriyle “savaş nedir” diye soracaklardı. Bu yaşamın yolu aşktan geçecekti ve aşk yaşam olacaktı.

İdeallerine yenilmedin, ideallerin yenilmedi. Anka kuşu Kaf dağının ardında, o gelmeyecek, onu sen getireceksin ve çıktığın meşakkatli yolculuk Kaf dağının ardındaki Anka kuşunun masalsı yolculuğuydu, masalı çocukların yaşamına adayacaktın. Bu yolculuk bir aşk yolculuğu idi, sarp tepeleri, derin vadileri, geçit vermez dağ başlarını aşacaktın. Boğuşacaktın, tökezleyecektin, bir yerlerin incinecekti. Aslolan yola devamdı.Bunu tökezlemeden say olur mu?.

Utandım bu sesten ve küstüm kendime

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.