Ulusal Kapitalizmden Küresel Kapitalizme-29

-DEMOKRASİDEN FAŞİZME-

2-TEKELCİ KAPİTALİZM DÖNEMİNDE DEVLET

Kapitalizmin ruhu bunalımdır. Hastalığın, toplumun tüm kesimlerinde hissedilebilmesi, kokuşmuşluğun ortaya çıkmaması için tekelci kapitalizm döneminin beklenmesi gerekirdi.

Kapitalizm sermaye birikimini tamamlamıştır. Şişen sermaye birikimin yoğunluğu ile orantılı pazarlara ihtiyaç duyar. Oysa tekelci aşamaya geçilmesiyle birlikte egemen kapitalist ülkeler tarafından dünya pazarları paylaşılmıştır. Sermaye birikim sürecini geç tamamlayan Almanya ve İtalya’nın Pazar paylaşımının yeniden bölüşümünü gündeme taşımalarıyla birlikte 1. Paylaşım savaşı patlak verecektir. Bir başka ifadeyle emperyalistler arasındaki çelişkinin şiddeti, çelişkinin ancak savaşla çözülebileceği keskinliktedir. 1. Paylaşım savaşı çelişkilerin çözümü yerine sermayenin bunalımını ağırlaştıracaktır. Savaşın çatlaklarından Sovyet devrimi doğacak, dünyanın altıda biri kapitalist pazarın dışına çıktığı gibi, merkez kapitalist ülkelerde işçi sınıfının ve sömürge ülke halklarında “kapitalizmin yenilebileceği” olgusunu ve moral gücünü yaratmıştır.  Bu moral gücün de ivmesiyle yükselen örgütlü işçi sınıfı mücadeleleri kapitalizm açısından ciddi bir tehdit ve tedirginlik kaynağı olmuştur. Bu süreçle birlikte devlet giderek kamu hizmetlerinden uzaklaşmış, toplumsal/kamusal hizmetlere ayrılan paylar tekellerin kasalarına gitmeye başlamıştır. Bunun açık anlamı şudur: Rekabetçi kapitalizm döneminde sömürü işçi sınıfı üzerinden ve artı değer ile sınırlıyken bu dönemde bir yandan merkez kapitalist ülkelerde tüm halk kesimlerinden-küçük ve orta burjuvazi, köylülük, esnaf ve zanaatkârlar vs.-, diğer taraftan sömürge ülkeler halklarından tekelci kapitalizme yoğun değer transferleri gerçekleşecektir. Yani bu dönemle birlikte burjuvazinin sömürüsü işçi sınıfı üzerinden sağlanan artı değer sömürüsünü aşmış, tüm halkı sömürü çemberine almıştır. Bu durum geniş kitlelerin kapitalizme karşı tavır almasının ve işçi sınıfının doğal müttefikleri durumuna gelmesinin doğal sonucudur. Burjuva devlet bu duruma uygun olarak yeniden yapılandırılacak, kazanılan temel haklara saldırılar başlayacaktır. Devlet, “kamusal hizmet” işlevi yerine getiren “herkesin devleti” konumundan, kapitalizmin geleceğini güvenceye alan ve  sermayenin bekasına programlanan, yönetimde “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” yerine “ ben ne diyorsam onu yapacaksın” despotluğuna ulaşan bir yıldırma ve sindirme aracına dönüşmüştür. Bu dönemle birlikte liberalizm de sona ermiştir. Sınıf mücadelelerinin çatışmalı ortamlarında taraflar birbirlerine karşı gardlarını almış durumdadır. İşin doğası gereği de artık devletten “Demokrasiye saygı” ya “ Demokratlık”  beklenemez. Ne Kapitalizm rekabetçi dönemin serbestisi içinde hareket edebiliyor, ne de burjuvazi artık demokrasiye bağlı, demokratik değerlere saygılı eski burjuvazidir. O dönem yaşandı, bitti. Kapitalizmin tekelleşmesiylegericileşmesi yalnızca üretici güçlerin gelişiminin frenlenmesi olarak açıklanamaz. Tekelcilik olgusuyla birlikte politik/siyasal, kültürel ve felsefi anlamda da gericileşmesi, yönetimde havucun yerini sopanın almasıdır. İlerici kimliğe sahip olduğu dönemde feodalizmin din, ahlak gibi üst yapı kurumlarına saldıran burjuvazi tekelci dönemle birlikte geniş kitlelerin muhalefetine karşı feodal kalıntılarla ittifaka girmiş, gerici anlayışların da koruyucusu, yaygınlaştırıcısı olmuştur. Zor, yönetimin meşru biçimi olarak dayatılmıştır. Bunalımlarının ağırlaştığı, kriz dönemlerinde kitle mücadelelerinin bastırılması devletin resmi zor güçlerinin yanında oluşturulan, donatılan, eğitilen ve lojistik destek verilen “mafyatik” karanlık örgütlerin “devletin yardımcı güçleri olarak” piyasaya sürülmesi bu dönemle başlayacaktır ve devamı gelecektir. Özellikle İtalyan Faşizminin kara gömleklileri, Alman faşizminin kitlesel saldırı ve pasifikasyon türü örgütlenmeleri, savaş sonrası kapitalizmin uğradığı sektenin tamiri için tüm kapitalist devletlerin onayıyla ve yasallık kılıfıyla donatılarak tüm kapitalist sistemi kapsayan ve tüm sistemin sistem dışı güçlere karşı korunmasını amaçlayan uluslararası karşı devrimci kontra türü örgütler oluşturulmuştur. İlk akla gelen NATO’ dur. Latin Amerika’da oldukça yaygın olan ve bizzat devlet tarafından örgütlenip silahlandırılarak halkın üzerine salınan cinayet örgütleri sivil faşist militarist örgütlenmeleri de bu kapsamda değerlendirmek yerinde olacaktır. Sırası gelmişken değinelim. Türkiye’nin “SSCB ye karşı ileri karakol” olarak NATO’ya girdiği 1950 yıllardan birkaç yıl sonra Türkçü/İslamcı faşistlerin Komünizme karşı mücadele derneklerinin, ülkü ocakları gibi klasik faşist milis örgütlenmelerinin NATO’ya giriş tarihinden hemen sonraya gelmesi asla tesadüf değildir. Her iki karşı devrimci gerici yapılanmaların kimliği ilericilerin, devrimcilerin katledilmesiyle oluşmuştur. Her iki karşı devrimci örgüt devlet desteklidir. NATO’nun kendisi görev alanını  “kapitalist batıyı Sovyet tehdidine karşı korumak olarak” tanımlamaktadır. NATO üyesi her ülkede bu “ komünizme karşı” oluşturulan her türlü kirli ve karanlık oluşumların, bu oluşumlarda yer alan birkaç kıçı kırık soytarının marifeti olarak düşünmek saflıktır. O yıllardan başlamak üzere gerek İslamcıların, gerekse klasik faşistlerin “devletin ayrıcalıklı yardımcıları” olarak, devlet desteği ve devletin bilgisi dahilinde silahlanmaları, ordu ve polis için koruyucu hamiler edinmeleri bu kapsamda değerlendirilmelidir ve bu süreç, yani sivil militarist güçler oluşturma süreci farklı görünümler altında devam edecektir, karşı devrimin buna ihtiyacı vardır. Bu gün gündem oluşturan siyasal İslamcı tarikatların devlet desteğinde gelişip güçlendikleri sır filan da değildir. İktidar çatışması başlayınca düşman kampta yer alanlar birbirlerini yıllardır biliyorlardı ve birbirlerinin “sol” a karşı dayanışma dostları, ilericilerin, solun ve sosyalistlerin ise yeminli düşmanlarıydılar. Yine, faşist saldırılara karşı devrimcilerin meşru müdafaasını meşhur “külyutmaz” kanaat önderlerinin toplumda oluşturdukları algı “ her iki kesim de kullanıldı” bayağılığının yaratılması güler yüzlü ve sinsi bir karşı devrimci propagandadır. Her iki tarafın da doğası gereği, devrimciler kurulu düzene karşı mücadele ederler ve onun zor güçleriyle karşı karşıya gelirler. Bu açıdan kurulu düzene karşı cepheden tavır alırlar. Oysa siyasal İslamcılar olsun, klasik faşist örgütlenmeler olsun bizzat kurulu düzen tarafından ilerici kitlesel mücadelelerin bastırılması için özel olarak örgütlendirilir, eğitilir ve silahlandırılır.

Kapitalizmin bu saldırılarının gerek Ulusal Kurtuluş mücadelesi verilen ülkelerde, gerekse merkez kapitalist ülkelerde kitlesel hareketlerin ve devrimci mücadelelerin bastırılmasında profesyonel olarak eğitilmiş fiziki ve psikolojik işkencecilerin NATO bünyesinde oluşturulan “Kontr gerilla” tarafından eğitilip yetiştirildiği kapitalizmin bir sırrı olmaktan çıkmış, alenileşmiştir. Bir sonraki bölümde üzerinde durulacak olan küresel kapitalizm döneminde devletin dönüşümünü ifade eden “ ordu ile polisin” görevlerine ilişkin rütbe farklarının dışında başkaca farklarının kalmadığı ve sınıf mücadelelerinin bastırılmasının zor gücü olarak kullanılmasına”bu dönemde başlanacaktır.  Rekabetçi kapitalizm döneminde sermayenin birikim sürecini gerçekleştirdiği ulus devletin sınırlarını diğer kapitalist ülkelere karşı korumakla yani dış görevle görevli olan Ordu iken, iktidarın ülke içi devrimci güçlere karşı koruma/ güvenlik örgütü ise polistir. Farklılık sadece kullandıkları silahlarda ve rütbelerinin farklılığında değil, görevleri de farklıdır.  Bu “görev” farklılığı tekelci kapitalizm döneminde aşınarak birbirine yaklaşacak ve ağırlıklı olarak ordu da ülke içinde burjuva iktidarları tehdit eden devrimci güçlere karşı “zor” gücü olarak kullanılmaya başlanacaktır. Küresel kapitalizm döneminde ise bu göreceli farklılık da ortadan kalkacak, her iki güç te sınıf mücadelesinin ve ilerici kitlesel hareketlerin bastırılmasının zor gücü olacaktır.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.