Bıyıklarımızın henüz terlemeye başladığı yaşlardaydık. Bu yaşlarda insan kendini keşfeder önce ya, bizim önceliğimiz, ilgimiz kendimize ait değildi. Kendimizi merak etmeye zaman bulamadan dünyaya çevirmiştik gözlerimizi… Dünyanın herhangi bir noktasında olup bitenleri dert edinmiş, anlamaya çalışıyorduk. Hiç birimizin diğerinden bir kelime fazla bir şey bilmediği dünyanın ahvalini, ezberlediğimiz matematik formülleriyle çözmeye çalıştığımız cebir problemi çözer gibi çözeceğimize öylesine inanmıştık ki… İçimizde en entelektüeli olan arkadaşımız İşçi Partiliydi. Ona göre İşçiler, Köylüler bu seçimlerde İşçi Partisine oy verecek ve sosyalizm de kurulup gidecekti. İnanırdık o arkadaşımıza… Okulun tatil olduğu günlerde gittiğimiz köylerde propaganda yaptığımız köylüler dinlemezdi bile bizi… Daha babacan olanları “çocuklar bu iş size göre değil, derslerinize çalışın” der yanımızdan uzaklaşır giderdi…
Bu yazı 11 Eylül 2019 günü yazılıyor, yani 46 yıl sonra… Ne uyuşukluk be, bir gün sonrası da kendi ülkemin 12 Eylül’ü değil mi?… Belki de diye düşündüm, sosyal medyada, yazılı ve görsel iletişim araçlarında 12 Eylüle ilişkin bunca yoğun tepki dile getirilmişken bana ihtiyaç kalmamıştır. Belki de korkumdan ite dalaşmaktan çalıyı dolaşmayı yeğlemişimdir… Ne bileyim sebebi her neyse ne… Belki de dünyanın öteki ucundaki Şiliye gitmekle zevahiri de kurtarmış olurum… Buyurun…
O yılın sonbaharının ilk günlerinde Şili’de sosyalist devlet başkanı Allende faşist bir askeri darbe ile devrilmiş, Cunta yönetime el koymuştu. Cuntanın destekçileri kamyon şoförleri, Bakır işçileriydi, iyi mi? Hani bizim İşçi Partisi için oy isteyeceğimiz emekçiler… Bir gazetede askeri cuntanın başının fiyakalı bir fotoğrafını görüyorum… General AugustoPinochet… Yüksekçe bir kürsüden kalabalığa sesleniyor…
“Devlette süreklilik esastır.”
Anasından çocuk olarak doğmuş bir kişinin nasıl böylesine canavarlaştığını düşünüyorum, canavarlaşma sürecini çeşitli aşamalardan geçirip, aykırı bulduğum yanlarını süzgeçle süzüp aslına uygun hale getiriyorum… Düz bir kâğıda beş santimlik çizgiyi eğip bükmeden çizemeyen ben onun merhalesini paniğe kapılmış bir ruh hali içinde kalemle çizer gibi yanlışsız, hatasız çiziyorum. Mesela daha çocuk yaşta girdiği askeri okulun birinci sınıfında ordunun her sınıfından rütbelilerin ilk derslerinden mezun oluncaya kadar durmadan tekrarlanarak öğretilen “ Devlette esas olan sürekliliğin” içinde seçilmiş bir devlet başkanını uçakla bombalanarak öldürülmesi de var mıydı acaba…Gerçi Şili subay okulunun herhangi bir kuvvetinden mezun olmak pek öyle matah bir şey sayılmazdı, her ne kadar sivil halk arasında omzundaki rütbelerin verdiği caka küçümsenir gibi değilse de askeri camiada pek kıymeti Harbiye’si yoktu. Komutanları da öyle dememiş miydi, “ya karavanasubayı olursunuz, ya da Amerika’da gerçek askeri eğitim alır, ömür boyu devletin vazgeçemediği şahsiyet olursunuz”…Askeri okulun birinci sınıfında kafasına koymuştu, karavana subayı olmayacaktı, üstlerinin gözüne girecek, onların referansıyla Amerika’ya gidecek, general olacaktı. Hem Amerika’ya gönderilmeyenler çok çok subaylıktan emekli edilmiyorlar mıydı? Askeri okulda general olmak için okunurdu. Oraya gidecek, eğitiminialıp general olacaktı. Ülkesinin bulunduğu Latin kıtasında bir geceden öbürüne gerçekleştirilen askeri darbe liderlerinin tümünün de orada, Panamadenilen yerde eğitim gördüğünü kaç ağızdan duymuştu. Ülkesindeki askeri okulda basamakları atlarken birçok şeyi de zaman içinde öğrenmişti. Öyle kolay kolay general olunamayacağı, askeri hiyerarşide yükselmenin yolunun “Bigbrother” in icazetine bağlı olduğu da artık bir sır olmaktan çıkmış, sokakta herkesin ağzında sakız olmuştu. Komutasında bulunan askeri birliklerle görevlendirildiği mitinglerin, gösterilerin bastırılmasında halkın “Yankee uşakları, panama işkencecileri” sloganını az mı duymuştu. Kendisi de askerdi ve mutlaka Panamaya gidip siciline Panama nişanesi düşürüp buhiyerarşide yükselecek, general olacaktı. Gerçi sokakta, polis merkezlerinin yanında askerimekânların da işkence merkezleri olarak kullanıldığına dair o kadar yaygın söylentiler vardı, ki kuşkusuz bu söylentiler orduyu, polisi, devleti yıpratmak isteyen “komünistlerin iftiralarından” ibaretti. Komutanları da sık sık komünistlerin bu iftiralarına karşı uyanık olmalarını kaç kez söylemişlerdi. İşte şimdi tam da olan bu değil miydi? O daha subaylığının ilk pırpırını taktığında gösteri ve mitinglerin bastırılmasında kendisine verilen görevi canla başla yerine getirmesinin nedeni “ülkeyi karıştırıp istikrarı bozan komünistlerin entrikalarını boşa çıkarmaktı”… “Devlette süreklilik esastı, kendisi general olduğunda ülke yönetimi kendisine teslim edilecekti, emanete hıyanetlik olmazdı ki”…Askeri okuldan subay olarak mezun olduğunda omzundaki pırpır gecekondu güzellerinin kalbini hoplatmaktan başka bir işe yaramıyordu… Komutanlarının korkutma gücü kendisinde yoktu, kimse o geçerken ayağa kalkmıyor, parmakla kendisini göstermiyordu. Askeri törenlerde şöyle kasıla kasıla üstü açık arabayla ana caddelerden geçerken, kaldırımlara yığılmış halkın çılgınca alkışlarından bir teki bile kendisine ait değildi. İstikbal basamaklarını hızla tırmanıyordu, yüzbaşıydı, binbaşıydı nihayetinde albaydı… Bugüne kadarki askeri yaşamı, bugünden yarına el değiştiren askeri cuntalara hizmetle geçmişti. Askeri okula ilk geldiğinde “ülkeyi düşmanlardan koruma” ideali giderek dünyayı komünistlerden kurtarmaya dönüşmüş, askeri birliklerde adı sertliği ile anılır olmuştu. Artık gösterilerin, mitinglerin, grevlerin ve üniversite öğrencilerinin demokratik taleplerinin bastırılmasında aranan komutan olmuştu. “Bastırma” sonrası gösteri ve grev alanlarını gezerken yaralananların üstüne basarak geçmek, ölenlerin cesedini ring arabalarına doldurup topluca kazılmış çukurlara attırmak asli görevi olmuştu. Genç yaşta evlenmiş, bir oğlu bir kızı olmuş,İkisi de büyümüş, Üniversite öğrencisi dal gibi delikanlılar olmuşlardı. Oğlu yakışıklıydı, kızı güzel… Babalarıyla karşılaşmamak için eve de uğramaz olmuşlardı. Beyin yıkama ustası komünistlerin, çocuklarının beynini yıkayacağı endişesi çürük kurt gibi içini kemirmeye başlamıştı bile… O dünyayı komünistlerden temizleme ulvi görevinin bir neferi iken oğlunun, kızının komünistlerle yan yana olduğunu kime nasıl açıklayabilirdi ki, mazallah… Bütün şanı şerefi beş paralık olmaz mıydı? O gece gördüğü rüyadan sıçrayarak uyanmıştı, endişelenen karısına “oğlum da olsa kızım da olsa çeker vururum” demişti de karısını sabahlara kadar uyku tutmamıştı. Allahtan böyle bir şey olmamıştı, içi rahattı. Şantiago radyosunun “Burası Santiago Üniversitesi radyosu…”Şili ihtilalci Sol” hareketi konuşuyor anonsunun “Şili emekçilerine, Şili halkına sesleniyoruz… Faşizmin ayak sesleri Şilili emekçilerinin eşiklerinden içeri girmek üzeredir. Faşizme karşı saflarımıza katılın” çağrısını duyduğunda hiddetlendi, neredeyse kalbi duracaktı… Oğlu ve kızının okuduğu Santiago Üniversitesi boykotta idi, eğitim öğretime ara verilmişti… Oğlunun da kızının da komünistlerle bir ilişkisinin olamayacağını düşünüp rahatladı.
İşte zamanı gelmişti… Ver elini Panama… Kendisini general yapacak Panamaya indiğinde omuzlarında apoletler, yakasındaki sırma şeritlerle donatılmış olarak hayal etti kendini… Ta kendisiydi… Ancak ellili yaşlarda general olunabilirdi, olsundu apoletler ve sırma şeritler generallerin nişanesiydi ya, işte bu nişane şimdi hayallerini süslüyordu. Panamada kaldığı süre içinde özel harp teknikleri, komünistleri konuşturma yöntemleri, psikolojik harp konularında eğitim gördü… Bedeninin bütün hücreleri insani en küçük duygulardan cımbızla çekilerek temizlenmiş bir kontra olarak, bir profesyonel olarak ülkesine dönebilirdi. Santiago hava alanında törenle karşılandı, kendisi için hazırlanmış, ailesinin birkaç gün önce taşındığı etrafı kale gibi çevrilmiş, kapısında silahlı askerlerin güvenlik nöbeti tuttuğu konutuna yerleşti… Etrafı askeri birliklerce çevrilmiş, şehirden uzak bir yerdi. Generalliğe terfi ettiğine ilişkin haber bir askeri ulak tarafından bu konutta müjdelendi kendisine… Artık omzu apoletli kolları sırmalı bir generaldi… Hemen işe koyuldu. Ülkenin bütün toprağı komünistlerden temizlenmeliydi, elebaşılar malum yöntemlerle etkisiz hale getirilmeli, partileri, dernekleri kapatılmalıydı. Meydanlarda halka hitaben konuşmalar yapılmalı, bunların servet düşmanları oldukları, herkesin elindeki avcundakine el koyacakları anlatılıp, herkesten bunları polise haber vermeleri istenmeli, bunları saklayanların, koruyup kollayanların ağır şekilde cezalandırılacakları ilan edilmeliydi. Başı koparılan gövde çabuk çözülürdü, askeri erkân arasındaki tartışmada bu karar oy birliği ile kabul edilmişti. Şili faşist cuntasında Pinochet’in sağ koluydu…
Seçimler yaklaşmıştı. Allende isimli bir ihtiyar Şili solunun ortak başkan adayı olarak seçimlere gidiliyordu. Allende’nin önünün kesilmesi için “stratejik müttefik” ABD nin danışmanlarının öncülüğünde hareket edilmeli, her türlü engellemeye başvurulmalıydı… Ne çare hiçbir önlem Şilinin aydınlık geleceğinin önünü kesmeye yetmiyordu. Şili başka bir gündeydi, Santiago başka bir gündeydi… Seçimler insan işiydi de her ne garip bir durumsa bu seçim şu ya da bu partinin, şu ya da bu adayın seçimi değildi ki… Ağustos böcekleri Allende’nin korosunda müzisyendiler, dönüp dolaşıp Şili halkının özgürlük türküsünü söylüyorlardı. Şilinin siyah gülleri Santiago’nun güzellik uzmanlarıydı, Şili’yi yeniden dekore etmek için gecelerini gündüzlerine katmıştı. Ebabil kuşları bereket tanrıçalarıydı, “gagalarımızda taşıdığımız yemler katkımız olsun”…
Koca Allende… İnsanların, güllerin, çiçeklerin, kuşların böylesi görülmemiş sevgisi karsında yanaklarına süzülen mutluluk gözyaşlarını kınamak kimin haddine ki…
O gündü… Amerikalı danışmanların Şili Cuntasıyla işbirliği işe yaramıştı… “Komünizm heyulasına karşı Panama eğitimli Pentagon yöntemleri siyanür zehri gibi keskin etkisini gecikmeksizin gösterecekti… “Sosyalist başkan Allende Faşist Pinochetin jetlerine karşı tabancasıyla savaşırken öldürüldü”… “Çiçeklerini sergileyen tomurcuklar kabuklarına çekildi, hava simsiyah bulutlarla kaplandı, kuşlar sustu” diye yazacaktı bir gazetenin Şili muhabiri.
Av başlamıştı. İnadına direnişler de… Gece yarıları baskınlarıyla evlerinden alınan Şilililer askeri ve Polis işkence merkezlerine sağmamış, On binlerce kişilik spor salonlarından yükselen işkence çığlıkları ayyuka çıkmıştı. Santiago garnizon komutanı olan generalimize oğlunun bir direnişte öldürüldüğü haberini getiren albay suratını ekşitti, elinde tuttuğu tutukluların listesini generale uzatırken parmağını bastığı isim generalimizin kızının ismiydi ve konuşturulmak için “uzmanların” elindeydi. Kızını gördüğünde her yanı kan içindeydi ve kızını tanımakta zorlandı. Albay dönüp giderken “ oğlunuz da kızınız da Şili İhtilalci sol” adlı silahlı bir komünist hücrenin militanları çıktı diye açıklama yaparken bıyık altından gülmeyi de ihmal etmedi.
O gece Victor Jara Santiago meydanında gitarının tellerine dokundu… “ Venceramos, Venceramos, yaşasın Unidad Popular”… Şili’de Güvenliği sağlamakla görevli GeneralSantiago meydanında Victor Jara’nın gitarın tellerine dokunan parmaklarını kesti, Victor Jara’ nın kesik parmaklarıyla dokunduğu gitarı bu kez kendi kendine “Venceramos” diye haykırmaya başladı. Parmakları kesik adam başını eğmeden generalin gözlerine baktı, gözleri korkutucuydu, öldürülmeliydi, öldürüldü Victor Jara…
Victor Jara o gece generalin rüyasına girdi… Aynı korkunç gözlerle bakıyordu Generale…
Dünya ne kadar küçüktü. Türkiye nere, Şili nere… Biri dünyanın bir başında, diğeri öbür başında… Ne kadar yakınlardı birbirlerine…12 Eylül faşist darbesinin Mamak Cezaevi müdürünün işkenceyle sakat bıraktıklarının, öldürdüklerinin sesleri de bu işkenceciyi geceleri rüyalarında rahat bırakmıyordu. Bu işkenceci bir gazeteciye “geceleri işkence seslerinden uyuyamıyorum, kâbus görüyorum” diyordu.
“Seni öldürmedim mi” dedi General, Victor Jara’ya, “sesin yatak odama kadar nasıl girdi” derken aklını kaçırmak üzereydi.
“Ben ölüyüm ” dedi Victor Jara, gülümsedi alaylı alaylı…
“General dedi, cesetlerimizi gömersiniz, sesler gömülmez”…