“Nefretin sabahları serin olur, bu sele kapılanlar boğulur, bir daha kıyıya dönemez” demişti direnişin lideri yaşlı felsefe profesörü… Söz kulağında kalmıştı da sözün kime ait olduğunu hatırlamıyordu. Hapishaneden, kendisinin ve yoldaşlarının firar etmelerine yardımcı olan genç gardiyan olabilir miydi?. Kaç kez beynini yoklamıştı ama bir türlü çıkaramamıştı. O günkü konferansına başlarken de barışa ilişkin bu cümle aklına gelivermiş ve konuşmasına da bu cümleyi referans alarak başlamıştı. Söz her kime aitse aitti, bu sözü söyleyenin kendileri için söylediğinden hiç kuşkusu yoktu, bu vazgeçemeyecekleri bir ilkeydi ve devrimci direnişçilerin de kılavuzu, düsturuydu. ”Zorunlu şartlarda bile hiç kimse devrimci eylemlerimizin mağduru olmamalıdır, böyle bir olasılık varsa o eylem derhal iptal edilmelidir, biz işgalcilere karşı savaşıyoruz, suçu tescil edilmedikçe kimse bizim eylemlerimizden zarar görmemeli”… Çileli bir kıta ülkesinin işgali sırasında, işgalcilerin askeri kampına saldırıya hazırlanan, istim üzerindeki canı burnunda militanlara seslenen direnişin yaşlı liderine, yıllar sonra ihtiyarla röportaj yapan bir gazetecinin “Amerika’nın, sadece ülkenizi değil, bütün kıtayı askeri faşist darbelerle kana buladığı konusunda ne düşündüğünün sorulması üzerine, gazeteciye “ düşüncem değişmedi, aynı kanıdayım” demişti. Yaşlı liderin ömrü ya hapishanelerde geçmişti, ya da yer altı sürgünündeydi. Kim inanırdı ki bu ihtiyarın koca kıtanın küçücük bir ülkesinde en etkili bir direniş örgütünü kurup yönettiğini… Görünümüyle de zaten bir örgüt liderinden çok bir rint’i andırıyordu. Kısa boylu, zayıf, çelimsiz… Bu görünümüyle Hollywood’da üçüncü sınıf bir figüranlık bile vermezlerdi. Askeri faşist darbenin yıkılmasından sonraki yasal yaşamında da partiye dönüşen örgütünün ısrarlı çabaları sonucu ülkesinin yöneticiliğine seçilmiş, rint yaşamını, tavrını tutumunu ülke yöneticisiyken de sürdürmüştü. Onu, her gün halkın arasında kah çat kapı bir gecekonduda, kah bir fabrika vardiyasında ya da köylülerle birlikte hasat kaldırırken görürdünüz. Çocuklarla oyun oynarken de tam bir çocuk olur, onlar gibi koşup zıplayamazsa da onlar gibi kendini oyunun heyecanına kaptırır, takımının ateşli bir taraftarı olurdu. Gösterişten, şatafattan uzak yaşamında devlet protokolündeki davranışları bile, belirlenen “usul ve kaidelerden uzak” , bildiğinden şaşmayan, hiçbir protokol kurallarına uymayan davranışları dünya halkları tarafından övgü ve alkışlarla, diploması çevrelerince yergiyle karşılanmış, “skandal” diye yaygarası yapılmıştı. Bu tavır ve davranışıyla bütün halkın sevgilisi olup çıkıvermiş, egemen sınıfların “anarşist, terörist” cart curtları da bu kez halkın dilinde alay konusu olmaya başlamıştı. Genç kızı etkileyen de ihtiyarın bu görünüşü, aldırmaz hareket ve davranışlarıydı. TV konuşmasında yaşlı lider “Kuzey ışıkları direnişimizin direği, ülkemizin, halkımızın kurtuluşunun da şaşmaz parolasıydı” demişti. Kuzey ışıkları genç kızın takıntısı olmuştu, neydi, neyin nesiydi bu kuzey ışıkları?… Bir halk toplantısında yaşlı lidere TV konuşmasını hatırlatan genç kız “Kuzey ışıklarını” sormuş, yaşlı lider bir açıklama yapmak yerine gülümsemeyle yetinmişti.
İktidarda olduğu bu kadarcık kısa bir süre içinde “özelleştirme” adı altında yağmacılara peşkeş çekilen kamu mallarını yeniden kamulaştırmış, fabrika işletmelerini işçi komitelerine, tarımsal işletmeleri köylü birliklerine vermişti. Amerikan üsleri kapatılmış, elçisi ülkesine gönderilmişti. Yaşlı liderin ekonomik sosyal politikalarıyla yağmalarının suyu kesilen yerli sınıflar burnundan solumaya başlamış, velinimetleri A.B.D ye “ aman demişlerdi, bu ihtiyar iktidarda kalırsa bizim de anamızı belleyecek, sizin de… Doktor buna bir çare”… ABD dünyanın jandarmasıydı ve askeri faşist darbelerin de doktoruydu. Bir gecede Pentagonda eğittiği generallerini görevlendirir, tanklar ilerici yönetimlerin merkezlerini abluka altına alıverirdi. Bu ülkeler halklarında darbeler öylesine kanıksanmıştı ki, faşist darbelere karşı halkın direnişini örgütlemekten başka çare kalmadığına ilişkin hemen herkes aynı kanıdaydı.
Yıllarca gericiliğe, faşizme, diktatörlüğe karşı direnişi sürdüren ihtiyarın ülkesinde de tarih tekerrür etmekte gecikmemiş, bir gece ansızın tanklar caddeleri tutmuş, generaller iktidara el koymuş, büyüklük ve nüfus bakımından bütün kıtayı kaplayan direniş ülkelerinin belki de en az kayda değeri küçücük bir ülke yeniden karanlığa gömülmüştü. Cunta, ülkenin her yerinde çoluk çocuk, büyük küçük kim varsa tutuklamalara girişmiş, stadyumlar işkence merkezine dönüşmüştü. Deneyim ve tecrübe sahibi direniş örgütünün militanlarının çoğu tedbirini almış, tutuklama çemberini yırtmıştı, pek az militan cuntanın eline düşmüştü. Yaşlı lider yer yarılmıştı da yerin dibine girmişti, cunta akla gelen her yeri aramış, taramıştı da bir türlü izine rastlayamamıştı.
Genç kız, yaşlı liderin gerek halkın arasındaki tavır ve davranışlarıyla gerekse üniversite öğrencisi abisinin anlattıklarıyla sanki yaşlı liderle aynı sokağın bitişik bir evinde yaşıyor, bakkal, market alışverişlerinde günübirlik karşılaşıyormuş gibi kendini yakın hissediyordu. Kendisi de abisinin okuduğu üniversitede mühendislik okuyordu, başarılıydı derslerinde, akranı erkek öğrencilerin ardından koştuğu, alımlı ve güzeldi de… Abisiyle birlikte gidip gelirlerdi Üniversiteye. Abisi de yakışıklı olmasına yakışıklıydı, derslerinde parmakla gösterilecek kadar da başarılıydı ama şu son günlerde çok değişmişti. Derslerini, sınavlarını asmış, okula geliş gidişlerinde dersleriyle ilgilenmek yerine bir grup arkadaşıyla başka şeylerle ilgilenir olmuştu. Eve gidiş gelişleri de anlıktı, annesinin babasının merakını gidermek için eve şöyle bir uğrar, bu gece bir arkadaşıyla kalacağı bahanesiyle çıkar giderdi. Abisiyle eskisi gibi sohbet edemiyordu genç kız, yaşlı profesörün o dünyaya meydan okuyan masalımsı öykülerini dinlemekten mahrum kalmıştı. Sık sık yaşlı liderin röportajının yer aldığı gazete sayfalarına dalıp gider, onun sözlerini ezberlerdi de okuduğu gazete röportajındaki birçok sözcüğün, terimin anlamını bilmezdi. Ah işte, abisi olsaydı, bu anlamını bilmediği sözcükleri, terimleri tatlı tatlı anlatırdı, o da yarı gülümser gözleriyle abisinin alnına bir öpücük kondurarak teşekkür ederdi. Tanırdı abisini, öyle karı kız peşinde koşan birisi değildi. Peşinden koşan birçok kıza yüz vermediğine kaç kez tanık olmuştu. Akşam ailece oturulan sofrada annesi, babası o değilden abisini sorarlar, o da endişeyi savuşturmak için bu gün görüştüklerini, arkadaşlarıyla birlikte sınavlara hazırlandığını söyler, annesinin babasının sıkıştırmasını atlatmış olurdu. Oysa uzun süredir abisini filan gördüğü de yoktu.
O gün evden çıkarken postacıyla karşılaştı. Postacı tanırdı aileyi, haftada en az bir kez uğrar, mektup, zarf, kart bırakırdı. Postacı, bir tebligatı eline tutuşturdu, kırmızı mühürle mühürlenmiş resmi bir zarftı. Zarfın üstünü okudu, Üniversiteden geliyordu. Kaşla göz arası evin penceresine, balkonuna baktı, annesi babası yoktu, postacının zarfı verdiğini görmemişlerdi. Aceleyle uzun sokağın köşesine geldiğinde evlerinin pencereleri, balkonu görünmez olmuştu, Annesi babası göremezdi, telaşla zarfı açtı… Kısa bir nottu yazılan: Abisinin Anayasal düzene karşı yıkıcı eylemlere karışmaktan dolayı Üniversiteden kaydının silindiği bildiriliyordu. Annesi babası duymamalıydı, alimallah bir yerlerine bir şey olur, kalp krizi geçirebilirler, kötürüm olabilirlerdi. Gerçi babasının önceki direniş hareketinde direnişçilere yardımı babasının onuruydu, zaman zaman o günleri anarken duygulanır, kendisiyle övünç duyardı ama olsundu, tam her şeyin yoluna girdiği, abisinin de kendisinin de bin bir umutla Üniversiteye başladığı bir dönemde olacak şey değildi bu… Göz ucuyla sağını solunu kontrol edip, kâğıtla birlikte zarfı yırtarak çöp kutusuna attı.
O akşam eve geldiğinde gözlerindeki endişe annesinin gözünden kaçmamış, annesinin sorular yumağını soğukkanlı görünerek atlatmaya çalışırken evin zilini uzaktan tanıdığı, hiçbir arkadaşlığının, samimiyetinin olmadığı başka bir genç kız çaldı. Evin genç kızı kapıyı açtığında ilk aklına gelen abisine kötü bir şeyin olduğu, gelen genç kızın da bunu söylemeye geldiğine ilişkin karabasanla sarsıldı. Gelen genç kız abisinden haber getirmişti, iyiydi sağlığı yerindeydi, abisi kendisiyle bildirilen yerde görüşmek istiyordu. Gelirken dikkatli olmalıydı, takibe alınmış olabilirdi. Abisi, cuntanın devrilmesiyle direnişin yasallaşmasına karşı olan grupla birlikte tavır almıştı, eldeki mevzilerin bazıları korunmuş, yaşlı lider apar topar direnişin korunan saklı mevzilerine kaçırılmıştı, yani cuntanın elinde değildi.
Abisinin bildirdiği görüşme yerine sağını, solunu kontrol ederek gitti, kucaklaştılar. Abisi, annelerinin, babalarının sağlığın sıhhatini sordu, iyilerdi, kendisini merakları dışında bir şeyleri yoktu. Genç kız bu kadarını olmasa bile birçok şeyi tahmin etmişti ve tahmininde yanılmamıştı. Abisinin genç kızdan istediği, kendisi şehirde kalacaktı direniş örgütünün şehir hücreleriyle kendisi arasında iletişimi sağlayacak güvenilir birisine ihtiyaç vardı, genç kız direnişin başarıya ulaşacağı güne kadar bütün beklentilerini erteleyip bu görevi üstlenebilir miydi?. Abisini seviyordu sevmesine ama, kendisine bu kadar güvenmesinden de ancak onur duyabilirdi. Bu ülke kendisinin de değil miydi, hem babası da yılların direnişçilere yardım etmemiş miydi, kendisi de o babanın kızıydı…
Zaman acılara karşı amansız ve acımasızdı. Aradan yıllar geçmişti, direniş yenilgilerle, başarılarla sürüp gidiyordu. Abisi yaşlı liderin sağ kolu olmuştu. Bir gün, şehir hücrelerinin bir mesajını abisine iletmek üzere gittiği evde, açık kalan kapıdan yaşlı bir adam kanepeye uzanmış kitap okurken gördü. Tanımıştı yaşlı adamı, oydu, ta kendisi. Abisi odaya girmesine engel olacak zaman bulamadan giriverdi içeriye. Yaşlı adam doğruldu, yüzünde hiçbir panik işareti yoktu. Gülümsedi sadece. Bu sadeliğe zaten hayrandı genç kız ama hayranlığı bir kat daha arttı…
“Sizi tanıyorum dedi”, lütfen o TV konuşmasında gülerek geçiştirdiğiniz, direnişin kılavuzu olan Kuzey Işıklarını anlatın bana”… Lütfen, başka hiçbir isteğim yok ve bunu öğrenmeden buradan gitmeyeceğim. Kardeşinin odaya girmesine engel olamadığı için mahcup olan abisini çağırdı ihtiyar. Abisi “ Kız kardeşim” dedi.
İnatçıymışsın dedi yaşlı adam, oturması için başıyla yanındaki sandalyeyi işaret etti.
Bu kadar meraklısın demek dedi.
Direnişimizin merkezi ülkemizin kuzeyindeki dağınık ve dağlık köylü yerleşim yerleriydi. Arkadaşlarımızın şehirdeki hücrelerimizle iletişim kurması zor ve riskliydi. Her an yakalanma tehlikesi vardı. Köylülerle iyi diyalog kurduk, örgütlendik aralarında. Tabi zorluklarımız da oldu ama köylüler arasında örgütlenme ve onları örgütlemekten başka şansımız yoktu. Giderek onlar bizden biri oldu, biz onlardan biri. Tomurcuklar çiçeğe, çiçekler meyveye durdu. Artık o dağlık kuzeyin köylülerinin her biri, kadınlar, genç kızlar, çocuklar yaratıcı birer direnişçiydi. Şehirdeki hücrelerimize iletecek bir haberimiz olunca kadınlar, genç kızlar kendilerine bir görev çıkarır, kimisi satılık tavuğunu, kimisi, yağını, peynirini sırtladı mı, yanlarına çocuklarını da alarak doğru şehre giderler, arkadaşlarımız alıcı kılığında Pazar yerine gelir, karşılıklı haberleşmelerimizi bu yolla sağlardık. Kadınlar, çocuklar, genç kızlar direnişimizin “Kuzey Işıklarıydı”. Onlardan bahsederken Kuzey ışıkları diye bahsetmek direnişimizin bir geleneği olmuştur.
“Konuşmasını bitirdikten sonra “ merakını giderebildim mi” dedi yaşlı adam genç kıza…
Yaşlı adamın anlattıklarını ağzı açık dinleyen genç kız konuşmanın gerisini dinlemiyordu bile… Dalıp gitmişti. Işık huzmelerinin içeri girdiği pencereden içi geçerek mavili yeşilli Kuzey ışıklarının dansını izliyordu…