” Sahi niçin bu kadar güzelsiniz”
Lavosier’i iyice öğrenin demişti kimya öğretmenim Hikmet Bey. Katlı oranlar kanunu da önemli. Toplumsallaşmanın ve insanlaşmanın yasalarına önemli katkılardır, Ethel Ve Julius Rosenberg’e ulaşacaksınız. Ethel ve Julius Rosenberg!… “Hocam demiştim” ÖYS de bundan da soru çıkacak mı? Hayır demişti, tersine bunlar size unutturulmaya çalışılacak. Ethel ve Julius Rosenberg!… Bir kasaba lisesinin kültürel olanakları, birikimleri, içinde bu isimleri arıyorum. Edebiyat öğretmenimiz ” kim o be” dedi. Sosyal Bilgiler öğretmenimiz bu isimleri duymadığını söyledi. Psikoloji öğretmenimiz her şeyi bilirdi, ” Avrupa gol kralları, x takımında oynuyorlar”. Kütüphane memuru ” o yok, istersen safahat oku” dedi. Safahatı okumuştum, istemedim. Ertesi gün fizik dersinde ışığın yansıması işleniyordu. Fizikçimiz tahtayı çizimlerle doldurdu. Sınıfa sonu soruyordu. ” ışık, odak noktasına nereden gelirse kırılmadan geçer?” diye sordu. “Rosenbergler” dedim. Kasıtlı söylemedim, sınıf güldü. Fizikçimizin cevabı suratıma iki tokat aşk etmek oldu, dalga geçtiğimi sandı. Öyle değildi, ani, içgüdüsel bir refleksle öyle söyleyiverdim.
Felsefecimiz hakkında iyi şeyler söylenmiyordu. Hapisten yeni çıkmıştı zaten ve garip bir adamdı. Tedirgindi. Diğer öğretmenlerimize pek benzemiyordu. Bize hep ” arkadaşlar” derdi. Hikmet bey ile görünürdü çoğu kez. “Sorsam mı?”… Sınıfta ilk soru öğretmenindi. “Toplumsal gelişmeyi emeğin yaratıcılığı ile açıklayan düşünür kimdir?”. Parmak kaldırdım, başka talipli de yoktu. Bir süre sınıfı süzdü. Bilene on vereceğini tekrarladı. Soruyu yanıtlamaya tek adaydım. “Aferin ” dedi, on numarayı aldın, cevabın doğru. ” Yatılıdan atılan öğrenci sen misin?”… Evet dedim. Ben de size bir soru sormak istiyorum dedim, kabul etti. “İnsanlaşmanın tarihinde Rosenberglerin yeri nedir” dedim. Bir an daldı. ” Dersten sonra konuşabilir miyiz” dedi. O akşam evine davet etti. Hikmet Bey ile aynı evde kalıyorlar. Çekinerek gittim. Bir ağabey, arkadaş gibi karşıladı. Rosenbergleri nereden duyduğumu sordu. ” Hikmet Beyden” dedim. Karı-koca Amerikalı bilim insanlarıymış…. Arkası geldi. Soğuk savaş, Anti-Komünizm, Taft- Hardley yasası, McCarty, çocukları Robert ve Michael… Tutuklamalar… Sorgulamalar… Dünya kamuoyu baskısı… Koparmak istedikleri tavizler ve dayatılan pazarlıklar karşısında aşınmaz kaya gibi duruşunuz… Ve Ethel Rosenbergin,yani sizin cevabınız… Sahi ne söylemiştiniz bu sahte dünyanın sahte kabadayılarına… 18 Haziran olmaz… Niçin?… Çünkü Julius ile o gün evlenmiştiniz ve evlilik yıldönümünüzdü değil mi? Bir de şöyle mi demiştiniz, ” Ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar… İşte size yanıtım: “Sizin lanetlenmiş lütfunuzla başım eğik yaşamaktansa kocam ile birlikte ölmeyi yeğlerim”. Çocuklarınıza yazdığınız mektuplar ve şiirler… Savaştığınız düzene eklemlenmiş fanilerin düşünce ufkunu aşan Juliusla birbirinize olan aşkınız… Kocanız Julius bir mektubunda size şöyle mi yazmıştı: “Benim canım sevgilim, beni saran kollarından koparken ne kadar isteksizdim, aah… Ve hücreme yaklaşırken adımlarım nasıl geri geri gidiyordu, bilsen…. Hücre sessiz, acımasız ve umursamaz tavırlı… Sahibinin gidişinin farkında değilmiş gibi görünen ama sonunda döneceğini bilerek böbürlenen hücre orada beni bekliyordu. Dudaklarım karşı konulmaz bir açlık içinde seninkilerle kenetleneli yalnızca üç gün oluyor. Daha üç gün önce yıllardır sevdiğim garip bir alışkanlık, garip bir aşinalık duyduğum, sayısız geceler boyu yanında yattığım ve tatlı uyuduğum o varlığa kondu gözlerim. Takvime göre yalnızca üç gün… Bana sorarsan birçok evren çağı geçti ve ben seninle sanki hiç konuşmadım da konuştuğumu düşte gördüm. ‘Sevgilim kendimden geçtim’ derken benim yerime de konuşmuş oluyorsun. Tırmandığın basamaklar, içeri girdiğimde beliren görüntün. Manny’nin kulağıma boğuk boğuk gelen sesi, içinde bulunduğum oda, hepsi ve her şey öyle çılgın bir gürültüyle bilincime aktı ki, ağzımı açamaz oldum, sonra selamlaşmamızın acı veren eşsiz tadına daha tümüyle alışamadan, bununla birlikte içtikçe daha çok susadığımın bilincinde olarak ayrıldığımı ve bir masanın aramızda olduğunu gördüm..
Sizin hakkınızda okudukça, öğrendikçe bilgim arttı. Bilgimle birlikte şaşkınlığımda..Nasıl oluyordu da kocaman dünyada adlarını bilmediğiniz, yüzlerini hiç görmediğiniz, aynı sofrada bir bardak çay içip iki satır bile sohbet etmediğiniz insanlara daha güzel bir dünya bırakmak için ölüm karşısında bu kadar cesur olabiliyordunuz. “Çocuklarımıza daha yaşanılır bir hayat bırakmak için” diye mi açıklamıştınız ölümünüzü…Büyük insanların küçücük dünyalarına sığmadıklarını sizinle öğrendim. Öğrendim ki daha sonları, “yeryüzünü herkes için cennet yapmaya yeminli” insanlar, dünyanın her tarafında sizinle yan yana gönül gönüle savaşıyorlar. Öğrendim ki bu savaşta yalnız değilsiniz. Siz, sizden önce işkenceye uğrayanları, vurularak, idam edilerek, boğularak öldürülenleri mutlaka biliyorsunuz, yoldaşlarınızın ölüm haberlerini aldıkça içinizin acısını hafifletmek için mücadeleye daha çok sarıldınız..Benim gördüğüm, tanıdığım, içinde yaşadığım insanlara benzemiyordunuz, ya da bu insanlar benim hemen yanı başımdaydılar da ben göremiyordum. İlerleyen zamanda yaşadığım yerin “küçük insanların küçük dünyalarının egemenliğinde” olmadığını anlayacaktım. Küçük bir kasabaydı, insanlar kendi halinde ve kendi dünyalarının dışında başkaca dünyadan habersizdiler, doğru, ama şaşırtıcı şeyler de yok değildi. Felsefecimiz beni şaşırtıyordu, kimyacımız da öyle. Tarihçimizdeki derinliği sonradan anlayacaktım. Derken,ufak tefek, çelimsiz biri geldi, toplantı yapılacakmış, beni de çağırdılar. Gözlerinin içi gülüyordu, emperyalizmden, kapitalizmden, faşizmden söz etti, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğundan..ve insanlığın bir gün “mutlu insanlar” olarak yaşayacağı dünyayı mutlaka kuracaklarından, devrimcilerin mücadelesinden, amaçlarından, egemen güçlerin devrimcilere ve emekçi halka karşı başlattığı kıyımlardan, bunlara karşı örgütlenmenin zorunluluğundan söz etti. Her devrimcinin görevi etrafındaki devrimcileri bir araya getirmek, halkı emperyalizme ve faşizme karşı örgütlemekti. Bir de küçük burjuva devrimcilerinden söz etti, bunlar güvenilmezdi…Nasıl olacaktı bu, kafam nasıl karmakarışıktı..Derken..devrimcilerin sokak ortasında kurşunlanması, idamlar, tutuklanmalar, faşist saldırılar benim ülkemde de günlük ve kanıksanmış olaylar olmaya başladı. Bir yanda efsane kahramanlarını kıskandırır direnişler, bir yanda şeytanın yüzünü kızartacak denli aşağılık ihanetler…iç içe ve aynı zamanda yaşandı. Sanıyorum sizin de iyi tanıyor olacağınızı düşündüğüm bizim şairimiz “ateşi ve ihaneti gördük” demişti. Evet, ateşi ve ihaneti gördük.
Sizden sonraki dünya, yaşadığınız dünyadan daha güzel olmadı. Uğruna hayatınızı verdiğiniz yaşam, yerkürenin önemli alanlarında hayat buldu, ama sizi idam edenler “cebren ve hile ile” bu yaşam alanlarını savaş alanlarına çevirmekte geç kalmadılar. Dünyamızı, kendisini bilmem kaç kez infilak ettirecek bombaların üzerine oturtturdular. Silah tacirlerinin iştahı kabardıkça kabardı, her tarafta –tanıklık etmiş olduğunuz ve yerküre ölçeğinde sürdürülen savaşlar- şimdi bölgesel savaşlar olarak sürdürülüyor ve kullanılan silahlar daha ölümcül daha yok edici. Kan içiciler daha çok kan istiyorlar. Irakta öldürülenlerin sayısı ikiyüz bini çoktan aştı ve dünyanın en yoksul ülkesi olmaktan kurtulamayan Afrikada ortalama yaşam otuz yıl. Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar açlıktan kırılmakta ve istatistiklere göre her altı saniyede açlıktan bir çocuk ölmekte dünyamızda. Silahlanmaya harcanan para ise otuz milyon dolar.
Size güzel şeyler yazmayı ne çok isterdim, savaş ve sömürü bitti demeyi. Değişik ülkelere, tanımadığımız insanların evlerine kardeş evine gider gibi gidiyoruz, kimse o karanlık günlerden konuşmak istemiyor, hatta o konuların açılmaması için herkes hassas davranıyor demeyi. Yani sizin başlattığınız savaşı omuzladık ve “başardık!..” diyebilmeyi. Başaramadık, yaşam bıraktığınızdan daha güzel değil. Size yazmak, sizinle dertleşmek nereden aklıma geldi, merakınızı gülümsemenizden anlıyorum, söyleyeyim: Önce anneme benzettim sizi, sevdiğim kadına benzettim. Annem çok güzel bir kadındı, sevdiğim kadın çok güzel. Bütün güzel kadınlar birbirlerine benziyorlar galiba. Bakmayın bu kadar karamsar olduğuma, boğucu yaşamın gözeneklerine esen serin rüzgârlar da üretiyor hayat. İşte yerküredeki “bizimkilerin” şairi Melih Cevdet Anday. Sizin için yazdığı “anı” adlı şiirini okumak ister misiniz?
“Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil, anılası şey değil
Apansız geliyor aklıma
Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma
Sevdiğim çiçek adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma+
Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma
Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma
Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil, unutulası şey değil
Çaresiz geliyor aklıma”
“Sahi, niçin bu kadar güzelsiniz !..”
En olmaz şaşkınlıkları anlatacak sözcükler elinizin altında, dilinizin ucunda değilse bile, bir yerlerde vardır. Benim şaşkınlığımı anlatacak sözcük yoktu. Hiçbir dipte, kuytuda yoktu…Bu şaşkınlığımı ucundan köşesinden anlatmaya ancak bu gün, otuz yıl sonunda cesaret edebiliyorum.