Utanç

Tepeden tırnağa edebi, sanatsal kaygı dışında başkaca hiçbir anlam ve amaç taşımayan bir yazı yazmak, şöyle “yazma” eylemine benceğiz gibi kıyısından köşesinden bulaşmış birinin hep hayal ettiği, ne çare  vuslatın hep bir başka bahara kaldığı, bir türlü ulaşılamayan, fani ömrünü  uzaktaki sevgiliye ram eden biçarelerin düşü olagelmiştir. Kaç kezdir düşünmüşümdür, Volter’in ” yazmak, kötü yola düşmektir” demesinin içeriği bu mudur diye.

Yazacağınız yazının çatısını, içeriğini günler öncesinden kurgulamışsınızdır, sıcak, buram buram hayat kokan, canlı cansız bütün varlıkların kendilerini  kocaman bir gövdenin parçaları olarak kabul ettiği, gövdenin bir parçasının acısının bütün gövdenin acısı, sevincinin bütün gövdenin sevinci olduğu, bütün gezegenlerin kardeş kapısı, bütün sofraların ortak olduğu  bir dünyaya ait yazı yazacaksınızdır, hani “altın bulsanız bu kadar heyecanlanmayacağınız” bir şey bulmuşsunuzdur ve bunu hemen yazıya dökmek için, her nerede iseniz her şeyi bir kenara bırakıp kâğıda kaleme sarılırsınız.

 

İhtiyacınız sadece bir kalem bir kâğıttır. Uzaktaki sevgili ayan beyan burnunuzun dibindedir, bir ömrün bütün zamanlarıdır beklediğiniz ve nihayet işte o karşınızdadır. Ahde vefaya inanırsınız, kadirşinassınızdır da. Bu yolda gelip geçenleri şükranla yâd edersiniz, onlar içinizdedir, yanı başınızdadır, acılarınızın ve sevinçlerinizin ortağıdır. Işıkları, zifiri karanlıklarda güneşiniz olur. Onlardan ne çok şey öğrenmişsinizdir, ne çok şey borçlusunuzdur onlara. Birbirini boğazlayan ve bunu yaşamın “olmazsa olmazı” sayan bir ilkelliğin üstüne düşen ilk ışık onlardır ve ilk tepkiniz şaşkınlık olur. “Nasıl olur, böyle bir dünya olası mıdır?”. İtiraf edeyim bu resim şimdiye değin hiç görmediğiniz, göz kamaştırıcı, zemheri ayazında içinizi ısıtan Temmuz güneşi kadar da sıcaktır sıcak olmasına da, böyle bir yaşamın araç gereci var mıdır, nereden bulunur, böyle harika bir resmi resmedecek ressamlar bu yaşamın içinde var mıdır, ulaşılması imkansız bir düşün romantizmi midir yoksa…. Çocukluğunuz hep “cennetteki yaşam”ın öykülerini dinlemekle geçmiştir ama, cennet öbür dünyaya aitti. Oysa, nefes aldığınız yaşamda cennetin mümkün olduğunu size onlar öğretmişlerdi o gülen yüzleriyle. Anlattıkları ne güzel şeylerdi. Diyorlardı ki, yeryüzü herkese yeter, herkes yokluk ve yoksulluktan, ezilip horlanmaktan, itilip kakılmaktan kurtulur, kimse kimsenin buyruğunda olmaz, cehalet yenilir, yoksulların oyun yaşındaki çocukları kaportacıda, boyacıda çıraklık etmez, zenginlerin mallarının çobanı olmazlar, okula giderler, oyun oynarlar.  “Bu kader değildir.” diyorlardı yani. “Dünyanın bir çok ülkesi bu asalakları, keneleri  etlerinden söküp atmak için uğraş veriyor, mücadele ediyor…” Çocukluktan ilk gençliğe geçiş çağınızda  kanınıza işleyen bölük pörçük izdüşümlerdir bunlar.. Sonrası gelir, ışığı takip edersiniz. Göle atılan taşın oluşturduğu iç içe halkalar gibi açılır beyniniz, aklınız… Nedenleri niçinleri  anlamaya çalışırsınız, sis perdeleri aralanır yavaş yavaş… “Sınıf” ve “sınıf mücadelesi” kavramı, bütün çelişkilerin ve çatışmaların açıklanmasında rehberiniz olur. Zaman zaman aynaya bakar gülümsersiniz… Bu gerçekten siz misiniz? Cangıl ortamında en sıradan çıkarı için, değil sana santim kadar  uzaklığı olan yaşıtlarının, en yakın arkadaşının , kardeşinin, boğazına sarılan o insan gerçekten siz misiniz?… Daha demin yatılıda birlikte okuduğunuz bir arkadaşınızın üşüdüğünde içi giden, sırtından kazağını çıkarıp ona giydiren o delikanlı şimdi aynada gördüğünüz aynı kişi mi?… Nerede okumuştunuz, belki pek hatırlamıyordunuz ama, “devrimcilik bütün yer yüzündeki zorbalığı ortadan kaldırmayı hedefleyen inanç ve iradedir” diye bir devrimcinin makalesini okumuştunuz ve makale hatırladığınıza göre “dünyayı değiştirmek isteyen devrimcinin değişimi kendinden başlar” diye bitmişti. Ve devrimcilerin okuduğu okulların en çalışkan, en kültürlü  öğrencileri olduklarını öğrenmiştiniz… İşte siz bir devrimciydiniz ve okuduğunuz okulun en çalışkan, en kültürlü öğrencisi olmak gibi ertelenemez bir göreviniz vardı… Değişimi nasıl da hissetmeye başlamıştınız kendinizde… Dört elle derslerinize sarılmış, “kahvehaneye kaçma örgütçüsü” olan siz kahveye gitme alışkanlığınızı hemen terk edip arka arkaya ciltler dolusu kitapları devirmeye başlamıştınız. O çok sevgili hocalarınızla felsefe, ekonomi politik tartışır olmuştunuz… Onlar sizi yüreklendirmişti ve elbette onlara teşekkür borçluydunuz ama en çok, o sizin yakın köylü “ağabeyin” gelişini beklemiştiniz sabırsızlıkla… Ufak tefek biriydi… Saçları dökülmüş, kel, cılız biri… Onunla görüşmeniz epeyce “iş” açmıştı başınıza… Kasabanın kodamanları onu hiç sevmezdi, bunun dedikodusu kulağınıza geldikçe o şiş göbeklilerden nefret eder olmuştunuz… Bir de onu polisin aradığını duymuştunuz… Polis niye arardı ki bu kadar iyi bir insanı… Bir gün dayanamayıp sormuştunuz. ” Sizi polisin aradığı söyleniyor” diye… Gülümseyerek yüzünüze bakmıştı. ” Korkuyor musun benimle konuşmaktan”. İçtenlikle “hayır korkmuyorum, ama merak ettim sizin gibi iyi bir insanı polis neden arıyor” diye… Gözlerinden hiç eksik etmediği o gülümseyişiyle ” bütün dünyanın polisi devrimcileri arar, çünkü görevleri düzeni korumaktır, düzenin yıkılmasına  göz yummazlar… Eee, sen düzeni değiştirmeye kalkarsan seni de ararlar bir gün demişti”… Sahiden sizi de ararlar mıydı? Şimdilik uzak bir olasılıktı… Hem canım, okulunuzda birinciydiniz, bilgi yarışmalarında okulu siz temsil ediyordunuz, çevre liseleri ile olan bilgi yarışmalarında elemediğiniz lise kalmamıştı… Hatta, öğrencilere buz gibi bakan o öğretmen bile size ” evladım, bunları ben bile bilmiyorum, sen nereden öğrendin” demişti de, hiçbir öğrenci ile konuşmayan o öğretmenin seninle ilgilenmesi öğrenci-öğretmen herkesin dikkatini çekmişti, adeta okulda moda deyimle ” olay” olmuştu. Hem memleketin çalışkan insanlara ihtiyacı olduğunu başbakan bile söylememiş miydi?

Sizden önce söze o başlamıştı. ” Herkes seni çok seviyor, öğrenci arkadaşların, öğretmenlerin, herkes. Okulun birincisiymişsin, çok çalışkan olduğunu söylüyorlar. Buna çok seviniyorum” demişti. Hemen taşı gediğine koymuştunuz, biraz alay biraz gururla. ” Benim gibi çalışkan öğrenciyi polis neden arasın. Memleketin çalışkan insanlara ihtiyacı var”… Birden ciddileşmişti: “Evet demişti, çok doğru söyledin. Sömürücü sınıflar sizin bilginizi kendi sömürü düzeninin çarklarını döndürmek için kullanırlar, giderek onların kölesi olursunuz… En yakınınızdaki insanların bile boyunlarına kızgın sacayağı olarak kullanırlar sizi. Bilginizi yoksul halkın yaranına kullanmanız için öncelikle halkın yöneteceği bir düzenin kurulması gerekir. Biz işçi sınıfı iktidarının, sosyalizmin neferleri olarak daha çok okuyup, daha çok öğrenmeliyiz…” Konuşma epeyce uzun sürmüştü… Kavramlar, terimler, açıklamalar, örnekler… O görüşmenizde, proleterya, enternasyonalizm, Komünist parti, parti sanat ve edebiyatı, küçük burjuva-küçük burjuva aydını gibi kavramları dikkatinizi çekecek kadar  sık kullanmıştı… Konuşma bitince kafanızdan geçeni okumuş gibi ” sor bakalım” demişti ve hiç beklemeksizin sormuştunuz soracağınızı.  “Aydını anladım da, küçük burjuva aydını kimdir?” demiştiniz… Gözlerini uzağa dikip birkaç dakika  sabit bir noktaya bakakalmıştı. İç geçirerek ” ihanet çeteleri” demişti de başkaca açıklama yapmadan ” işim acele, yetişmem gerek” deyip kalkmış, size ” “derslerine iyi çalış, yine görüşeceğiz, geleceğim” deyip sizi kucaklamış ve ayrılmıştı… Onun her gelişini hep özlemle bekler olmuştunuz… Uzun süre hiç uğramamıştı… endişelenmiştiniz, ya başına bir şey gelmişse, yakalandı mı acaba! Derslerinize iyi çalışıyordunuz… ondan öğrendiğiniz boykotun ilk uygulamasını okuduğunuz yatılının kantininde gerçekleştirmiştiniz… “O” Öyle demişti,” devrimciler sayıca hep az olurlar ama bulundukları ortamda güçlü iradeleriyle yönlendirici, eylemci  olurlar”. Sabah kahvaltısında verilen süt tozunun Amerikan malı olduğunu ve geri kalmış ülke çocuklarının beyninin uyuşturulması için amerikanın süt tozunu özellikle bu ülkenin yoksul halk çocuklarına bedava dağıttığını öğrenmiştiniz. İki günlük bir hazırlıkla boykotu örgütlemiştiniz… Boykot günü sabah kahvaltısında dağıtmak için  parası olanlardan  para toplamış, o gün sizinle birlikte beş arkadaşınızla birlikte yemek hanenin kapısını tutmuş, kimseyi yemek haneye sokmamış ve süt kazanlarını devirmiştiniz… Yemekhanenin zemini süttozundan yapılma sütün rengini almış, bembeyaz olmuştu… ertesi gün siz dersteyken dolabınız aranmış, okuduğunuz kitaplara el konulmuş, okuldan ve yatılıdan atılmıştınız… arkasından polis sizi aramaya başlamış, savcılık hakkınızda soruşturma başlatmıştı… Valla bu yaşta iyi başlamıştınız… Kesintisiz otuz beş kırk yıl sürecek ve sizi bugünkü siz yapan serüvene de böylelikle ilk adımınızı atmıştınız…arkası da gelmişti tabi ki… Bu gün zaman zaman düşündüğünüzde kaç kez tutuklandığınızı net olarak çıkaramıyorsunuz bile… Ne çare artık okuyamazdınız, okul yaşamınız bitmişti… Zaten iki yıl önce babanız ölmüş, bütün dayanağınız yok olmuştu… O yaz, babanızın daha önceden nereden tanıdığını bilmediğiniz bir hanımefendi köyünüze gelmiş, sizin eğitiminizi üstlendiğini ve sizi kendinizin okutacağını söyleyerek başta siz herkesi şaşırtmıştı… Türkiye işçi Partisinin Milletvekili adayıymış… ” Köyde olsun, kasabada olsun, sizi bu hanımefendinin okutacağı haberi kulaktan kulağa yayılmıştı. ” Kadın Komünist” diyorlardı… Orta öğretiminizi bu hanımefendini desteği ile tamamlayıp, o sene Tıp Fakültesine kaydını yaptırmıştınız.. 12 Martın ezdiği devrimci hareket kıpırdanma içindeydi ve doktor olacak zaman da değildi… Birkaç ay sürmüştü tıp eğiminiz ve bırakmıştınız okulu… Derken, size epeydir uğramayan ” o ağabey” yakalanmış, çıplak ayak karın üstünde yürütmüşler, ayak parmakları donmuş ve kesmişler… Aylar süren işkencede “Nuh demişti de peygamber dememişti”. “Ser verip sır vermemişti”… “Hava kurşun gibi de ağırdı”… Öğrenciler okullarda, işçiler fabrikalarda direniş hattı oluşturmuş, meydanlar miting ve boykot alanıydı… Avcılar av köpeklerini sürüyordu devrimcilerin üzerine… Tek tek işçi ve çanakkale rus escort devrimci öğrencilerin öldürülmesi, toplu faşist katliamlara dönüşmeye başlamıştı. Hem o dönemin mirasından parsa topluyorlar, hem de 12 Mart dönemi devrimci hareketlerini  tartışıyorlardı köşe başlarını tutmuş kalemşorlar… “Anarşi, terör, falan filan”… “Sahibinin sesi” bu tür ” derin fikir adamlarının” utanmazlıklarını esenyurt escort artık daha iyice anlamaya başlamıştınız. ” İhanet çeteleri”… Alın size 2009 yılında, samimiyetini yaşamıyla ispatlamış ve üstelik kendisini de bu dönemin devrimcisi olarak lanse etmekten hala sıkılmayan bir “derin fikir adamının” fetvası… Hem de solda ” büyük buluşmayı sağlayıcıların” fetvacı başı… ” Mahir Çayanın MİT ile ilişkisi adana otele gelen escort vardı” herzesi. Biliyorum, yemezsiniz bu herzeyi, mideniz bulanır… Bilirsiniz, karşı devrimcilerin görevi; devrimci harekette kitlelerin güvenini kazanmış devrimcilerin, kitleler üzerindeki güvenini yok etmektir… Bütün bunları bilirsiniz de, bu türler  adına “utanç” duymaktan da kendinizi alamazsınız.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.