Mavinin Hikâyesi

Lisede resim öğretmenimdi. Öğrenciler arasında “ Mavi hoca” derdik, lakabı buydu…Yaptırdığı resimlerde mutlaka mavi olmalıydı, değilse basardı sıfırı…Niçin Mavi?… Bilmiyoruz, bir sebebi yok… Öğretmenimize göre elbette diğer renkler de muteberdi, ama illa mavi… Nedenini, niçin’ini bilmiyoruz… Mavi, mavi, mavi…
Bana beş santimlik çizgiyi hatasız çizdirmek için az mı emek sarf etti. Gel gör ki bunu ne öğretmenim başarabildi, ne de ben… Doğru çizgi çizdirme konusunda benim üzerimdeki emeğinin heder olduğunu bilirdi de pek sesini çıkarmazdı. Bir gün artık nah şurasına gelmiş olmalı ki yüzüme bir tokat aşk etti, “çizmek için değil çizmemek için eşek gibi inat ediyorsun”…
“Hocam dedim, resim bir yetenek işi, boşa uğraşmayın, bende doğru çizgi çizme, resim yapma yeteneği yok”…
Hocamın gürlemesi bütün sınıfın aklını başından aldı, onu hiç böyle hiddetli görmemiştik. “Kim resim yapmak bir yetenek işi diyorsa halt ediyor, resim bir hayal kurma işidir, hayal… Anlıyor musunuz, hayal gücü olmayanın yaratıcılığı olmaz… Sanat yaratmaktır, sanat hayal gücünün çocuğudur”… Sanırım, sevgili öğretmenim o günden sonra benden umudunu kesmiş olmalı ki, bir daha bana çizgi çizdirmedi…
Hala zaman zaman aklıma gelir de “ bir bakayım, ben de ilerleme var mı diye elime kalemi alırım… Iııh!… Nafile… Bir iki santimden sonrası eğilip bükülmeye başlar… Burnu Şama gider, kıçı Halep’e…
Hocam emekli olmuş öğretmenlik hayatı bitmiş, ben mezun olmuş öğrencilik hayatım bitmişti. Uzun yıllar hiç karşılaşmadık. Aynı şehirde yaşıyormuşuz… Telefonla bana ulaştı… Adresini verdi, “gel dedi, kulaklarını çekeceğim”… Öğretmenim gel der de gidilmez mi?
Eşikten adımımı atar atmaz gecelik giysisiyle karşıladı beni. Kucaklaştık, hal hatır… Çayı ocağa koymuş, Karşılıklı gözaltından birbirimizi süzüyoruz… Çaylarımızı içtik… Eliyle “ buyur” işareti yaptı… Eskimiş, her basamağı çatırdayan tahta merdivenlerden müstakil gecekondunun bodrumunda bulunan, loş odaya girdik. Hiçbir şey yerli yerinde değil, her şey darmadağınık. İçi dışına çıkmış kitaplar, dergiler üst üste… El yazmaları deli kızın donu gibi biri o yanda biri bu yanda… Öğretmenimin, bu dağınıklıktan rahatsız olduğuna ilişkin en küçük bir rahatsızlığı yok. Bu hal onun için oldukça olağan ve doğal. Tanıyorum öğretmenimi… Öğrencilik izlenimimden edindiğim tecrübe… Doğru bildiğini dili sürçmeden uluorta söylemekten çekinmez… Öyle pek gelenek, görenek adamı değil… İlginç bir kişilik…
“Bak” dedi, “yazıp çiziyorsun, okuyorum yazılarını, güzel yazıyorsun… Hem de mavi mavi yazıyorsun… Çoktandır aklımdaydı seninle bu konuda sohbet etmek”… Öyle yazılı çizili, bir dergide ya da kitapta gördüğüm, okuduğum bir yazısını hatırlamıyorum da benim yazdıklarımın maviliği de nereden çıktı… Bunu öğretmenime soramadım.
Yer yer sıvaları dökülmüş, altından betonu görülen duvara astığı harita mı, fotoğraf mı olduğunu kestiremediğim yıpranmış bir kâğıt parçasını duvara asmış, cephede düşman hatlarını işaretleyen ordu komutanı gibi cetvelle kâğıt üzerinde gezinmeye başladı.
“ Bak, Burası Nil nehridir, bu geçen gemi de antik dönemde Mısır firavununun saltanat gemisidir” dedi elindeki cetveli nehir üzerindeki bir geminin üzerine bastırarak… Armasındaki mavi renk firavunun ayrıcalığıdır ve bu rengi firavundan başkası kullanamaz. Maviyi gören kayıkçılar nasıl da tedirgin, korkulu bir telaşla kayıklarını kenara çekiyorlar… Yandaki rafa uzanıp sinirli sinirli bir kitaba uzandı. “İlyada ve Odessa”… Homeros kör olduğu için mi tanrı Poseidonun krallığı denizlerin rengini bir kez olsun mavi olarak tasvir etmedi… Neymiş, gündüzleri azgın dalgalı, geceleri çarşaf gibi dümdüz denizlerin rengi şarap rengiymiş… Hadi canım sen de… Kim demiş Homeros’un, denizlerin renginin mavi olduğunu bilmediğini… Mısır firavunlarından Yunan uygarlığına ve daha ötesine hiç kimse maviyi ağzına alamazdı, alamadı… Mavi egemenlikti ve egemenlik sadece firavunların, kralların dokunulmaz sanılan saltanatlarının rengiydi… Bütün renklerin güneş ışınlarının farklı ortamlarda farklı açılardan yansıması olduğu bilinir… Mavi hariç… O, kendine has bir renktir, ayrıksıdır, geceleyin bulutsuz gökyüzü gibi, yangınların alazları gibi ayrıksıdır. Bilinen, bilinmeyen bütün zamanlarda maviyi kucağına basan kıpırtısız denizler gibi, hırsından kendini yırtan hırçın dalgalar gibi de inatçıdır.
Guarnicanın hikâyesini bilirsin… Hani şu ispanya faşist diktatörü Franconun, Alman Nazilerinin ve İtalyan faşistlerinin yeni silahlarını kendi ülkesinin bir kasabasında denemesine izin verdiği, faşistlerin hava kuvvetleriyle yerle bir ettiği kasabanın öyküsü… Picasso, bu tablonun rengini mavi olarak tasarlamıştı, ancak kasabanın bombardımanından geriye yıkılan evlerin enkazları ve ölülerin gri külleri kalmıştı. Picasso, tablonun renginin solgun bir mavi olmasını çok istemişti… Tablonun sergilendiği dönemde Franco, Hitler, Musolini üçlü bir çeteydi ve İspanyadaydılar. Tabloyu görmeye geleceklerini biliyordu ve “işte mavi artık bizim rengimiz” demeyi de çok isterdi. Faşizmin rengi siyahtı, griydi ve onlara kendi renkleriyle hitap etmek gerekirdi. Tablonun rengini siyah, gri olarak seçmeliydi. Tablosunda çok sevdiği maviyi kullanmayacaktı, bu faşist egemenlere tekellerinde tuttukları egemenliklerinin renginin hazzını tattırmayacaktı… Nitekim aklına gelen başına gelmiş, tablonun sergilenmeye başlamasıyla faşist çetelerin sergiyi gezmeleri gecikmemişti… Resmin önünde duran bir Alman General Picasso’ya “ bu eseri sen mi yaptın” dediğinde “Hayır, sizin eseriniz, ben sadece resmini yaptım” tokadı resim için seçtiği siyah renkle uyum içindeydi.
“Ben uzun zamandır bu rengin hayranıyım” desem, bu hayranlığımın senin için bir anlam ifade edip etmediğini kestiremiyorum. Zamanın değişimiyle sadece insanlar değişmedi ki, renkler de değişti… İnsan, insan olmanın erdemini keşfederken çok kılıçlar şakırdattı, çok ipler geçirildi boynuna, çocuklar babasız, kadınlar yarsiz kaldı… İnsanın başkaldırma tarihi, renklerin de isyan tarihidir. Boyundaki her düğüm genç kızların entarisine sarılı, kırmızılı, allı morlu renkli nakışlar olup aktı, evlerin pencerelerinde, balkonlarında çiçeklenen renk cümbüşleri sonsuz ilkyazların uç beyleri gibi salınmaya başladılar. Ela gözler, mavi gözler, yeşil gözlere türküler yakıldı… Anneler çocuklarını mavişim diye sevdi, delikanlılar yavuklularına Karagözlüm diye hasret mektupları yazdı, bıçkın delikanlıların lakapları da çakırdı. Çok, çok sonraki çağlarda, sanki daha dün gibi yakın bir zamanda Yves Klein resimlerini maviye boyarken, egemenlerin jurnalcileri, isyancı civan delikanlıları gömleklerinin rengârenklerinden tanırlardı. Egemenlerin saraylarında yıllarca bir kapatma gibi hapsedilen renklerin sahiplerini terk etmesi, efendilerinin sahte içtenliğinin mütevazı bir reddiydi… Mavi dışında… Mavi, efendilerini terk ederken asla tevazu göstermedi, kılıç kalkan şakırtıları, top gürültüleri, uçak bombardımanları altında meydan okuyarak indi firavunun gemisinden, kralların saraylarından halkların türkülerine, masallarına… İşte şimdi yeryüzündeki yedi milyar insandan biri olan benim gömleğimin, evimin, balkondaki çiçeklerimin rengi oldu… Hiçbir renge benzememesi bundandır, güneşe bile eyvallahının olmamasının nedeni budur. O, kendi kendini yarattı. Kendini yaratan bir rengin başkasının himmetine eyvallah demesi düşünülebilir mi? Türkülerimizde, şiirlerimizde en çok mavi sözcüğünü kullanmamızın sence nedeni bu olabilir mi?. Hep düşünmüşümdür, hani Ahmet Arif “Maviye, maviye çalar gözlerin, yangın mavisine, rüzgarda asi” derken acaba mavinin kendine münhasır bir renk, isyancı, asi hikayesini biliyor muydu diye…
Mavi, renkler içinde ayrıcalığı onuruyla hak etmiştir. Firavun gemilerinden, kralların saraylarından inip insanlığın gönlünün rengi olmayı seçmiştir. Homeros bu gün yaşasaydı Egeye “şarap rengi” deyip denizleri, gökyüzünü küstürür müydü hiç… İnsanlık mavileştikçe insan olmanın hazzını tadıyor. Söylesene, mavi, tabiatın, sanatın başat rengi olmayı layıkıyla hak etmedi mi?…
Söyleyecek bir şey bulamadım. “Hocam dedim, ben hala beş santimlik çizgiyi hatasız çizemiyorum, üstelik bizim arkadaşlarda da var bu hastalık… Onca yıl uğraştık da şu beş santimlik çizgiyi doğru dürüst, hatasız çizemedik.”
“İçtenlik bozulmamışsa, samimiyete gölge düşmemişse yapılan hatalar menzile atlan okun hedefi ıskalamasıdır, çıkılan yolda kısa bir moladır, telafi edilir, yola revan olunur. Kokuşmuşluğu, efendileri adına doğruluk diye yutturan dalkavukların doğrularına çomak sokanların yaptığı hatalar da kutsaldır diyor, sizin oklarınız yalnızca hedefi ıskaladı, sizin renginiz mavi, benden on numarayı çoktan hak ettiniz…”

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.