“Kel tepelere otağ kuranların içindeki ormanı kim görebildi ki… Söylesene dedi, senin üryan bıçkınlığının, asra bedel sandığın âleme kafa tutan gözü karalığının ömrü asra mı bedeldi, bir kelebek ömrü kadar mıydı?”.
Derin bir iç çekip nargilesinden bir duman aldı, önündeki sandalyeyi tekmeleyerek öte itip, elinin ayasıyla masaya vurduğu sesten kahvedekiler irkildi. Başını dört yana çevirdi, çevreyi süzdü, oyun oynayanlara, tavana, duvarlara, sandalyelere, masalara baktı. Sessizce tekrar sandalyesine oturdu. Başıyla onaylayarak, itirazsız dinliyordu Hüseyin. Hüseyin konuşanın bir parçası gibiydi, onun eli ayağı, gecesi gündüzü gibiydi. Mızrağı olmasa da usturalı şövalyesi, sadık can dostuydu. Kabadayılar âleminde adının Hüseyin olduğunu bilen pek olmazdı. Gölge aşağı, gölge yukarı… Gölgeydi lakabı…
Söylesene Hüseyin dedi, söyle gölge Hüseyin’im… Gölge gibiydin, nereden girdin nereden çıktın, kimse fark etmezdi bile. Kim derdi ki şu kadar yıl sonra maziye bakıp bakıp birbirimize dert yanacağımızı… Yahu Hüseyin insan yaşadığı sürece hep insan mıdır, yoksa insan olmanın da bir zamanı, bir durağı mı vardır da o zamana, o durağa geldikten sonra inilir de insanlıktan mı çıkılır?… Zavallı mıyız yahu biz. Kıyıya köşeye sinmiş, mahalle pazarı tezgâhçılarının çürük domatesleri gibi herkes üstümüze basıp geçiyor… Ömrümüz hapishanelerde geçti, kimseye eyvallah demedik, bir adımız bir şanımız vardı, fakir fukaranın babasıydık, kartal kanatlarımızı açardık üstlerine, sıkı mı bir müstantik kötü bir şey söylesin garibe gurebaya… Sıkı mı hapishane idaresi çocukları angaryaya zorlasın… Sen bakardın Hüseyin’im bu işlere, benim şapkamı hiç önüme eğdirmedin gölge Hüseyin’im.
Bunca yıllık yoldaşlıklarında hep böyle olurdu… Konuşan Dayı Aliydi… Buydu lakabı, Dayı Ali konuşurken sözü kesilmezdi, sessizce dinlerlerdi. Konuşurken nefesi daralıyordu, alnında boncuk boncuk terler birikmeye, sesinin tonu giderek öfkeye çalmaya başlamıştı.
“Sokaklarının sıcaklığı birbirine karışan, küçücük bahçelerinden begonvillerin boy verdiği, çocukların oynadığı, kocaman bir aile olduğumuz mahalleyi yıkmaya gelen şu şarloz herifin yanağından faça açan, geceyi ışıtan usturan nerede şimdi… Yahu o mahallemiz nerede, o birbirimizin alın terini sildiğimiz komşularımıza ne oldu ha, söylesene… Asıl bize ne oldu, bize… İpimizi mi çektiler de yamalı bohça gibi darmadağınık olduk böyle… Öyle ya da böyle, dünün sümsük, iki lafı bir araya getiremeyen, hiçbir mecliste yeri olmayan hangi fay hattından fırladıkları bilinmeyen adama benzemezler gelip tepemize çöktüler, nefessiz bıraktılar bizi… Zaman zaman köşede bucakta bizim mahallelilerden birine rastladığımda ben utancımdan, o üzüntüsünden birbirimizin yüzüne bakamıyoruz, kendilerini bırakıp bize acıyorlar. Bizim böylesi çaresiz kalışımıza hiçbir anlam veremiyorlar.”
Zoruma gidiyor Hüseyin’im dedi, bunca dalkavukların meydanı boş bulup at koşturması zoruma gidiyor. Biz aynı mahallenin çocuklarıyız. Benim babam at arabacısı, senin baban sebze halinde sırt hamalıydı. Bu türler o zaman da vardı, alın terimizi, çoluğun çocuğun önüne koyacağımız bir lokmaya el uzatanlar o zaman da vardı. Babam atlara yem alacak parayı bulamazdı, sinirlenir delirirdi. Rahmetli anam sakinleştirmeye çalışırdı babamı. Senin baban… Rahmetli Rüstem amcam… Kaburgaları bükülürdü sırtındaki yükün ağırlığından… Parasını vermemişler, bir güzel de dövmüşlerdi rahmetliyi… Günlerce peşine düştük bu oğlan bozmasının. Baban elimiz belada kalacak diye bir şey söylemiyordu. Sebze halinin çırağı gösterdi bize bu zübüğü… Kaşla göz arasında adamın suratından bir ark su akar gibi kan boşalmaya başlamıştı. Sen “babamın parasını almadan bırakmam” diye delirdikçe adam yalvar yakar cüzdanındaki bütün paraları sana fırlatıyordu. Apar topar babanı getirdin, adama babanın ayaklarını öptürdün. Kahpe dölünün ödü patlamıştı. Babanın arkasını dönüp çisil çisil ağladığını görmemen için seni oradan uzaklaştırdım. Fakir doğup fakir büyüdük Hüseyin’im, mektep yüzü görmedik, medrese yüzü görmedik… Baş eğmedik, boyun eğmedik… Bir bıçakla bir bilekten başka neyimiz vardı ki… En meşru yanımızdı oysa gayri meşruya çıktı adımız… Ekmeğimizi, namusumuzu böyle koruduk.
Ağır havayı dağıtmak her zamanki gibi gölgeye düşmüştü… Dayı bu sıklet içinde terlemeye, morarmaya başlamıştı.
“İnsanın senden alâsını şimdiye kadar görmedim be dayı dedi, şimdiden sonra da göreceğimi hiç sanmıyorum”
Dayı, yüzünü gölgeye döndü, gözlerinin içine içine bakıyordu.
Hani şu anlattığın delikanlı var ya, onun hikâyesini her anlattığında benim de gönlüme bir genişlik geliyor, şad ediyorsun ruhumu…
Gülmeye başlamıştı. Yandaki masada oturanları el işaretiyle masasına çağırdı. Birer ikişer dayının etrafını aldılar. Gelenler aynı âlemin insanlarıydılar. Edepleri dairesinde teker teker dayının elini öpenler bir sandalye çekip oturdular.
Gelenlerden en kabadayı görünümlüsüne “Faik dedi, bana bir tokat atsana”
Faik ayağa fırladı… Mosmor kesilmişti, yutkunarak “ estağfurullah” diyebildi… Sen, sen, sen… İşaret ettikleri ayağa kalkıp, ceketlerinin düğmelerini ilikleyerek yerlerine oturuyorlardı.
“Dayı, sana tokat atmaya kim cüret edebilir”…
“Aslanın biri” dedi. Hem de ne tokattı ama… Gülerken öksürük nöbeti tuttu.
“Cezaevinde bizim densizlerden biri solculara laf atmış… Birden ortalık karıştı… Yatağımdan fırlayıp voltaya çıktım… Ceket omzumda, elimde kehribar tesbihim… Düşünsene bize posta koyacaklar dünün yeni yetmeleri… Onların ileri gelenlerinden birisiymiş… Bizim adamları tehdit ediyor… Şöyle yapmayacaksınız, böyle yapmayacaksınız. İçimden “ulan bacaksız dedim, cezaevi raconunu senden mi öğreneceğiz”. Arkası bana dönüktü, omzundan çektim, kaşlarımı çattım “bir daha” demeye kalmadan suratıma gülle gibi yumruğu indiriverdi herif… Valla, ne yalan söyleyeyim, ben beğendim. Dişlerimi söküyorlar sandım… Gölge, falçatayı kaptı, vuracak çocuğu… Gölgenin eline yapıştım, “doğru koğuşa dedim, herkes doğru koğuşa”…
O çocuklarla yan yanaydık, gerçi koğuşlarımız farklıydı ama aynı havalandırmaya çıkıyorduk. İzlemeye, gözlemeye başladım o çocukları… İmrendim yahu, cesaretlerine, başeğmezliklerine, direnişlerine imrendim. İçim ısındı bu çocuklara… Onlardan utana çekine solculuğa ilişkin şeyler öğrendim. Hayıflandım bu defa da… Biz de süt çocukları değiliz ki Allaha şükür elimiz var kolumuz var, bu gücümüzü onların gücüne katsaydık emin olun bu adam kılıklı zibidilere “Abdurrahman Çelebi” demek zorunda kalmayacaktık, kös kös köşemize çekilmeyecektik. Başımızdaki keli sırma saç sandık, bir çırpıda düşüverdi takkelerimiz. Kötü insanlar değildik ama iyiliğin de sen de kalmış, neye yarar ki… Biz kendi hapishanemizi kendimiz kurmuşuz de kendi kendimizi hapsetmişiz, başımızdakiler de bir halt olduğumuza inandırmışlar bizi. İnanmışız biz de… Ben bu çocuklarla tanıdım kendimi, bana bu çocuklar gösterdi içimdeki ormanın yeşilini…
Masanın başındaki ahalinin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Öyle ya, nereden bilsinler, dayı yakın çevresi dışındakilere bu olayı ilk kez anlatıyordu.
Soğuk bir ilkyaz ikindisiydi. Dışarıda protesto gösterileri vardı. Protestocu gençlere işyerlerinden çıraklar, ustalar, kalfalar sloganlarıyla, balkonlardan kadınlar el sallayarak destek veriyorlardı. Protestocu kalabalık şehrin en işlek caddesinden yürüyordu. Caddeyi boydan boya kesen panzerler yürüyüşçülerin üzerine doğru hareket etmiş, yürüyüşçüler kadınlı erkekli etten duvar örerek panzerlere karşı barikat oluşturmuşlar, siren sesleri slogan seslerine karışmıştı. Cemal, kalabalıktan güç bela sıyrılarak kahvenin yolunu tutmuştu. Kahve ana cadde üzerindeydi, slogan sesleri kahveden duyulur olmuş, kahvedekilerin kimi meraktan, kimi alışık oldukları gösterilerden duydukları heyecanla birer ikişer dışarı fırlıyorlardı. Kahveden içeri giren Cemal doğruca Dayı ile Gölgenin masasına yöneldi, selam verip oturdu. Dayının bu denli hırçınlaşmasına bir anlam veremediyse de bir şey de sormadı. Gölgeyle göz göze geldiler. Başını öne eğdi gölge. Dayı, nargilesinin ateşini tazeleyen garsona başıyla işaret etti. Garson bir koşu Cemalle Hüseyin’e de birer nargile kapıp getirdi.
“Nasılsın Cemalim” dedi dayı.
Cemal, görücüsü gelmiş genç kız gibi heyecanlıydı. Konuşmasıyla, hareketleriyle ağır adamdı Cemal. Kendinden beklenmedik bir atakla “dayı” dedi “dışarı bahar gelmiş, nasıl gençleştim, nasıl gençleştim… Seninkileri panzerler bile zapt edemiyor”.
Yüzü gülmeye başlamıştı dayının.
Dışardaki sloganlara kulak kabarttı, tatlı tatlı çenesini kaşıdı… “Bir yumruk daha evlat dedi, bir yumruk daha”…