-DEMOKRASİDEN FAŞİZME-
21. yüzyıl başlarında Avrupa’nın imrenilecek demokrasileri çok değil yirmi beş-otuz yıl öncesinin nostaljisi ile avunuyorlar. Balayının bittiğini, cicim aylarının geride kaldığını Avrupa halklarından sır sıklar gibi saklıyorlar. Onlara, refah, kalkınma ve özgürlük vaat ediyorlar. Başkaca hiçbir veriye gerek kalmaksızın Avrupa’nın kent ve kasaba halkları “bir şeylerin hiç de iyiye gitmediğini”, ancak neyi nasıl yapacaklarınıda bilmeden günlük pratik içinde yaşayarak öğreniyorlar. Genç ve eğitimli kesim içindeki işsizlik oranı artıyor, işçi ve memurların sosyal hakları birer birer geri alınıyor, emeklilerin alım güçleri sürekli düşüş gösteriyor. Kapitalist dünyanın, Asya’da ve orta Doğuda ilerici güçlere ve Sovyet etkinliğine karşı adeta vahşet laboratuvarında imal ettiği, eğitip donattığı, kullanılmaya müsait İŞİD, El Kaide v.b Radikal İslamcılar canlı bomba eylemleriyle Avrupa halkının can güvenliğini tehdit ediyor. Kapitalizm kendi yarattığı canavarın saldırganlığını bahane ederek güvenlik önlemleri adı altında polisiye tedbirlerle alışılagelen özgürlük ortamını buduyor.
Kapitalizmin/kapitalistlerin eni bildiği şeylerden birisi de, sebebi olduğu olumsuzluğun sonuçlarından kendi mağduriyetini yaratması ve kitleleri buna inandırmasıdır. Küresel kapitalizmin vaat ettiği 21, yüzyılın “ekonomik gelişme ve özgürlük” çağı olacağına ilişkin kehaneti, nasıl oldu da yer küre kapitalizmin gelişmiş merkezlerinden dünyanın en yoksul, gelişmemiş ülkelerine kadar otokoratik ve despot görünümlü faşizmin kitlesellik kazandığı bir arenaya dönüşmüştür. “Müesses nizamlara” küfür ederek deşarj olmanın değme muhaliflik sayıldığı tepkiler de sakın küresel kapitalizmin ideologlarının “hoşnutsuz kitlelerin örgütlü mücadelelerinin kaçınılmazlığının” önüne geçilmesi için bir “gaz alma” icadı olmasın?…Ya da gösteriş, afi, cakayla bir gösteri arenasında “kendini tatmin aracı” olmasın? Kitlesel hareketlerin suskunluk dönemleri, bireysel gösterilerin örgütsüz kitleler nezdinde “gösteriş kahramanlarının sahne aldığı dönemlerdir. Shakespeare/Şekspirin “ Danimarka krallığında kokuşmuş bir şeyler var” tiradı tam da bu dönemler için söylenmiş olmalı…Sebepleri sorgulayarak çözüme ilişkin yollar aramak yerine Kapitalizmin arsızlığını “çapsız, görgüsüz, zalim yönetici bireylerin” iradesine indirgemek tam da kapitalizmin istediği “muhalif olma” seçeneklerinden “küfür ve hakaret etme” seçeneğinin işaretlenmesidir. Buyurun bay muhalifler, sizin küfür ve hakaretinizle deprem olur,kitleler akın akın sokaklara iner kapitalizm sallanır, denizler yükselir, tsunami küresel şirketleri yutar, kâbus biter… Tarihin başka bir türünü kaydetmediği dünya devrimci hareketinde tek çözücü/çözüm unsuru işçi sınıfının önderliğinde ayağa kalkmış sınıf bilinçli kitle hareketleridir. Kapitalizmin yozlaştırma unsurunun tek panzehiri de budur. “Nasıl yapmalı” sorusunun cevabını kapitalizmin çok yönlü, girift ilişkilerinin analizinden ulaşılacak veriler bağlamında bu ilişki ve çelişkilerin çözücü unsuru işçi sınıfın örgütlü mücadelesini inşa etmenin yollarını aramaktan geçer…
Herkes muhalif… Ünlü hekim Lokman hekimin eczanesinin önündeki tabelaya yazdığı gibi “ ne ararsan bulunur, derde devadan gayri”… Bu renk cümbüşü muhalefetin içinde neler yok ki… Her türden mevcut muhalifliğimiz için de ne yazık ki “ derde deva öneren bir muhalefet de yok”… Muhalifmiş gibi görünen bütün muhaliflerimizin aşağı yukarı hemfikir olduğu tek söylem “ kitlesellik”… Gel gör ki bu “muhaliflere göre amaçlar aynı da rivayetler muhtelif… Rivayeti muhtelif olanların amaçları da aynı olamaz… Tilki kurnazlığını yerseniz buyurun sofraya… Muhaliflerimizden “liberaller” “başörtüsü, türban” konulu kitlesel Cuma namazı çıkışı kitlesel gösterileri “ oh ne ala, kadınlar özgürleşiyor” zevzekliği ile alkışlamışlar, alkışlamanın ötesinde can hıraş destek olmuşlardı… Liberallere göre bu tür gösteriler “kadınların özgürleşmesine ilişkin “bir hak arayışı” gösterileriydi… Hızlarını alamamışlar, siyasal İslam’ın iktidar olmasında yaman “muhaliflikleriyle” kapitalizmin iktidara hazırladığı siyasal İslam’ın “demokrasi vaadiyle” iktidar olmasında eksiksiz desteklerini “yetmez ama evet” cömertliği ile kusursuz biçimde sunmuşlardır. Siyasal İslamcı iktidar liberallerin doldurduğu boşluğu kendi öz kadrolarıyla doldurduktan sonra bu unsurlara da muhalifliklerini devam ettirme alanı olarak cezaevlerini göstermişlerdir. Şimdi siyasal İslam’ın iktidar olmasında kazanılan kitlesel desteğe “ kitle eylemi” mi denilecektir. Bu muhalif renk cümbüşlerinden kayda değer bir diğeri de tez ve anti tez gibi “ulusalcılar” ile “etnikçilerdir”. Her iki kesiminde kapitalizmle bir sorunları yoktur. Berbat bir yemeği makul göstermek için belki biraz sos… Biraz yoksulluk, biraz taverna müziği… Kapitalizmi hedeflemeden bağımsızlık, ekonomik gelişme, siyasal ve sosyal demokrasi… Üretilen reçeteler kansere aspirin tedavisinde öteye gitmeyecektir. Burjuvazi yaşam miadını çoktan doldurdu, sağlıklı yaşam döneminin yönetme biçimi demokrasi treni çoktan raydan çıktı, bunalımlar krizlere dönüştü… Kalkınma, gelişme, demokrasi kapitalizmin tarihinin belli bir kesitine özgüdür, ilelebet ve sürgit değildir. Artık açıkça yönetemiyor. Kalp atışlarının teklediği, ancak henüz ölümcül evresini yaşamadığı dönemlerde “idare edebilecek kadar kudrete” sahip olduğu dönemlerde bir parmak bal ile kitlelerin rızasını alabildiği dönemler geride kaldı ve tarihin kendini bildi bileli kendini hiç ama hiç tekrarlamadı… İleri, hep ileri… Tarihin şaşmaz pusulası hep bu oldu… Ulusçuluk/ulusalcılık mı?… Buyurun kapitalizmin küreselleşmesine kadar olan evresine… En ulusçu, en ulusalcı kim, burjuvazi… Ulusal sınırlar baki, o ulusu oluşturan etnik kimlik kutsal… Hitlerin “ari ırkı” Hitlerin şizofrenik manyaklığı ile açıklanabilir mi? Bugün, 2018 yılının son mevsiminde yaşanan kriz, iktidardaki partinin hezeyanlarıyla açıklanabilir mi?. Peki ama 2002 yılında DSP iktidarında patlak veren kriz nasıl açıklanacak?… Bilindiği gibi krizi yaratan emperyalist/Kapitalizm krizden çıkış reçetesini de yazmış, Dünya Bankasının gözde elemanı Kemal Dervişi krizi çözmekle görevlendirmişti. Krizin faturası halk sınıflarının üzerine yıkılmış, geniş yığınlar işsizlik ve pahalılık sefaletinin içine itilmişti. Bugün yaşanan kriz için de gerekçeli sebep ABD li papazın tutukluğu nedeniyle ABD nin “hasmane”düşmanlığına bağlanmış, sonra da bu sebepten geri dönülmüştü… Bu gün yaşanan krize ilişkin CHP nin hazırladığı “ulusalcı” ekonomik paketin krizin üstesinden geleceğine ilişkin topluma enjekte edilmeye çalışılan umut kök salmıyor, bir türlü tutmuyor. AKP iktidarı ise krizin çözümü için Kapitalizmin meşhur akıl hocası Mc Kisneyi davet ediyor… Ne DSP iktidarından ne AKP den krizin sebebinin kapitalizm olduğuna ilişkin bir işaret yoktur, beklenemez de… Kapitalizmin kriz ve bunalımlarının yükünü omuzlamaya hazır bir tek toplumsal kesim vardır: emeği ile geçinen geniş halk yığınları… Bu kadar da değil… Kapitalizmin tekelleşmesi, kriz dönemlerinde yutulan daha zayıf işletmelerin büyük şirketlerce gasledilmesidir. Her krizde yutulan küçük/orta işletmeler kapitalizmin tekellerinin birer ahtapot kolu haline gelmiştir. Dolayısıyla krizin vurduğu diğer bir kesim şimdiye değin kapitalizmin vurgun sofrasından beslenen, şimdiye değin bir şekilde varlığını sürdüren küçük/orta işletmelerle, esnaf ve zanaatkârlar da kapitalizmin krizinden nasibini alan kesimlerdir. Şimdi sorun şu: Krizin ayrım yapmaksızın hedefinde olan ve bütün siyasal partilerin kendilerine oy veren, asıl sebep kapitalizmi görmeden kimisinin krize sebep papazı suçlu ilan ederek oy verdiği partiye destek ilan eden, kimisinin CHP nin hazırladığı ekonomik reçetelere bel bağlayan, kimimin sorunu etnik soruna indirgeyen, ancak bütün bu partilerin tabanlarını ayrım gözetmeksizin daha da yoksullaştıracak, işsiz bırakacak krize karşı, krizin asıl sebebi kapitalizmi göremeyen/gösterilmeyen tepkilerini de “ kitlesel eylem” sayacak mıyız?….
Ya da çözücü kitlesel eylemin olmazsa olmaz koşulu sınıf bilincinin işçisınıfının örgütlülüğüyle maddeleşmiş halini mi anlayacağız…