“Biz, insanların tenine dokunmayı marifet sandık, ruhuna dokunamadığınız insan, kendine dokunmak için harcadığınız çabanın farkında bile değildir. İnsan, kendine dokunuşunu teninde değil, ruhunda hisseder. Bu günkü şaşkınlığımızın nedenini burada aramak gerekmez mi?”
Gerçek adının ne olduğunu yakın çevresindekilerin dışında kimse bilmezdi. Bizim dilimizde de adı buydu, Profesör A aşağı, Profesör A yukarı…
O günün koşullarında her mahallede dünyanın ekseninin kendi etrafında döndüğüne inanan sayılarını bile hatırlamadığım örgütler vardı… Kendi aramızdaki “en büyük örgüt bizim örgüt” çekişmesini ve bu yüzden kırdığımız kalpleri bir kenara bırakırsak İtiraf etmeliyim ki her biri gözünü budaktan esirgemez ateş parçalarıydı, inançlarının kutsallığına şapka çıkarılırdı.
Profesör A, pek sık olmasa da toplantılarımıza katılır, yaşı nedeniyle kendisine duyulan saygıya dayanarak sözünün dinleneceği inancıyla “sakin ve soğukkanlı olmamız”, gerektiğine ilişkin sözleri tepemizi attırır, birer ikişer toplantı salonunu terk ederdik. Bunu o günkü lisanımıza pek uygun düşen “hastir lan, in oradan” demek yerine, yine ona duyduğumuz içten içe saygıdan dolayı sessizce salonu terk ederek protesto ederdik. Aslında o da bunun kendisini bir protesto olduğunu bilirdi. Bir yakın arkadaşıyla birlikte geldiği bir toplantıda bir arkadaşımız “burası Hacı Baba tekkesi, biz de senin müritlerin değiliz, git fetvanı tekkede ver” diyerek tepki göstermesi üzerine, toplantının dağılması üzerine pineklediğimiz taş merdivenlerin önünden geçerken arkadaşı Profesör A ya hararetli hararetli bir şeyler söylüyordu, yanımıza geldiklerinde arkadaşı aynı hararetle “yorma kendini, bırak artık şunu, dünyayı sen mi değiştireceksin” dediğini hepimiz duymuştuk. Profesör A, sakin ve kendine özgü ses tonuyla “onlar benim çocuklarım, onları ölüme götüren yanlışlarına kayıtsız kalamam” demişti. Profesör A demiştik “kendini bir şey sanıyor”.
Oysa biz öyle miydik, önemli örgütlerin önemli adamlarıydık. Sözümüzün üstüne söz kondurulamazdı ve hiç kimse bu işin nasıl yapılacağını da bizden daha iyi bilemezdi. Bizler ıslah edilememiş Arap atlarıydık, kimse ağzımıza gem vurup bizi dizginleyemezdi.
Bu kaba ve nobran görüntümüzün altında, kaburga kemiklerimiz arasına sıkışmış, pır pır pır eden kalbimiz kayıtsız şartsız yoksul halklara feda edilmişti. Bizim için insanlık bunlardan ibaretti ve bunlar için her cefaya katlanmak da bir onurdu. Beynimizin en kılcal damarlarında onlar vardı, onlar adına düşünülür, onlar adına konuşulurdu.
Yoksul halkların Ağustos ayında balta kesmez buz tutan yaşamlarına sıcak bir nefes olmak için düşmüştük yollara. Buzlar çözülecekti ve bizim sıcak nefesimizle insanlık dört mevsimi yaşayacaktı. Kışın soğuğunda sıcacık evleri, yazın sıcağında söğüt gölgesinde serinleyeceklerdi. Karınları tok, sırtları pek olacaktı… Nefesimizin sıcağında çözülmekte inat eden buzları parçalayarak çözecektik ve bunun için yeterli enerjimiz de vardır, yeterli inancımız da…
Bir arkadaşım “insanlığın geleceğine dair bu sarsılmaz inancımız o günkü nobranlığımızı gülümseyerek karşılamaya yetecektir” demişti.
O gün sinemanın geniş salonunda “nerede hata yaptık şimdi ne yapmalıyız” gibi ahiret sorularına cevap arayacaktık. Herkes eteğindeki taşları dökecekti. Daha dün nefeslerinin sıcağı ile insanlığın buzunu çözmeye kalkışanların bu gün birbirlerine buz kesmelerinin nedenlerini sorgulayacaktık.
Aradan uzun bir zaman geçmişti. Uzun zaman dediysem takvim yapraklarına göreydi bu uzun denilen zaman… O günkü konuşmacılar arasında o da vardı, yaşlanmıştı epeyce, bir genç kızın koltuğunda çıktı kürsüye… İçimizde en çok alkışı alan oydu, uzunca sayılacak konuşmasında hepimiz nefeslerimizi tutarak dinledik. Artık yirmili yaşlarda değiliz diye başladı sözüne, “çoluk çocuğa karışmıştık ama bugün düne göre daha ertelenmez görevlerimiz vardı ve bu görevleri yerine getirmeye dair yirmili yaşlardaki sarsılmaz inançlara sahip gençlerdik… Gerçi içimizde hala birbirine kırmızı görmüş boğa gibi bakanlarımız vardı ama olsundu, bu da çorbanın tuzu biberiydi. Hayata namus borcumuz vardı, ödeyecektik, eksiksiz ödeyecektik. Bizi biz yapan, bizi diğerlerinden ayıran faktör buydu… Karamsarlığa hiç yer yoktu, dün farkında olmadığımız, belki de öğrenmek için zaman bulamadığımız birçok şeyi bugün öğrendik, dahası nasıl savaşılacağını öğrendik. Hiç karamsar olmayalım demişti, bir gün insanlık hep beraber güneşin sofrasında bir araya gelecektir. O gün bilmediğimiz dillerde konuşan insanları bile anlayacak, birbirimize gülümseyeceğiz.”
Orta yaşlarda bir kadın söz istedi… “Siz de biliyorsunuz ki her birimiz hiçbir menfaat gözetmeksizin, hiçbir gelecek hesabı yapmaksızın hayatımızı ortaya koyduk. Malum günün kıyamet borusu çaldığında rahat uyumaları için kapılarında sabahlara kadar nöbet tuttuğumuz insanlar onların safında yer aldı. Arkadaşlarımız onlar için savaştı ama arkadaşlarımızı muhbirleyen yine onlardı. Aradan onca zaman geçti, bu insanlar yaptıklarından dolayı bizden özür bile dilemediler. Ben sırf sizi dinlemeye geldim. Onlar için hiçbir şey yapmaya değmeyeceğini de açıkça söylüyorum”.
Ansızın sinemanın loş ışıklı salonuna çiy düştü, hava karardı, güneş tutuldu. Ortalık buz kesti. Salondan çıt çıkmıyor. Profesör A, salonun psikolojisini kavramıştı. Gülümseyen sesiyle sessizliği ilk o yırttı.
“Ne devrimler özür diler ne de karşı devrimler. Karşı devrimciler de özür dilemez, faşistler de özür dilemez. Özür dilemek kendini saklamayan, her şeyiyle, zaaflarıyla, hatalarıyla, sevap ve günahlarıyla kendini çırılçıplak ortaya koyanların erdemidir. Yani “insan” sıfatını öncelikle, ama en öncelikle layıkıyla hak edenler onlardır. Hata yaparlar, yanlış yaparlar ama üstlerine yatmazlar. Hata ve yanlışlarını yaptıkları anda olmasa bile bunu kendilerine dert edinip ortaya koyarlar ve bunun için özür dilerler. Yani devrimciler halktan özür diler ve özür dilemek devrimciliktir. Siz bir faşistin kanlı ellerini göstererek özür dilediğini gördünüz mü hiç?. Egemen sınıfların kültürüyle yoğrulmuş, kişilikleri iğreti o insanların özür dilemesini bugün için mümkün görmem. İnanın yarın sizin bu kendinizi feda edişiniz karşısında faşizmin yanında saf tutmalarının özrünü dileyeceklerinden hiç kuşkum yok. Bugün onları güneşin sofrasında bir araya getirmememizin sebebi kendi hatalarımızdır ve biz onlardan özür diliyoruz. Onlardan özür diliyoruz çünkü onların bedenlerine dokunmayı devrimcilik sandık, ruhlarına dokunmayı aklımızdan bile geçiremedik. İğneyi kendimize batırmadan çuvaldızı başkalarına layık göremeyiz. Nereden başlamalı? önce kendimizden. Biz gökten zembille inmedik, aynı kültürün, aynı davranışın içinden geldik. Yani kirli kundaklara doğduk. Çok arı duru değiliz. İnsan fark ettiğini algılar, değiştirir, dönüştürür. Kendi ruhundaki kiri lekeyi görmemekte ısrar edenler başkalarının ruhunu temizlemesinin kılavuzu olamazlar”.
Orta yaşlı kadın alaycı alaycı gülümsedi. “Desenize” dedi “işkencecilerin, savaş baronlarının, dünyayı kan gölüne çevirenlerin de ruhlarını tımar etmek bize düştü”… Kısık gözleriyle soluna süzen Profesör A , “hanımefendi “ dedi “ben insandan söz ediyorum, ben bu güruha yaşamımın hiçbir döneminde insan demedim. İnsanın olduğu yerde bunların, bunların olduğu yerde insanın birlikte var olacağını hiç düşünmedim. Ya insanlık var olacak, ya da onlar”.
Profesör A yı nefesini tutarak dinleyen solundakilerden ansızın kopan kahkaha salonu ısıttı, aydınlandı ortalık… Profesör A kürsüden inerken salondakileri selamladı, gözlerimizin içine bakarak gülümsedi.
Sıcaklığını bu gün bile hissettiğim ne güzel bir gülümseyişti o…