Huntingtonunun, “uygarlıklar çatışması” olarak adlandırdığı amentüsünde, sınıf mücadelelerinin 21. Yüzyılda küreselleşen kapitalizmin mutlak egemenliği altında sona erdiğini, toplumsal çatışma ve çalkantıların zemininin sınıf mücadelelerinden etnik, kültürel ve dinsel farklılıklara kaydığını, gerçekten uygarlığın temeli ve yaratıcısı olan sınıf savaşlarının bittiğini ilan ederken, insanlığın içinde bulunduğu durumu, açmazlarını ve çaresizliğinin varmış olduğu düzeyi betimlemek açısından bizce edebiyat sanatının en iğneleyici anlatım biçimi olan ironiyi, Nobel ödülü almış edebiyatçılardan daha mükemmel kullanmaktadır. Huntingtonu, siyam ikizi Fukuyama takip ederek o da “ tarihin sonunun geldiğini” ilan etmekten geri kalmayacaktır. Huntington gerçekten uygarlığın temeli ve yaratıcısı sınıf mücadelelerinin üstünü çizerek uygarlığın temel unsuru olarak yerine “dinsel, kültürel ve etnik” çatışmaları ilan ederken, Fukuyama da Huntingtondan geri kalmayarak ve çok iyi ildiğinden zerre kuşkumuz olmayan tarihin “sınıf mücadelelerinin tarihi” olduğunu unutmuş görünerek o da küresel kapitalizmin “tarihin sonunu getirdiğini” vaaz edecektir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz kişiler sıradan kişiler değildir, kapitalizmin kendine has ve sözünün üzerine söz kondurulmayan iki akademisyenidir. Bu kalemlerden dökülen sözlerden açıkça anlaşılan, kapitalizme can veren beslenme damarlarının tıkandığı ve girmiş olduğu komadan leşinin çıkacağına ilişkin paniktir. Burjuvazinin kâbusu olan sınıf mücadelesinden duyulan korkusu, kapitalizmin tarihinin hiçbir döneminde bu kadar ustaca ve ironik olarak dile getirilmemiştir. Aslında, sınıf mücadelesinin varlığını ortadan kaldırmasının kâbusunu gören, korkudan ödü patlamasına rağmen mezarlıktan geçerken ıslık çalanların, korku ve panikten sıtmaya tutulmuş gibi titremesini manipüle etmek için kendinden emin olanların “rahatlığı” içinde, sözcüleri Huntigton ve Fukuyamanının nağmelerinin “göklere çıkardığı” küresel kapitalizmin anatomik yapısına ve insanlığa getirdiği yıkımlara yakından bakılmalıdır. Uygarlık adına etnik, dinsel ve kültürel çatışmaları körükleyen kapitalizm, bu durum geçici de olsa şimdilik amacına ulaşmış sayılacaktır. Küresel kapitalizmin bu iki sözcüyü sahaya sürmesi tesadüf ve rastgele değildir. Nitekim ölü evinde mutluluk nameleri okuyan kapitalizmin, liberal denen tayfaları sözcüleri olarak, kitleleri yönlendirme ve bilinç sapıtma aracı olarak devletin etkin ve etkili, yazılı ve görsel medya köşelerine yerleştirmesi, bu tayfaların da geniş çaplı parasal olanaklarla kitlelerin kapitalizme karşı yoğunlaşan tepkilerini pasifize etmeye yönelik ideolojik pasifikasyon faaliyetlerinin, küresel kapitalizm döneminde karşı devrimin en yoğun faaliyet alanı olduğu gözden kaçmamaktadır. Öyle ya, ağababaları Fukuyama, küresel kapitalizmin tarihin sonunu getirdiğini ilan ederken, ideolojilerin de sonunun geldiğini ilan etmemiş miydi?. Aşağıda küresel kapitalizmin sözcüsü Fukuyamanın sonunu getirdiği “ ideoloji” yerine küresel kapitalizmin neyi ikame ettiğini açıklamaya çalışalım.
Daha önceki bölümlerde kapitalizm/ devlet ilişkileri irdelenmiştir. Burjuvazi, egemenliğini ilan ederken, kapitalizm öncesi toplumsal yaşam biçimini şekillendiren feodal değer yargılarını alt ederek, kendi değer yargılarıyla toplumsal yaşam biçimine yeni bir yön vermiştir. Feodalizmin toplumsal yaşam biçimini şekillendiren en temel paradigması dindir. Feodalizmin iktidarını sürdürmek için dinin bütün toplumda yaşam biçimi ve değer yargısı olarak dine ihtiyacı vardır. Feodal devletin hükümranı kral ya da prens tanrının gölgesidir. Dine karşı gelmek tanrıya karşı gelmektir, dolayısıyla tanrının yeryüzündeki temsilcisi hükümrana karşı gelmektir. Din aynı zamanda örgütlü kitlesel bir denetim alanıdır. Hıristiyan dünyada kiliseler, papazlar ve diğer dinsel ögeler hükümranın iktidarı adına kitleleri denetlemek, karşı gelenleri de “ âlemi ibret” için cezalandırmak yetkisine sahiptirler. Hıristiyanlığın dışındaki diğer dinsel inanışlar, Müslüman ve Yahudi dünyasında da durum farklı değildir. Din, kapitalizm öncesi feodal düzeni ayakta tutan yapının kolon direkleridir.
Burjuvazi, feodalizmi alt ederken onu salt iktidardan uzaklaştırmakla kalmayacak, kültürel altyapısını oluşturan değer yargılarını da hedef tahtasına koyacaktır. Burjuvazinin henüz filizlendiği Rönesans ve reform hareketleriyle başlayan laisizm, bilim ve sanatı toplumsal yaşamın merkezine yerleştirme hareketleri uzun dönem devam edecek, burjuvazi dinin toplum üzerindeki etkisini silip atmak için kiliseye karşı yüz yılları bulan savaşı başlatacaktır. Nihayetinde dini, kiliseye hapsederek toplum üzerindeki etkisini ortadan kaldıracaktır. Feodalitenin göksel iktidarını yeryüzüne indirmekle kalmayacak, dinin “kul” saydıkları yurttaş olarak toplum yaşamına katılacak, kölelik yasaklanacak, soyut da olsa bireyler toplumda “ özgür yurttaşlar” yer alacaktır. Toplumsal gelişmenin engeli dinsel dogmaların yerini bilim ve sanat alacaktır. Bu dönem burjuvazinin ekonomik, siyasal ve kültürel olarak devrimci sıfatla tarih sahnesinde yerini aldığı dönemdir. Burjuvazinin feodal gericiliği alt etmesinin gerekçesi gerçekten “ demokrat” olması mıdır?. Bu nitelemeye katılmadığımızı belirtmeliyiz. Feodaliteden iktidarı devralmıştır, ancak iktidar olmak üst yapıya sahip olmakla eş değer değildir. Gerçek iktidar, toplumsal yaşamı kendi değer yargılarıyla bütünleştirmektir. Bu nedenle de feodalitenin toplumsal temelinin kırılması için burjuva değerlere saldırmak, onun toplum yaşamındaki etkisini ortadan kaldırması gerekliydi. Yani, feodal değer yargılarına saldırmasının ve toplumsal etkisini ortadan kaldırmasının gerekçesi kendi iktidarının toplumsal temelini kurmak içindir. Bunun içindir ki bu dönem burjuvazisinin aynadaki görüntüsü eşitlikçi, özgürlükçü ve demokrattır. Ancak görüntü sanaldır, ele geçirdiği siyasal iktidarlar bir süre sonra gericileşecek, aynanın sırı dökülecek ve gerçek yüzünü gösterecektir.
Toplumda etkin olan dine ve dini değerleri kiliseye hapseden burjuvazinin, çöpe attığı değerleri geri çağırması, ondan medet umması gecikmeyecektir. Burjuvazinin “ilerici, devrimci, özgürlükçü” kimlikle sahneye çıktığı kapitalizmin rekabetçi dönemi çabuk bitecek, tekelci aşamaya geçişle birlikte, rekabetçi dönem kapitalizminde “ kendiliğinden sınıf” olan işçi sınıfının, tekelci kapitalizm dönemine geçişle “öğrenmiş, kendisi için sınıf” bilincine kavuşmasıyla sınıf mücadelesinin de etki alanı genişleyecek, şiddeti artacaktır. Gerek fiili sınıf hareketinin içinde yer alan dinsel ögeleri ağır basan işçilerin gerekse sınıf hareketine destek olan diğer halk katmanlarının sınıf hareketiyle bağlarının koparılması ya da zayıflatılması amacıyla din adına “ kutsal Hristiyan değerler” kapatılmış olduğu hücrelerden çıkarılarak yeniden denetime tabi olarak toplumsal yaşamda yer almaya başlamıştır. Burjuvazi, her iki paylaşım savaşında da dini ajitatif bir etmen alarak kullanmış, savaşta ölen askerlerin tanrının cennetine gideceğine ilişkin meydanlarda vaazlar verilmeye başlamıştır. Din, yeniden kendisini çöpe süpüren burjuvazi için cankurtaran simidi olmaya başlamıştır. Tekelci kapitalizm döneminde din, toplumsal etkinliğini artırarak sürdürecektir. Küresel kapitalizm aşamasına geçilirken emperyalist/ kapitalizm dinin “kutsiyetindeki hikmeti” öylesine derinden keşfetmiştir ki, merkez kapitalist ülkelerde dinin toplumsal etki alanı genişlemekle kalmayacak, özellikle 1980’li yıllarda SSCB ye karşı “yeşil kuşak” olarak adlandırılan Müslüman ülkelerde radikal İslamcıları örgütleyerek Müslüman ülkelerdeki SSCB’nin desteğine sahip ilerici Müslüman ülke iktidarlarına karşı koçbaşı olarak ile sürecektir. Afganistan’da Taliban, El Kaide gibi radikal İslamcı örgütlerin yaratılması bu döneme rastlamaktadır. Nitekim ilerici Necibullah ve Babrak Karmal yönetimlerinin devrilmesi, kapitalizmin bu radikal İslamcı gerici örgütleri finans ve lojistik desteği ile mümkün olmuştur. Ancak, radikal İslamcı örgütlerin Hristiyan batıya cephe almalarıyla taktik değiştiren emperyalist kapitalizm bu kez, geri bıraktırılmış bağımlı ülkelerde “ılımlı İslam” olarak adlandırdığı unsurlardan iktidar devşirme yoluna gidecektir.
Küreselleşen kapitalizm geri bıraktırılmış ülkeleri kapitalizmin uygun ve dizayn edilmiş pazarı olarak ve kapitalizmin önündeki bütün engelleri kaldırmaya yönelik Orta Doğuda kümelenen ülkelere en uygun rejimin “siyasal islam” olduğu fetvasını vaaz ederken kitleleri dinsel ögelerle kışkırtmayı iş edinmiştir. Küresel kapitalizmin CİA istasyon şefleri, ABD-AB’nin temsilcileri, diplomat görünümlü istihbaratçıları, az çok laisizmin toplumsal yaşam biçimi olduğu geri bıraktırılmış, bağımlı ülkeler için, siyasal İslamcı iktidar ihaleleri açmışlardır. Elbette özlenen böyle bir iktidarın görevi özelleştirmeler adı altında ülkenin tekellerin sömürüsüne terk edilmesidir. Orta Doğunun Baas kökenli, ulusalcı iktidarları – kendi içinde demokrat mı despot mu olduğu tartışması bu yazının konusu dışındadır- kapitalizmin dikensiz gül bahçesi olma iştahına olumlu cevap vermedikleri için küresel kapitalizm tarafından desteklenen dinci örgütlerin hedefi olmuş, Irak, Suriye gibi ülkelerde iktidarda olan Baasçı gelenek emperyalizm destekli dinci örgütlerin hedefi olmuştur. Savaşın sonucu önüne geçilemeyen, kadın erkek, yaşlı genç, çoluk çocuk oradan oraya savrulan, göçmenler sorununu ortaya çıkacaktır.
Kapitalizm sürecinde faşist hareketlerin gelişimi irdelenecektir. Bir taraftan faşist örgütlenmelere değinilirken özellikle küresel kapitalizmin ırkçı faşistlerle radikal dincileri aynı çatı altında birleştirerek açık ve aleni kitlesel tabanı olarak birleştirdiğinin dikkate değer olduğunu düşünmekteyiz.
Yukarıda değinilen Huntinton ve Fukuyama ikilisinin, küresel kapitalizm döneminde sınıf mücadelesini yadsıyarak uygarlık adına neden dinsel ve etnik farklılıkları vaaz ettikleri sanırım anlaşılmıştır.