Uyku sersemi bir gece yarısı uyurgezer bir halde kendimi büronun salonunda buldum. Amaçsız, nedensiz, yitik bir şey arar gibi bütün çekmecelerin, rafların, dolapların altını üstüne getirdim. Sarı yaprakları üzerinde yer yer mürekkebi dağılmış, soluk renkli bir defter elime geliverdi. İlk satırlarından itibaren dikkatimi çekti, ilerleyen sayfalarında uykum dağıldı. Bu yazı bu defterin birkaç sayfasından değiştirilmeden alınmıştır. Son sayfasında yazarı muhtemelen bilinçli olarak adını yırtmış, yine muhtemelen bir arkadaşının durum değerlendirmesinin notlarından ibaret olan bu yazının yazarının adını zikredemeyişimin nedeni budur.
*** *** ****
Danimarka krallığındaki çürümüşlüğün leş gibi kokusunun burun direklerini kırdığı günün birinde, Horaito serserisinin Hamlet’e hitaben “çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında” serzenişinin üstünden yüzyıllar geçti. O günlerin Danimarka’sının sokaklarını, dünyanın bütün ülkelerinden bu ülkeye, “devrim” denen festivale hayat vermek için akın akın gelen ülkesiz serüvenciler doldurmuştu. Bu ülkesiz serüvenciler sokakların dili, lafı köşe taşı gibi gediğine koymanın ustası, ahalinin hislerinin tercümanıydılar. Mürekkep gibi karışıp ahalinin içine, çektikleri “yuh” sesleri Fizan’dan duyulur oldu. “Serseriler, çapulcular” diye kükredi kral, sarayının penceresinden. Sesler titreşerek ulaştığında Vatikan’a, “şayet” dedi Papa “tanrı bu günleri bir kez daha yaşatmasın temennisini tanrıya havale edip, hazreti İsa’ya adak adayıp, Meryem ana ikonaları önünde dua etselerdi bu ülkesiz serseriler, tanrı Kralı imana davet ederdi.
O günden beri ülkesiz serüvenciler kralların, sarayların dilinde “serseri, çapulcu” olarak anılmaya başladı.
“Dua ettik dedi ahaliden bir imanı bütün”.
“Serserilerin dualarının tanrıya ulaşıp ulaşmadığına ilişkin tarihte bir takvim bulamadık dedi Papa, “tanrı gazaba geldi”.
Rezaletler çığ gibi büyüyüp, kaya kütleleri gibi serserilerin üstüne düştü. Serserilerin barınaklarını çığ, canlarını Azrail, geçimlik nafakalarını sarayın defterdarları saraya irat kaydettiler. Çürümüşlüğün leş kokusundan burunlarını tutan saray soytarıları “oh olsun” diyeceği yerde “bok olsun” deyiverdiler. Kralın başı döndü, kraliçe işkillendi, prens ve prenses tedirgin oldu.
“Korkuyor musun bu serserilerden ” dedi prenses prense.
“Çok” dedi, prens, basbayağı bize benzemelerine rağmen ve gözlerindeki ateşin ahaliyi ısıtırken neden bizim içimize korku saldığını anlayamıyorum, sarayın içine mi sızdılar ne, sıtmaya tutulmuş gibi titriyorum, ama çaktırma”
Sarayın güvenlik kurulu Danimarka krallığının her köşe başına mızraklı şövalyelerini yerleştirdi. Uçanı kaçanı vurun, uçup kaçamayanları da zindanlara tıkın… İki kişinin yan yana yürümesi, gülmesi, şarkı söylemesi ve dans etmesi yasaklandı. Gülen, dans eden, şarkı söyleyen genç bir kadın, el ele tutuştuğu sekiz yaşındaki çocuğunun elinden kopartılıp alınarak saray muhafızlarının postal darbeleri altında nefessiz kaldı. Çocuğun “Anne” diye attığı çığlık boşlukta kaybolup giderken, çipil çipil yüzüne akan gözyaşları, nefesini kesen hıçkırıkları, olayı uzaktan izleyen bir serserinin yüreğini burktu, elini beline attı. Kaşının üstüne sızan kanı kurumamıştı, geride kalanlara veda edip gitti. Yenilgiler tarihinin vakanüvisleri olanı biteni, titrek elleri ve kanayan kalpleriyle dizlerini döve döve kayıtlarına böyle geçtiler. Gün ola, harman ola dedi serseriler.
Ben oradaydım.
Sokaklar sessizleşti, yenildi ülkesiz serseriler. “Müesses nizamın” hela kokusunda ıtır aroması koklayan krallar, kraliçeler, prensler ve prensesleriyle saraylardaki yaşam huşu içinde sürdü gitti bir zaman daha. Sonraki çağlarda saraylar yine yerinde kaldı, öncekiler gitti, yerine gelenler, isim değiştirdiler, unvan değiştirdiler, laf değiştirdiler, elbise değiştirdiler, saraylarının kapılarını, pencerelerini değiştirdiler, muhafızlarını değiştirdiler… Ahlak belledikleri ahlaksızlıklarını değiştirmediler, huy değiştirmediler…
Gelen gideni takip edip, gidenin eksiklerini tamamladı. Sarayların yeni sahipleri Kral Ubi’ler oldu. Anonim bir marka… Mağripten Maşru’ka kadar her ülkeye eskimiş sümsük, sünepe krallar yerine, kendileri akıllarından önde giden, standart üretim yeni kral Ubiler atandı.
Kral Ubi’ler cengâverdi ama ata bir yanından binerken diğer yana düşerdi. Civan gibi boylu posluydu ama topaca benzerdi. Hak, hukuk nutuklarında üstlerine yoktu ama madrabazın, açgözlünün biriydiler. Merhametliydiler ama kölelerin kılıçtan geçirilmelerinden tuhaf zevk alırlardı. Çok cesurdular ama kendisine nanik yapan bir çocuğu, “müesses nizamı “ tağyir, tedbil ve ilgaya cebren teşebbüs” le suçlayıp darağaçlarına gönderdiler. Çok zekiydiler üstelik ama şimdiye kadar gözlerinde zekâ pırıltısına tanık olan birisi çıkmamıştı. Namus erbabı olduklarından kimsenin kuşkusu yoktu ama oyun yaşındaki kızların baldır bacaklarından gözlerini ayırmazlardı. Üstelik tam bir “erkek” olduğundan kimsenin şüphesi yoktu da, saraya “saygısını sunmaya” gelen hovardalara kuş sütünün eksik olmadığı ziyafetler çekerler, bitkin düşmüş hovardaları “ziyaretlerinizi uzatmayın haaa” diye tembihlerlerdi. “Şey”ini kırbacı gibi elinde tutar, ahalinin şaşkın bakışlarını kendine duyulan hayranlık alameti sayardı. Saray doktorunun “ tam bir erkeksin” tanısına canı sıkılmış, yaverine doktorunu kırbaçlattırmıştı. Hijyene çok düşkün olmasına karşın tahtakurusu gibi kokardı. Sanatkârdılar da. Mesleki alışkanlıklarını tuvale dökerken en çok da ayaklarından asılan insan figürleri çizerlerdi. Hayal güçlerindeki keskinliğin yaratıcılığına hayrandılar. Mahiyetiyle gittiği bir lunaparkta tümsek aynaların önünde durmuş, hayran hayran seyrettiği görüntüsünün azameti karşısında heyecanlanıp yaverine, “Bu öküz kim” diye sormaktan kendini alamamıştı. Bilgindiler, her konuda hem de… Galilenin, Kopernikin, Albert Aynştaynın lafı bile edilmezdi. Sekiz yaşındaki kız çocuklarıyla evlenmenin mucidiydiler.
Ailelerine, etraflarına öylesine düşkündüler ki, babalarını boğazlatırlar, oğullarının boyunlarına kement atarlardı. Menajerleri en çok da bu yönünü takdir ederlerdi. “İktidar her şeydir, saray mutlaktır”… Göz koyanın gözü oyulur. Göz koyanların gözlerini oymada üstlerine yoktu. Sözün kısası onlar kralların kralı, eşi menendi bir daha bulunmaz kral Ubi’ydiler . Çağın laboratuvarında üretilmiş, insan görünümlü kusursuz makinelerdi. Hemen kopyalarını çoğaltıp her ülkeye birer kral Ubi gönderildi. Almanya’da Hitlerdi, İtalya’da Mussolini, İspanyada Franco, Portekiz’de Salazar… Her ülkeye bir Ubi projesi eksiksiz uygulandı, Dünya artık Ubiler ülkesiydi.
Yazının burasında vakanüvislerden okkalı bir azar işittim.
Saydığın diktatörler dünyanın yeni sahiplerinin laboratuvar üretiminin Avrupa versiyonları… Bugün Asya, Afrika, Latin Amerika ülkeleri, Orta Doğu da kral Ubilerin değneklerinin değmediği hangi ülke var. İnsanların içlerinin boşaltılıp, dalak, böbrek, karaciğeri çıkartılarak mumyalama sanatında bütün kral Ubilerin birer teknoloji harikası olduğunu unutma…
Unutmadım.
Dünya haritasını açtım önüme… Sarı, kirli kâğıt parçası kıvranıyor avuçlarımda… Harf harf, kelime kelime, satır satır okuyorum ahalinin ahvalini. .
Menajerler memnundu, dizginlerini sürücüsünün eline veren atların itirazı olamazdı, ne tarafa sürsen o tarafa giderler, ne denirse şapadanak onu yaparlardı. Ahali, dizginlerini sürücüsüne teslim etmiş atlar gibiydi. Artık dünya emin ellerdeydi. Kral Ubiler afyonladıkları atmosferin uyuşukluğunda ahaliyi serseme çevirmişti. Ahalinin, Ubileri alkışlamaktan avuçları patlıyordu… Ubiler de hak edenlere hak ettikleri ölümü, açlığı, yoksulluğu, çaresizliği, dövülmeyi, sövülmeyi, hakaret etmeyi bir bahşiş verir gibi avuçlarına koymakta oldukça cömert davranıyordu.
Bir elin parmak sayısı kadar kişi yemekten patlarken, milyonlarca insan açlıktan kıvranıyormuş…
Yaşasın kral Ubi…
Hava zehirlenmiş, atmosferin kalbi tekliyormuş…
Yaşasın kral Ubi…
Sular zehirlenmiş ırmaklar kan rengi akıyormuş, Denizler mavisini yitirmiş, okyanuslarda balık kalmamış…
Yaşasın Kral Ubi…
Çocuklar… Salgın hastalıktan kırılıp geçiyorlarmış, yedi yaşındakiler yetmişinde gösteriyormuş…
Yaşasın Kral Ubi…
Göçmen kuşlar bir gece yarısı ansızın gitmişler, sabah serinliklerinde, akşamüstleri ağaçlarda kuş cıvıltıları kuşlarla gitti… Ortalık ölüm sessizliği…
Yaşasın Kral Ubi…
Ya çiçekler… Tomurcukları başlarını eğmiş, yaprakları solgun, dalları kırık…
Yaşasın Kral Ubi…
Hangi ülkede olduğunu bilmiyordu, merak da etmemişti… O her ülkenin bir yurttaşıydı ve her ülke onun yurduydu. Her yerdeydi ve hiçbir yerde değildi. Paris’te sarı yelekliydi, Irakta protestocu bir delikanlı, İran’da mollalara karşı Üniversite öğrencisi, Wall Strette bir anarşist, bütün grevlerin isimsiz bir neferi…
Bolivya’da beyaz milisler on beş yaşındaki bir çocuğa mermi sıkarken, elini beline atmış yirmilik bir delikanlıydı. Şehri dört bir yandan kuşatan bulutların içinden üstüne saldıran akbabalara “gez, göz, arpacıktan” hedef alıp, büzüldüğü sandalyenin üstünde elini beline atan altmışlık bir güngörmüş…
Güldü bu haline…
“Yirmili yaşlarda ya da altmışlı yaşlardaydı, ne fark eder ki” dedi…
Ben oradaydım…
Ülkesiz serserilere gelince… İçi cız etti, geçmişine gitti, gözleri buğulandı…
Çağlar boyu ya bir köşe başında bir ikindiüstü veya kuşluk vakti başından vurulup kaşlarının üzerinden kan sızarak, ya kuğu boyunları yağlı urganlara geçirilerek ya da… Kral Ubilerin cellatlarınca kaçırılıp hangi kuyulara atıldığı bile bilinmeyen bir sonla bu dünyadan çekip gittiler.
İçini çekti, “Dünya bir simetriden ibaret” dedi…
Sarayların kral Ubileri birbirlerinin simetrisiydi ve birbirlerine benziyordu…
Meydanların ülkesiz serserileri birbirlerinin simetrisiydi ve birbirlerine benziyorlardı.
Simetri
Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.