Sanatsal Yaratış Sürecinde Sınıfsal Tavır

Bir sanat ürününü ve bu ürünün yaratıcısı sanatçıyı anlamak, sanat ürününün yaratılış sürecini ve sanatçının bu süreçteki tavrını anlamaktır. Sanatçının toplumsal konumu ve bu  konumunu algılayışının sanatına yansıyış biçimini anlamak demektir. Bütünlüklü ve doğru değerlendirmenin ilk koşulu budur.

Her sanat eseri, yaratıcısının düşünsel eyleminin maddeleşerek dış dünyaya yansıyış biçimidir. Bu eylem Puşkin, Lermantov, Nerval, Nazım Hikmet’te şiir; Balzac, Tolstoy, Floubert, Şolohov’da roman; Beethoven, Mozart, Çaykovski’de müzik; Goya ve Picasso’da resim olarak ifade biçimlerine dönüşür.

Şimdi bir bütün olarak –ve kitabi tanımlar umursanmaksızın- sanat nedir? Sorusuna yanıt olarak kısaca “insan ruhunun mimarıdır” denilirse, bu tanımlamanın işaret ettiği sanatın yaratıcı öznesi olarak sanatçının bir insan olarak  durağan ve değişmez olmadığını, farklı dönemlerde ve toplumsal konumlarda farklı kavrayışlara sahip olacağı, farklı düşünsel eylemlerde bulunacağı, sanat eserinin de bu duruş farklılığı ile dış dünyaya yansıyacağı açıktır. Mimarlığın, inceliğin ve zarafetin, kabalıklardan arınmışlığın sanatı olduğu bilinir. Peki, ama bu “kabalık” olarak tanımladığımız zorbalık, baskı, sömürü, soysuzlaşma, bencillik ile bunların karşı cephesinde yer alan incelik, zarafet, yardımlaşma ve dayanışma, sevgi, fedakârlık gibi ve tümü de insana özgü olan bu nitelemelerle sanatın, sanat ürününün ve sanatçının nasıl bir ilişkisi olabilir? Sanat bir şeyin karşısında ya da yer alır mı, alabilir mi? Yoksa sanat kendi dışındaki şeylerden bağımsız mıdır? Kısaca sanat taraf mıdır?

Bu gün etkisini ve etki alanını genişleterek sürdürülen tartışmalarda, sanatın kendisi için bir amaç olduğu söylenir ve bu tanımlama değişik dönemlerde değişik şekilde adlandırılır. (Sanat sanat içindir, toplumcu sanat, sosyalist gerçekçi sanat vb. )

Eğer sanat ürünü yaratıcısı tarafından bir bilinç birikiminin dışa vurumu ise, bu bilinç, yaşanmış dönemin birikimlerini de ekleyerek yaşanılan dönemin toplumsal şartlarınca belirlenir. Sınıflara bölünmüş toplumlarda ise bilincin içeriği, sanatçının ürününü yaratış sürecindeki ideolojisi olarak sanat eserine damgasını vurur. Yani ideolojik bir düşüncenin etkisini taşımayan sanat eserinden ve bu eserin yaratıcısı olan sanatçının da ideolojisiz olmasından da söz edilemez. Sanat ürünleri bütün sınıflı toplumlarda, belli bir sınıfın toplumsal ve psikolojik eğilimlerini, bu sınıfın ruh halini ifade eder. Açımlamaya çalıştığımız olguya ilişkin, Picasso sanata yaklaşım tavrını açıkça şöyle ortaya koyar: ”Sadece sanatımla değil, bütün varlığımla dövüşmek zorundayım. Bir sanatçının ne olduğunu düşünüyorsunuz? Bir ressamsa gözlerinden, bir müzisyense kulaklarından, bir şairse kalbinin her telinde bir lirden başka şeyi olmayan bir budala mı? Tam tersi, aynı zamanda ister sıkıntılı, ister acı, ister tatlı olsun bu dünyada ne olup bittiğinin her zaman farkında bir siyası varlıktır o ve bu olaylarla şekillendirir kendini. Şunu övünerek söylüyorum ki resim sanatını basit bir zevk sanatı, bir eğlence sanatı olarak düşünmedim, desen ve renk yoluyla -benim silahlarım da bunlar olduğuna göre- dünyayı ve insanları daha iyi tanımak istedim. Resim apartmanları süslemek için yapılmaz, o bir saldırı ve savunma aracıdır.” ( Aktaran R. Garaudy, Picasso ) Sanatçının bilincini belirleyen etmen ise, yaşanılan dönemin üretici güçlerindeki  ve üretim ilişkilerindeki gelişmişlik düzeyinin belirleyiciliğidir. Bu düzey de zorunlu olarak sınıf mücadelesinin düzeyini belirlemede ana ölçüt olacaktır ki, işte tam da bu nokta  toplumun entellektüel düzeyi ve sanatçının yaratıcılığının başlangıcıdır. Bu düzey sanatsal yaratış dönemine ilişkin sanatçının bilincini, bu bilincin de sanat eserine yansımasını, yani sanat ürünlerinin sınıfsal karakteristiğini ortaya koyar. Ancak toplumsal bilincin kaynağı saydığımız üretici güçlerin gelişimi ve üretim ilişkilerince belirlenen bilinç faktörü bir soyutlama değildir. Bir yöntem tarihi, kültürel ve sosyal araştırmanın diyalektik yöntemidir. Kalıcı sanat yapıtlarının, üretici güçlerin gelişmişlik düzeyinin  ve üretim ilişkilerinin belirleyicisi olduğu sınıf mücadelelerinin, toplumsal kaynaşmaların yaşandığı dönemlerde ortaya çıkmış olması bir tesadüfün değil, olanın sonucudur. Rusya’da 1905 ayaklanmasını hazırlayan dönem  ve yenilgi sonrası dönem ile 1917  öncesini hazırlayan dönemde sanatın bütün alanlarında bir sıçrayış ve bu sıçrayışın ürünü olan sanat yapıtlarının kalıcılığının nedeni burada aranmalıdır. Yine aynı şeyi ikinci paylaşım savaşında faşizme karşı mücadelenin somutlaştırdığı toplumsal alt-üst oluşlarda ortaya çıkan sanat yapıtlarının kalıcılığının sırrı da burada aranmalıdır. Toplumsal durağanlık dönemlerinde ortaya çıkan sanat yapıtlarının sabun köpüğü gibi parlayıp sönmelerinin nedeni de budur. Toplumsal hareketliliğin Latin Amerika’ya kaymasıyla birlikte bu dönemlerde ortaya konulan sanat yapıtlarının Latin Amerika kökenli olmasının açıklaması da budur. George Amado, Gabriel Garcia Mankez Latin Amerika’nın toplumsal hareketliliğinin gerçeğidir ve görünümüdür. Yani yerkürenin neresinde sınıf mücadelesi kaynaklı toplumsal kaynaşmalar ortaya çıkmış, yoğunlaşmışsa, kalıcı sanat yapıtlarının da hazırlık, çatışma ve sonrasına ilişkin dönemlerde ve bu bölgelerde ortaya çıktığı gözlemlenmektedir. Örneğin, resim sanatında  Picasso‘nun çığır açması ile İspanyol faşizminin, bu dönemi hazırlayan ve sanatın gelişim tarihinde sanat ürününün yaratıcısı sanatçının, sanat karşısındaki tutumunu belirleyen “sanata yaklaşımı” üzerine durulabilir. Picasso’nun kendisi sanatındaki yaratıcılığın sırrını “toplumsal hareketliğin tarafı” olmakla açıklamakta, sanata bu cepheden ve bu bilinçle baktığını, sanatçı olarak da bu bilinci sanatına taşıdığını ifade etmektedir. Toplumsal hareketlilik dönemlerinde, sanat ürünlerinin “yaratıcılığın çıtasını” yükselttikleri genel kabul gören bir görüştür. Hareketliliğin “durağanlık” olarak düzenlendiği dönemlerde, yani sınıf mücadelelerinin  yenilgiyle sonuçlanıp, burjuva iktidar biçimlerinin toplumsal hâkimiyet olarak egemenleştiği dönemlerde, sanatçının bilinci sanat ürünlerinin düzeyinin belirlenmesinde “ölçüt olma” özelliğini hep koruya gelmiştir. Yaratıcılığın, toplumsal hareketliliğin sonucu olduğu bilincine sahip sanatçılar, ürünlerini bu eksen üzerinden verirken, kimileri de yenilginin geçiciliğini ve çatışmaların asıllığını –bulanık bilinç- göz ardı ederek, durağanlığın tuzağına düşmüş, düzenlenen yaşamın ve düzenin içinde yaratıcılık aramışlardır. Hatta sözüm ona “marjinal”leşmeye çalışmışlardır. Ancak, olanı cilalamaktan başka bir “özgünlük”e de ulaşamamışlardır. ”Hakkını vermek ve layık olmak koşuluyla” düzenlenen yaşamın ve düzen” in sanatçısı olmak da az şey değildi. Ürünleriniz, artık piyasa ekonomisinin bir parçasıdır, bol ilanlı, iyi organize ve sınırsız olanaklar ayaklarınızın altındadır ve sermayenin iletişim araçlarında profesyonel reklamcılarca “müthiş sanatçılığınız ve ürününüz” kabullenmeye zaten hazır hale getirilmiş geniş kitlelerce de kabul  görecektir. Yeter ki siz “iç boşaltma“ ve “ideolojisizleştirme“ işlevinizi layıkıyla yerine getirin, gerisi kolaydır!.. Geçmişten günümüze, sanatın gelişim seyri ve sanatçının tavrı konusundaki görüşlerimize dayanak oluşturması açısından aşağıdaki irdelemenin uygunluğunu düşünüyoruz: Sanat tarihi içindeki saygın yerinin oluşmasında Çarlığa karşı yürüttüğü mücadelenin belirleyiciliği açıktır. Bu mücadele içinde yaratıcılığın doruğuna erişen ve Puşkin’i Puşkin yapan sanatındaki yaratıcılığın, Çarlığın koruması altına girdikten sonra sönüp tükendiği açıktır. Bu gün halen Puşkin, sanatsal yaratıcılığın dehası sayılıyorsa bu devrimci Puşkin’dir ve bu dönemde ortaya koyduğu ürünleridir. Çarlığın sıcak kucağının, sanatının yaratıcılığında soğuk duş etkisi yaptığı ve yaratıcılığını kaybettiği bir sır değildir. Puşkin, ”Özgürlüğe Gazel” adlı şiirinde;

“Heyhat! Nereye baksam
Hep kırbaçlar, hep zincirler
Felaketli utancı yasaların
Köleliğin çaresiz gözyaşları
Her yerde adaletsiz iktidar

Kör inançların kalın karanlığı içinde“ diyen Puşkin, 1825 Dekabrist ayaklanmanın Çarlık tarafından bastırılmasıyla, yenilgi sonrasında;

“Hayatın çalkantıları içinde doğmadık biz
Ne kazanç için, ne kavga için
İlhamlanmak için doğmuşuz biz

Ahenkli sözler ve dualar için“ diyerek iktidarın eşiğinden adımı atmıştır. Devrimci Puşkin Çarlığın soruşturmalarından kurtulmuş, koruması altına girmiştir. Puşkin mevcut düzenin şairi yapılmıştır. Puşkin’in ölümü üzerine Çar “Puşkin’in geçmişine değil, geleceğine ağlanmalıdır” diyecektir.

Yine Puşkin’in Çağdaşı Fransız Romantiği Gautier, Baudler’in “kırk kötülük çiçeklerinin“ “Sanat için sanat“ anlayışına uygunluğunu göklere çıkarırken, kendisini de “aslına uygun“ biçimde şöyle tanımlar: “Raphaello’nun bir tablosunu ya da çıplak bir kadını seyretmeye karşılık yurttaşlık haklarımdan memnuniyetle vazgeçerim.” (Bizim ülkemizdeki hangi ardıl bu sözden esinlenerek bir kadın için ülkeyi satmaya kalkmıştı acaba ). Kendince Burjuvalardan nefret eden Guatier’e göre burjuvalar “esrarlı cemaate mensup” olmayıp maddi hayatını kazanan herkestir!.. (Guatier’in Karl Marks’la aralarında kan düşmanlığı olduğuna dair herhangi bir kaynakta bir kayda rastlanılmamıştır, biline!…) Guatier’in burjuvalara düşmanları da “esrarlı cemaate mensup” acayip elbiseliler, uzun saçlılar… Hep burjuvalardan nefret eden kişiler… Yani, sistemin kendi içinden ve kendisi için yarattığı “akmaz kokmaz“ muhalifler. Düzenin kendi yarattıkları, yaratıldıkları düzenin bayağılığına, can sıkıcılığına öfke duyuyorlar.

Aynı yaklaşımı Flaubert’de de görmek mümkün.. Flaubert de burjuvaları keskin hicivlerle yerer, alay eder. Ancak, burjuva düzeninin iç yüzünün okuyucuya gösterilmesini amaçlayan sanat ürünleri “kötü ürünlerdir“ yazarları da kötü yazarlardır… Flaubert, not defterine işçi sınıfı hareketi için “yeryüzünü köleleştirecekler“ diye yazmaktan kendini alamaz. Fransa’da 1848 Şubat ayaklanmasının patlak vermesiyle ”Halkın selameti“ adlı devrimci bir yayın organı çıkaran, sanatın toplumsal mücadelede bir araç olmasını belirten Baudlair, Puşkin gibi, devrimci koşulların tavsamasıyla birlikte sanatını “tek gerçekleri olan“ “ben”lerine adamaktan da geri kalmamışlardır. Puşkin gibi Baudlair’i de devrimci yapan devrimci koşullardır. Yenilgi sonrasında taşlar yerine oturmaktadır. Kendilerini saran devrimci kitleden kopuşla birlikte, yani ideolojik olarak geriye düşmeleriyle birlikte, sanatsal yaratıcılıklarında da eş zamanlı olarak geri çizgiye düşüş gözlemlenmektedir. Sanatsal yaratışın ileri niteliği, yaratıcısının düşünsel anlamda ileri niteliği ile yani ideolojik niteliği ile örtüşmektedir. Yaşanılan dönemde sosyal ve kültürel geriliğin ifadesi olan burjuva düşünselliğinin ayak bağından kurtulunmadıkça sanatsal yaratış da bu geriliğin izlerini taşıyacaktır. Devrimci yadsıma ile anarşist-nihilist yadsıma birbirine karıştırılmış, çoğu kez biri diğerinin yerine konulmuştur. Aynı yanılgıyı Kunt Humsun da paylaşacaktır. Kunt Humsun, ”Krallığın eşiğinde” adlı eserinde işçi sınıfına karşı yeterli direnci göstermediğini düşündüğü burjuvaziyi kınayacaktır. Olası bir işçi sınıfı iktidarında, yaşamı tekdüzeleştireceğini söyleyen Humsun, Hitlerin Norveç’i işgalini ilk selamlayanlardan olacaktır. Oysa Kunt Humsun burjuva yaşam biçiminden nefret ediyordu!… Yine bugün, Nietzsche’nin parlatılarak piyasaya sürülüşü, edebi sanat ürünü adına popülizmin pompalanması –Yüzüklerin efendisinden, Ahmet Altanlara ve Orhan Pamuklara uzanan bir dizi fabrikasyon ürünü –anlamlıdır. Yaşamın diğer bütün alanlarında egemen kılınan köleleştirmenin belki de en tehlikeli ve en etkili olanının sanatsal alanda ifade edilir olmasıdır. İdeolojik netlikten yoksunluk ya da Popülizmin bilerek körüklenmesi kültür yozlaşmasının körüklenmesidir. Ortak özellikleri, toplumsal olanın ilgi alanı dışına düşmeleri ve anlaşılmamayı marifet saymalarıdır. İçerikleri itibariyle bireyci ve bunalım yumağıdırlar.

Elbette sanat ürününün yeni bir şey söylemesi ile tarihi ve sosyal açıdan zamanını doldurmuş, gericileşmiş, can çekişen ve içinden asla “yeni“ çıkaramayacak kadar tükenen bir sistemin değer yargıları parlatılarak, bu arada piyasanın bütün desteğini de arkasına alarak ve maskeleyerek “yeni“ imiş gibi görünmek; olsa olsa kapitalizmin ısrarla yoz dejenere ve kozmopolit kültüre mahkûm ettiği kitleler açısından kayda değer görünebilir. Ancak sanat ürünü adı verilen bu yapıtlar bırakın yeni olmayı, sanat ürünü adını almayı bile hak etmiş olmayacaklardır. Yeni olmanın ölçütü; gelinen tarihsel aşamada olanın değil, “olması gerekeninin“ sanatının yapılmasıdır. Olması gerekenin sanat ürünlerine konu edinilmesi, gericiliğin kurnaz ve sinsi biçimine sığınanlarca, ideolojinin sanat ürünlerine yansıtılması suçlamasına hedef olmaktadır. Akıllarınca anarşist-nihilist sözüm ona “soldan“ yaklaşımlarla sanat için yarın kaygısı taşıdıklarını söylemektedirler. Aslında kaygısını çektikleri ve daha ötesi korktukları şeyi ise açıkça söylememektedirler. ”Sanatı ideolojiden arındırma“ demagojisiyle sanata, görev olarak yükümlendikleri geri olan ideolojisini egemen kılma çabalarının zafiyete uğraması telaşındadırlar. Kapitalizmin dayattığı değer yargılarının genel-geçer yargılar olarak kabullenilmesini egemen kılına çabalarının adını “sanattan ideolojinin arındırılması“ olarak adlandırmaktadırlar.

Burada, söylenenler adına bir şeyi teslim etmek gerekmektedir: “Sanatta sosyalist gerçekçilik“ adına tavır aldığını söyleyenlerin adeta hiçbir sanatsal kaygı, estetik kaygısı taşımaksızın ürün vermeleridir ki işte bu da “sanatta sosyalist gerçekçilik“in muhaliflerince  bir gerekçe olarak hayli “beceriklice“ kullanılmaktadır. Bu tür yapıtlarda, yapıtın yaratıcısının kafa karışıklığı, ideolojik yetersizliği sanat ürününün yaratılış sürecinde de etkili olmakta ve yapıtta verilmek istenen mesaj bulanıklaşmakta ve kaba, estetik değerden yoksun bir zevksizlik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa burada suçlanması  gereken ideoloji değil, tersine yeteri kadar açık ve mantık tutarlılığına sahip olmadan sanatsal ürüne soğuk ve sıkıcı biçimde konu edilen ideoloji yoksunluğudur. İşte bu ideoloji yoksunluğu, sanat ürünlerinde- bütün inceltme gayretine rağmen- burjuva ideolojisinin davranış modlarını yerleştirmekte, sanatı gelinen toplumsal ilişkiler düzeyinin gerisine düşürmekte ve giderek işte tam da bu noktada sanat kendi başına bir amaca dönüşmektedir. Çünkü artık sanatçının yarattığı ürünün, insan ve toplum adına söyleyeceği bir söz, yaşama dair ileteceği bir mesajı kalmamıştır. Sanat ürünün yaratıcısı olarak sanatçı da kendini kucaklayan, sarıp sarmalayan insandan ve toplumdan soyutlanmıştır, ayrı düşmüştür. Kendi öznelliğinden insana ilişkin coşku ve heyecan taşmayan sanatçının sanat ürününün de coşku ve heyecan taşıması beklenemez. Bize göre yazılı sanat ürünlerinin izleyicisi okur, dünya edebiyat klasiklerinin sınıf mücadelelerinin yoğunlaştığı dönemlerin ürünleri olduğuna dikkat etmelidir.

Kapitalist toplumda egemen siyasal güçleri temsil eden ve üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin, sistematik değer yargılarını ifade eden üst yapıya karşı, geleceğin sosyalist toplumuna ilişkin üst yapının ön şartları bu esnada oluşur. Bu oluşum henüz bir bütünlük teşkil etmekten uzak, geleceğin toplumunun doğum sancısı olup ileriye, egemen güçlerin engelleriyle çarpışarak ulaşır. Kapitalist toplumun bağrında ve egemen üretim biçimin şekillendirdiği burjuva sosyal, politik, etik ve estetik yapısına karşın ortaya çıkan ve ancak üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla üst yapı kurumu niteliği yapısını kazanacak olan sosyalist sanat, bu evrede aynı toplumsal yapı içinde burjuva sanat akımlarıyla yan yana, ancak ondan bağımsız olarak ve  ona karşı mücadeleyle gelişip güçlenerek bir  tamlık oluşturacaktır ki, bu da aynı ulus, aynı toplum içinde iki farklı sanat ve kültür akımının olduğunu doğrulamaktadır. Sömürü temeline dayanan bütün toplumlarda egemen ideolojinin egemen sanat akımlarını hâkim kıldığı, koruyup kolladığı sanat tarihinin tartışmasız kabulüdür. Yine sanat tarihinin tartışmasız kabulü özellikle kapitalist toplumlarda sanata ivme kazandıran burjuva sanat akımlarını yeni açılımlara zorlayan burjuva sanatçıları da etik ve estetik değerlerini sorgulattıran sosyalist gerçekçi sanat akımının dinamiğidir.

“Kör inançların kalın karanlığı içinde“ diyen Puşkin,1825 Dekabrist ayaklanmanın Çarlık tarafından bastırılmasıyla, yenilgi sonrasında;

“Hayatın çalkantıları içinde doğmadık biz
Ne kazanç için, ne kavga için
İlhamlanmak için doğmuşuz biz

Ahenkli sözler ve dualar için” diyerek iktidarın eşiğinden adımı atmıştır. Devrimci Puşkin Çarlığın soruşturmalarından kurtulmuş, koruması altına girmiştir. Puşkin mevcut düzenin şairi yapılmıştır. Puşkin’in ölümü üzerine Çar “Puşkin’in geçmişine değil, geleceğine ağlanmalıdır” diyecektir.

Yine Puşkin’in Çağdaşı Fransız Romantiği  Gautier, Baudler’in “kırk kötülük çiçeklerinin“ “Sanat için sanat“ anlayışına uygunluğunu göklere çıkarırken, kendisini de “aslına uygun“ biçimde şöyle tanımlar : “Raphaello’nun bir tablosunu ya da çıplak bir kadını seyretmeye karşılık yurttaşlık haklarımdan memnuniyetle vazgeçerim.” (Bizim ülkemizdeki hangi ardıl bu sözden esinlenerek bir kadın için ülkeyi satmaya kalkmıştı acaba ). Kendince Burjuvalardan nefret eden Guatier’e göre burjuvalar “esrarlı cemaate mensup” olmayıp maddi hayatını kazanan herkestir!.. (Guatier’in Karl Marks’la aralarında kan düşmanlığı olduğuna dair herhangi bir kaynakta bir kayda rastlanılmamıştır, biline!…) Guatier’in burjuvalara düşmanları da “esrarlı cemaate mensup” acayip elbiseliler, uzun saçlılar… Hep burjuvalardan nefret eden kişiler… Yani, sistemin kendi içinden ve kendisi için yarattığı “akmaz kokmaz“ muhalifler. Düzenin kendi yarattıkları, yaratıldıkları düzenin bayağılığına, can sıkıcılığına öfke duyuyorlar.

Aynı yaklaşımı Flaubert’de de görmek mümkün.. Flaubert de burjuvaları keskin hicivlerle yerer, alay eder. Ancak, burjuva düzeninin iç yüzünün okuyucuya gösterilmesini amaçlayan sanat ürünleri “kötü ürünlerdir“ yazarları da kötü yazarlardır… Flaubert, not defterine işçi sınıfı hareketi için “yeryüzünü köleleştirecekler“ diye yazmaktan kendini alamaz. Fransa’da 1848 Şubat ayaklanmasının patlak vermesiyle, ”Halkın selameti“ adlı devrimci bir yayın organı çıkaran, sanatın toplumsal mücadelede bir araç olmasını belirten Baudlair, Puşkin gibi, devrimci koşulların tavsamasıyla birlikte sanatını “tek gerçekleri olan“ “ben”lerine adamaktan da geri kalmamışlardır. Puşkin gibi Baudlair’i de devrimci yapan devrimci koşullardır. Yenilgi sonrasında taşlar yerine oturmaktadır. Kendilerini saran devrimci kitleden kopuşla birlikte, yani ideolojik olarak geriye düşmeleriyle  birlikte, sanatsal yaratıcılıklarında da eş zamanlı olarak geri çizgiye  düşüş gözlemlenmektedir. Sanatsal yaratışın ileri niteliği, yaratıcısının düşünsel anlamda ileri niteliği ile yani ideolojik niteliği ile örtüşmektedir. Yaşanılan dönemde sosyal ve kültürel geriliğin ifadesi olan burjuva düşünselliğinin ayak bağından kurtulunmadıkça, sanatsal yaratış da bu geriliğin izlerini taşıyacaktır. Devrimci yadsıma ile anarşist-nihilist yadsıma birbirine karıştırılmış, çoğu kez biri diğerinin yerine konulmuştur. Aynı yanılgıyı Kunt Humsun da paylaşacaktır. Kunt Humsun, ”Krallığın eşiğinde” adlı eserinde işçi sınıfına karşı yeterli direnci göstermediğini düşündüğü burjuvaziyi kınayacaktır. Olası bir işçi sınıfı iktidarında, yaşamı tekdüzeleştireceğini söyleyen Humsun, Hitlerin Norveç’i işgalini ilk selamlayanlardan olacaktır. Oysa Kunt Humsun burjuva yaşam biçiminden nefret ediyordu!… Yine bugün, Nietzsche’nin parlatılarak  piyasaya sürülüşü, edebi sanat ürünü adına popülizmin pompalanması –Yüzüklerin efendisinden, Ahmet Altanlara ve Orhan Pamuklara uzanan bir dizi fabrikasyon ürünü –anlamlıdır. Yaşamın diğer bütün alanlarında egemen kılınan köleleştirmenin belki de en tehlikeli ve en etkili olanının sanatsal alanda ifade edilir olmasıdır. İdeolojik netlikten yoksunluk ya da Popülizmin bilerek körüklenmesi kültür yozlaşmasının körüklenmesidir. Ortak özellikleri, toplumsal olanın ilgi alanı dışına düşmeleri ve anlaşılmamayı marifet saymalarıdır. İçerikleri itibariyle bireyci ve bunalım yumağıdırlar.

Elbette sanat ürününün yeni bir şey söylemesi ile tarihi ve sosyal açıdan zamanını doldurmuş, gericileşmiş, can çekişen ve içinden asla “yeni“ çıkaramayacak kadar tükenen bir sistemin değer yargıları parlatılarak, bu arada piyasanın bütün desteğini de arkasına alarak ve maskeleyerek “yeni“ imiş gibi görünmek, olsa olsa kapitalizmin ısrarla yoz dejenere ve kozmopolit kültüre mahkûm ettiği kitleler açısından kayda değer görünebilir. Ancak sanat ürünü adı verilen bu yapıtlar bırakın yeni olmayı, sanat ürünü adını almayı bile hak etmiş olmayacaklardır. Yeni olmanın ölçütü, gelinen tarihsel aşamada olanın değil, “olması gerekeninin“ sanatının yapılmasıdır. Olması gerekenin sanat ürünlerine konu edinilmesi, gericiliğin kurnaz ve sinsi biçimine sığınanlarca, ideolojinin sanat ürünlerine yansıtılması suçlamasına hedef olmaktadır. Akıllarınca anarşist-nihilist sözüm ona “soldan“ yaklaşımlarla sanat için yarın kaygısı taşıdıklarını söylemektedirler. Aslında kaygısını çektikleri ve daha ötesi korktukları şeyi ise açıkça söylememektedirler. ”Sanatı ideolojiden arındırma“ demagojisiyle sanata, görev olarak yükümlendikleri geri olan ideolojisini egemen kılma çabalarının zafiyete uğraması telaşındadırlar. Kapitalizmin dayattığı değer yargılarının genel-geçer yargılar olarak kabullenilmesini egemen kılına çabalarının adını “sanattan ideolojinin arındırılması“ olarak adlandırmaktadırlar.

Burada, söylenenler adına bir şeyi teslim etmek gerekmektedir: “Sanatta sosyalist gerçekçilik” adına tavır aldığını söyleyenlerin adeta hiçbir sanatsal kaygı, estetik kaygısı taşımaksızın ürün vermeleridir ki işte bu da “sanatta sosyalist gerçekçilik“in muhaliflerince  bir gerekçe olarak hayli “beceriklice“ kullanılmaktadır. Bu tür yapıtlarda, yapıtın yaratıcısının kafa karışıklığı, ideolojik yetersizliği sanat ürününün yaratılış sürecinde de etkili olmakta ve yapıtta verilmek istenen mesaj bulanıklaşmakta ve kaba, estetik değerden yoksun bir zevksizlik örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa burada suçlanması gereken ideoloji değil, tersine yeteri kadar açık ve mantık tutarlılığına sahip olmadan sanatsal ürüne soğuk ve sıkıcı biçimde konu edilen ideoloji yoksunluğudur. İşte bu ideoloji yoksunluğu, sanat ürünlerinde- bütün inceltme gayretine rağmen- burjuva ideolojisinin davranış modlarını yerleştirmekte, sanatı gelinen toplumsal ilişkiler düzeyinin gerisine düşürmekte ve giderek işte tam da bu noktada sanat kendi başına bir amaca dönüşmektedir. Çünkü artık sanatçının yarattığı ürünün, insan ve toplum adına söyleyeceği bir söz, yaşama dair ileteceği bir mesajı kalmamıştır. Sanat ürünün yaratıcısı olarak sanatçı da kendini kucaklayan, sarıp sarmalayan insandan ve toplumdan soyutlanmıştır, ayrı düşmüştür. Kendi öznelliğinden insana ilişkin coşku ve heyecan taşmayan sanatçının sanat ürününün de coşku ve heyecan taşıması beklenemez. Bize göre yazılı sanat ürünlerinin izleyicisi okur, dünya edebiyat klasiklerinin sınıf mücadelelerinin yoğunlaştığı dönemlerin ürünleri olduğuna dikkat etmelidir.
 
Kapitalist toplumda egemen siyasal güçleri temsil eden ve üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin, sistematik değer yargılarını ifade eden üst yapıya karşı, geleceğin sosyalist toplumuna ilişkin üst yapının ön şartları bu esnada oluşur. Bu oluşum henüz bir bütünlük teşkil etmekten uzak, geleceğin toplumunun doğum sancısı olup ileriye, egemen güçlerin engelleriyle çarpışarak ulaşır. Kapitalist toplumun bağrında ve egemen üretim biçimin şekillendirdiği burjuva sosyal, politik, etik ve estetik yapısına karşın ortaya çıkan ve ancak üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla üst yapı kurumu niteliği yapısını kazanacak olan sosyalist sanat, bu evrede aynı toplumsal yapı içinde burjuva sanat akımlarıyla yan yana, ancak ondan bağımsız olarak ve  ona karşı mücadeleyle gelişip güçlenerek bir  tamlık oluşturacaktır ki, bu da aynı ulus, aynı toplum içinde iki farklı sanat ve kültür akımının olduğunu doğrulamaktadır. Sömürü temeline dayanan bütün toplumlarda egemen ideolojinin egemen sanat akımlarını hâkim kıldığı, koruyup kolladığı sanat tarihinin tartışmasız kabulüdür. Yine sanat tarihinin tartışmasız kabulü özellikle kapitalist toplumlarda sanata ivme kazandıran burjuva sanat akımlarını yeni açılımlara zorlayan burjuva sanatçıları da etik ve estetik değerlerini sorgulattıran sosyalist gerçekçi sanat akımının dinamiğidir.

Bunun böyle olması doğaldır. Çünkü sosyalist toplumdaki geniş yığınların çıkarları bir uyum içine girerken bu uyum geniş kitlelerin davranışlarını düşüncelerini değer yargılarını nitelik olarak sıçrayışa uğratır. İşte bu sıçrama kapitalist toplumun içinde sınıf mücadelesine, işçi sınıfının yanında yer almakla ve onu geleceğin toplumunu kurma mücadelesine sanatçının entelektüel birikimini aktarması ile sağlanır. Sosyalist toplumun ekonomik altyapısının inşası ile birlikte sanat bir üst yapı kurumuna dönüşür ve sosyalist toplumda da devam eden, giderek sönmeye yüz tutan sınıf mücadelesine paralel olarak iki sınıf arasındaki çatışma, özgün biçimleriyle kendini sanatsal çatışma alanında gösterir. Ancak sosyalist toplumun niteliği gereği diğer sınıflı toplumların aksine, giderek sönmeye yüz tutan sınıf mücadelesine uygun olarak sosyalist sanat anlayışı belirleyicilik kazanır. Bu doğaldır, sosyalist toplumda işçi sınıfı, avangart bir sınıf olmayıp sınıfsız toplumun öncüsü olduğundan, işçi sınıfının sanatı da avangart bir sınıfın sanatı olmayıp, sınıfsız bir toplumun sanatı olacaktır. İşte ancak bu evrede sanat ideolojik etkilerden uzaklaşacaktır. Sosyalist sanatın geçmiş, sınıflı toplumların sanatlarından nitelikçe üstün olmasının anlamı buradadır. Bunun içindir ki kapitalist toplumda sanatsal yaratıcılık sınıf mücadelesinin içinde ve ondan beslenerek daha ileri etik ve estetik değerleri benimseyerek gelişir ve güçlenir. Sanat ürününün yaratıcılığının gerçek kaynağı da buradadır. Ayrıca, yine bilinir ki her devrim, insanın  kendine biraz daha yakınlaştığı, kendi değerine yabancılıktan kurtulduğu, yabancılaşmanın aşıldığı sosyal bir olgudur. İşte, sosyalist toplumla birlikte yabancılaşmanın ekonomik altyapısı ortadan kalkarken, sanatın bir üst yapı kurumu haline gelmesiyle yabancılaşmanın sosyal ve psikolojik faktörleri de ortadan kalkar. Unutulmamalı ki bu süreç diğer sınıflı toplumların içinde başlar, egemen sanat anlayışlarıyla çatışarak ilerler ve uzunca bir süreçten sonra bütün insanlığa damgasını vurur. Burada hemen ulusal kültür ile evrensel kültürün bir çatışma yaratmadığının altını çizelim. Sınıflı toplumlarda işçi sınıfının yanında yer alan ulusal kültür, içeriği itibariyle proleter olmasına karşın şekli itibariyle ulusaldır. Yani evrensel kültür ulusal kültürü ortadan kaldırmaz, ona içerik kazandırır.

Sosyalizme açıktan tavır alınmadığını, tersine “sosyalist” söylemlerle sosyalizme küfür etmenin burjuva centilmenliğinin cazibesini oluşturduğunu izah etmeye çalıştık. Elbette sosyalizmin sanat anlayışına da aynı kurnazlıkla saldırılacaktı. Sınıf mücadelesi bütün cephelerde ve çok yönlü bir mücadeledir ve bu tür saldırıların şaşılacak hiçbir yanı da yoktur. Irmak yatağında ilerler, ilerler, ilerler… Elbette Denize ulaşacaktır.

( Yararlanılan kaynaklar; Plekhanov, Sanat ve Toplumsal Yaşam, Lucas, estetik, R. Garaudy, Picasso, Kafka, John Perse…)

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.