Olur Ya

Gerçekten beklenmedik zamanlar beklemediğimiz zamanlar mıydı, yani bunun bir altı üstü yok muydu da gözlerini kapayıp kendisin koyuvermişti o masalsı ırmağın durgun sularına… Ne yani, neyin hesabını yapmıştı ki şimdiye kadar da şimdi kuş kadar canının hesabını mı yapacaktı… Rahmetli anacığının komşulara yakınırken “ bu göbelin sonu ne olur bilemem anam, isteseler sırtındaki gömleğini de verecek” paylaması aklına düşünce gülümsemelerin o en safiyane hediyesinin değeri hangi parayla pulla ölçülür, ağırlığı hangi okkayla, hangi dirhemle tartılırdı. Sahi nasıl bir şeydi insan olabilmek, hangi mecazla anlatılırdı, hangi sözcükler nüfuz edebilirdi bu derinliğe… Kaç kez denemişti şöyle okkalı birkaç sözcükle meramını anlatmayı, nasıl da istemişti başka konularda bülbül kesilen dilinin azıcık da bu konuda birkaç kelam etmesini… Beceremezdi öyle afili laflar etmesini, kelimeler demir kazıklara bağlıydı sanki, içinden geçenleri anlatacak kadar hiç olmazsa birkaç kelime dökülse diline gerisi gelirdi de, ne gezer… Kendi kendine konuşurken hiç kelime kullanmazdı ki zaten. Kelimelerin kısırlığı, İçinden geçenlerin zenginliği karşısında aciz kalır, güçsüz düşerdi… Nazımın Tophaneli Ahmet’i taka kamyonetine âşıktı,  ıssız dağ başlarının yıldızlı gecelerinde,  zifiri karanlıkların içinde, terli basma gömleğinin yeniyle silerdi taka kamyonetinin camlarını, onunla içinden konuşurdu… Kırık vitesine meşe odunu monte ederken yalvarırdı, “ yürü be aslanım derdi, bu bizim arımız, namusumuz, gün doğmadan emanet yerine yetişmeli” … Böylesine âşık olmamıştı hiçbir insan hiçbir alete… Nazımın en çok sevdiği şiiriydi Tophaneli Ahmet şiiri… İstanbul’un Tophaneli Ahmet’i yalnız İstanbul’a mı mahsustu, bir Tophaneli bin Tophaneli olmamış mıydı, biter miydi bu ülkenin Tophaneli Ahmetleri, olsa olsa mekânlar değişir,  nöbetler değişirdi de namus değişmezdi… Taksim meydanında Bir Mayıs alanında olmak, Onbeş-Onaltı Haziranlarda grevlerde gözcülük yapmak, ülkenin bütün meydanlarında kol kola girmek namus borcu değil miydi, beklemezdi ki namus borcu, pahası, bedeli ne olursa olsun ödenmeliydi elbet… Keşke başka çaresi olsaydı, günler bu kadar ağır, geceler bu kadar ölümlere, pusulara teşne olmasıydı… Sabah mahmurluğunda çayını yudumlarken, kahvesini höpürdetirken okuyabilseydi gazeteleri,  magazin basınının  “kimin eli kimin cebinde”  türü boyalı manşetleriyle matrak geçebilseydi… Eli titrerdi oysa bayiden gazete alırken,  yine bu gün ülkenin neresinde, hangi şehrinde, hangi kasaba ya da mahallesinde şu malum baskınlarda kimler koparılıp alınmıştı hayattan, hangi anılar onlarla birlikte toprağın altına girmişti, hangi aşklara, hangi sevdalara elveda denilmişti… Asık suratlı yetkililerin arkalarına kaykıla kaykıla “ bedeni teslim alındı, bakışları yasa dışı” yollu açıklamalarına dayanacak gücü kalmamıştı.

Arandığını bile bile sokağa fırlar, uzaktan gelecek arkadaş ıslıklarına kulak kabartırdı. Nasıl da anlatılmaz bir duyguydu, devasa Pers ordusunun karşısına üç yüz Spartalı olarak çıkmak… Endişe ve tedirginlik, haz ve korkusuzluk iç içe, madalyonun iki yüzü gibiydi…

Şimdi o namlunun gölgesi kendi ensesindeydi, oysa bir tek cana kıymamıştı, bir lokma haram yememişti.  İnsan olmanın bedeli bu kadar ağır mıydı?…Şayet olur ya… Vakit erişir de kendisinin de bakışları yasa dışı bedeni teslim alınırsa, arkasından ağıt yakacak olan anasından gayri birisi daha vardı. Derin mevzu, isterseniz açmayalım bu bahsi… O anı gözünün önüne getirirdi.  Endişesi kendisi olmamıştı hiç.  O ne yapardı, böyle şehla şehla bakacak başka birisini bulur muydu, değilse kendi yasıyla yaşlanır gider miydi?  Arkadaşlarına da kırgında, keşke kendisini anlayabilmiş olsalardı, ne çok isterdi bunu. “Devrimcilerin gönül işlerine ayıracak vakti yok, şu meseleni hallet”… Hangi meseleydi bu… Yıllar sonra kurulan yasal bir sol parti sloganını “ aşkın ve devrimin partisi” olarak ilan etmemiş miydi?. Aşk ve devrim siyam ikizleri gibi birbirine sımsıkı bağlı değil miydi, aşksız devrim, devrimsiz aşka hiç aklı sarmamıştı. Evet, aşk… Ölümün kol gezdiği, insan görünümlü yaratıkların yaşamı esir aldığı dünyanın bu çağında inadına aşk, inadına devrim… İçinden konuşuyordu, ah şu duygularını kağıt üzerinde kayıp giden sözcüklere bir dökebilseydi, arkadaşlarıyla sohbet ederken dili bir çözülüverse de bunları teker teker, üstüne basa basa bir anlayabilseydi onlar da belki kendisini anlayabilirler, dudaklarından zehir zemberek sözler yerine gül kurusu gülümsemeler dökülürdü… Bir gün, ama mutlaka bir gün o günleri sere serpe yaşayacağından hiç kuşkusu yoktu, gün ola harman olaydı… Elbette zor günlerdi, ejderhanın yedi başının yetmiş baş olduğu zamanlardı, ölümle eşleşen hayat hak sahiplerine iade edilmeliydi, güneş buluttan sıyrılmalı, dereler özgür akmalı, ormanlar sabah esintilerinde gümrah gümrah salınmalıydı… Bu hak kendisinden niçin esirgenirdi, o şehla bakışlı,  çilli yüzlü kız onun güneşi, rüzgârı, ormanı, özgürlüğü değil miydi, bu hak neden çok görülürdü ki kendisine… O mu seçmişti sanki ensesine dayalı namluların gölgesinde yaşamayı… O namluları hurdaya çevirmedeki azminde bir zafiyet mi vardı, korku ve endişe içinde miydi de bu anlamsız tepkilerle içini burkturturlardı…

O kız bu kıstırılmışlığın farkında mıydı, bilemezdi, bu konuda ona tek bir laf bile etmemişti. Zaten öyle ellerini kollarını sallayarak buluşmaya, görüşmeye imkan da yoktu… Bir anlık rehavetin, dalgınlığın bedeli ağır olabilirdi. Günün yirmi dört saatinin tetikte bekleyişi o kısacık buluşmalarda da damgasını vurur, yan yana geldiklerinde hiç konuşmazlardı, göz ucuyla kaçak bakışmaların kendinden geçmişliği paletlerin gümbürtüsü ya da panzerlerin sireniyle kesilir, kaçış yolları aranırdı.

Bu davranışı nedeniyle arkadaşlarından o zılgıtı yemekle kalmamış, bu kez “ en üst”e şikâyet edilmişti… “Üst” kendisiyle görüşmek için randevu vermişti, gitti, çılgınlığının hesabı soruluyordu, hiç sessisini çıkarmadı, “bitireceksin” emrivakiliğine sadece  “hayır” demekle yetindi…  Bu zılgıtı yiyeceğini bilseydi yine aynı şeyi yapar mıydı acaba… Kırk yıl sonra sorulan bir soruya eğip bükülerek cevap verilmez ki, olan olmuştur, yaşanan yaşanmıştır. “Evet dedi, aynı zılgıtı yemeyi göze alır ve aynı şeyi tekrar yapardım”. İhmal edilmeye gelmeyen, mutlaka verilen sürede tamamlanması gereken bir ekip işinde görev verilmişti. Arkadaşlarıyla gece yarısını geçene kadar çalıştılar, yorgunluktan herkes kendini boş bulduğu bir kanepeye attı. Uyku tutmamıştı kendini, onu görmeliydi, gideceği yer uzaktı, cebinde otobüs, dolmuş parası da yoktu. Güzergâhı, devrimcilerin av hayvanlarından daha kolay avlandığı malum güçlerin hâkim olduğu bir cadde üzeriydi… Elbette o meydanı tek başına geçmek akıl işi değildi ama gidecekti işte, ne olursa olsun, her şeye rağmen… Bir bahar akşamıydı. Evdeki tek aleti yanına alıp dört beş saatlik bir yolu yaya yürüdü, gürültü patırtı çıkmadan meydanı geçti. Sabahı, güneş burnunu çıkarırken evi buldu. Sabahın bu saatinde kapılarına dayanmanın şaşkınlığı içinde ne diyeceğini bilemedi… Her zaman ki gibi, hiç şaşmayan sessiz bakışmalar…

Sessizliği bozan kendisi olmuştu. “Seni görmeye geldim” dedi. Aynı sessizlikle kucaklaştılar. “Beni mi” dedi çilli kız. Evet dedi, seni…

Teyzelerinde kalıyordu ve teyze kendisini tanımıyordu bile, aile uykudaydı. İçeri girmesinin uygun olmayacağını düşündü, başıyla dışarıyı işaret etti. Evin önü yeşillik… Sabah serinliği üşütücü… Bir alyans almıştı, onu verecekti… Elini cebine attı… Cebinde yüzüğün olmadığını hatırladı. Şehri terk etmesi gereken bir arkadaşının yol parasını karşılamak için alyansı satmıştı… Unutkanlık işte… Hiç çaktırmadı, bozuntuya da vermedi… Çilli kızı alnından öptü, “Olur ya” dedi, hani… Çilli kızın içinden kopan sessiz çığlık şehirde yankılanıp geri döndü. “Yarın diye bir şey olduğunu söylemiştin”.

“Alnındaki öpücükten başka verecek bir şeyim yok” dedi.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.