“Sistem AKP’yi iktidara taşırken eline iki kart vermiştir. Birincisi; ılımlı İslam kartı, ikincisi etnik kart. AKP ilk elde birinci kartın gereklerini yerine getirmiş, toplumsal yaşamı ılımlı İslam’a endeksli olarak dinselleştirmiştir. Şimdi sıra Kürt kartındadır. Bu iki kart AKP’ye Büyük orta Doğu projesinin Türkiye ayağını düzenlemek için iktidar kartı olarak verilmiştir. Bu nedenle biz gelinen noktanın “Kürt sorunu”nu çözmeyle ilişkisi olduğunu düşünenlerden değiliz. Kürt sorunu Emek-Sermaye çelişkisinin yoğunlaştığı bir alandır ve çözümü de Emek-Sermaye çelişkisinin çözümünün içindedir.”
Yukarıdaki alıntı, bu başlık altında Kitle dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayımlanan yazının bitiş paragrafıdır. Henüz sözüm ona “Kürt sorununun çözümü” konusunda “ılımlı islamın” iktidar partisi AKP, Kürt etnik siyasetinin temsilcisi BDP ve PKK kendi aralarındaki barışın adını “toplumsal barış” olarak adlandırmamış, PKK’nın silahlı güçlerinin geri çekilmesi başlamamış, PKK sürece ilişkin meşhur açıklamasını henüz yapmamış, iktidar partisinin toplumsal yaşamın bireysel alanını bile dinsel referanslarla düzenlemeye cüret edebileceği tahmin bile edilememişti. Bu iki sayının yayımlanması aralığında bölgede ve ülkede önemli ve sıcak gelişmeler yaşandı. Şimdi sürecin başlamasına ilişkin PKK’nın meşhur açıklaması ve açıklamayı izleyen gelişmeler yeniden hatırlanmalıdır. PKK’nın bu açıklaması satır başlarıyla şöyleydi: “Türkiye cephesinde Türkler ve Kürtler olmak üzere, bütün Orta Doğu halkları “İslam şemsiyesi” altında birleşmelidir. Musul ve Kerkük Misakı Milliye dahil edilmelidir”. PKK’nın açıklaması satır başlarıyla budur. Ancak “birleşme şemsiyesinin islam” olmasına ve Musul-Kerkük’ün Misakı Milli sınırları içine alınmasına” ilişkin açıklamanın satır araları dikkatli okunduğunda “biz bunu bir yerlerden daha duymuştuk” nakaratı hemen hatırlanacaktır.
PKK’nın bu açıklamasının ardından AKP hükümetinin adeta savaş açtığı, her açıklamasında hedef gösterdiği Suriye yönetimi de Kuzey Suriye’yi PYD’ye teslim etmemiş, PYD’nin Kuzey Suriye’de yönetim hâkimiyeti henüz tesis edilmemişti. Yeniden başa dönelim: İki binli yıllara girerken Emperyalizmin ideologları küresel kapitalizmin yönelimini “Tarihin sonunun geldiğini, sınıf savaşlarının bittiğini” (Fukiyama) ve “uygarlıklar çatışmasını” (yine toplumsal gelişmenin dinamiği işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yerini dinsel ve etnik çatışmaların alacağı kastedilmektedir) (Huntington) keşfetmişler, emperyalistler sistem olarak politikasını ve yönelimini, dayatmalarını bu tespitlerin istikameti doğrultusunda gerçekleştirmek için kolları sıvamış ve yoğun bir kara propaganda için bütün olanaklarını seferber etmişlerdir. Bu ideologların ve ardıllarının görevi tıkanan kapitalizmin önünü açma gayretleri uluslar arası söylem ve pratikte “çok etnisiteli ve birden fazla dinsel inanca sahip “Ulus devletlerin” içinde “etnisiteyi ve dinsel/mezhepsel farklılıkları kışkırtarak kapitalizmin ihtiyaç duyduğu, küresel çapta yeni pazarlar, yeni enerji kaynakları yaratmanın politik siyasal pratikte önünü açmaktır. Bir noktanın altı dikkatlice yeniden çizilmelidir: Klasik kapitalizm “Ulus Devletlerin” olanakları içinde gelişmiş ve serpilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarına kadar da “ulus devletlerin” halklarının sömürülmesiyle varlığını devam ettirmiştir. Ancak gelinen noktada “Ulus devletlerin” sınırları içindeki aktivitesi yoğunlaşan sermaye birikimine cevap vermez olmuş, bunalımların ve krizlerin periyodik aralıkları kısalmıştır. Sürekli bunalım durumu sürekli krizlere dönüşmüştür. Artık ulusal sınırlar kapitalizme dar gelmektedir ve küresel çapta bir sömürü ağının örülmesi de “ulus devletlerin” varlıklarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. Yukarıda değinilen çok kimlikli ve çok inançlı ulus devletlerin içindeki bu iki faktörün kışkırtılmasının nedeni budur. Kapitalizmin ihtiyaç duyduğu şey de ulus devletlerin varlıklarını sonlayacak, yerine kapitalizmin merkezinden yönetilecek küçük eyaletlerin inşa edilmesidir. Kapitalizm “Ulus devlet” sınırları içinde öylesine bunalmıştır ki, Avrupa’nın ve ABD’nin “Sosyal refah devletleri” krizlerin yükünü halka çıkarmış, işsizlik almış başını gitmiş, vergiler ağırlaştırılmış, sosyal güvenlik sistemi çökmüş, orta gelirli kesim erimiş ve yoksullaşan kitlelerin sayısı astronomik olarak artmıştır. Bunun AB ülkelerindeki ve ABD’deki politik yansıması bir yandan ırkçılığın hortlaması ile faşist güçlerin toplumsal etkinliğinin artması diğer yandan ilerici güçlerin Anti-Kapitalist eylemlerinin yoğunlaşmasıdır. Ancak Emperyalist/Kapitalizm açısından Kapitalizmin uzun aralıklarla yaşadığı toplumsal bunalımı, sistemin siyasi ve politik merkezleri çoğu kez şaşkınlıkla izlemekte, hangi tür ekonomik-siyasi politikayı uygularlarsa uygulasınlar çözüm üretmekte aciz kalmaktadırlar. Şimdi Fukiyamanın “Tarihin sonu geldi, sınıf mücadeleleri bitti”, Huntingtonun Fukiyamayı bir başka açıdan taklit eden ve sınıf mücadelelerinin yerini “uygarlıklar çatışması” adını verdiği etnik/dinsel farklılıklara sahip kitleleri tanımlanan aidiyetleriyle savaştırma girişimlerini üst üste koyduğunuzda kapitalizmin kazanımı olarak görülen genel görünüm başlıklarıyla şudur: Sovyetlerin ve diğer sosyalist ülkelerin yıkılması ile yirminci yüzyılın başından beri kapitalist sömürü alanı dışında kalan yer kürenin üçte birinin yeniden kapitalizme Pazar/sömürü alanı olarak kazandırılması, Balkanlardaki etnik çatışmaların kışkırtılmasıyla Yugoslavya’nın parçalanması, Orta Doğu, kuzey Afrika ve Kafkasya’yı içine alan bölgede ulusal sınırların yeniden çizilmesi, yani etnik ve dinsel kökenli ve kapitalizmin merkezlerince kotarılmış eyalet devletlerin oluşturulması, buralardaki petrol, doğal gaz ve diğer enerji kaynakları üzerinde kesin hakimiyetin sağlanması şeklinde başlıklandırmak mümkündür. Küresel kapitalizmin varmak istediği hedef açık ve nettir: Sömürü ve yağma alanı dışında kalmış dünyanın köşe bucağında egemenliğini tesis etmektir. Elbette Kapitalizmin Emperyalist aşamaya ulaşmasıyla özellikle Avrupa dışında kalan Asya, Afrika, Latin Amerika gibi ülkelerde sömürgeler elde ettiği, bu ülkelerin yeraltı yer üstü zenginliklerini yağmalamak için açık ya da gizli işgale başvurduğu bilinen gerçektir. Ancak yirmibirinci yüzyıla girerken kapitalizmin işleyişindeki göze çarpan en büyük etken artık tek tek kapitalist ülkelerin etkin/egemen şirketlerinin kendi adlarına sömürüyü ikame etme yerine her bir kapitalist devleti aşan, iç içe geçmiş, ulusal kimlik taşımayan, uluslar üstü çokuluslu şirketler çoğulundan neredeyse sistem içinde tekleşen ve tekil olarak adlandırabilinecek dev bir ahtapotun bütün organlarının yer küreyi sarmalına dolaması olarak gözükmesidir ve klasik kapitalizmde görülmeyen, tanık olunmayan bir olgudur. Bu olgu gözden kaçırıldığında olup biteni anlamak, doğru yorumlamak ve doğru adımlar atmak olası değildir. Küresel kapitalizm yer küreyi yeniden şekillendiriyor, var olanı sömürü ilişkilerinin gerektirdiği şekilde ortadan kaldırıp, yerkürenin bütünsel egemenliği doğrultusunda parçalar yeniden tasarlanarak “bütüne” uyumunu sağlamaya çalışıyor. Irak, Libya, Mısır, Yemen, Suriye birer parçadır ve olan biten sistemle uyumun sağlanmasıdır. Buralardaki sisteme uyumun sağlanmasında seçilen yöntemle Türkiye’nin sisteme uyumunun sağlanmasındaki yöntemlerin farklılığı yanıltıcı olmamalıdır. Ancak, müdahale gerekçesinin bu ülkelerin bütünü için aynı olduğu unutulmamalıdır. “Demokrasi ve insan hakları”. Türkiye’de az buçuk işleyen parlamentarizmin olanaklarıyla bu uyumun sağlanması görevi AKP’ye verilmiştir ve AKP’nin iktidar yapılmasındaki amaç budur. AKP’nin söylem olarak “siyasal islamı” seçmesi, İslamcı söylemi referans alarak toplumsal yaşamı düzenlemeye çalışması da asla tesadüf olmayıp Kapitalizmin merkezlerinin AKP’ye verdiği görevdir. Ulus devlet olmanın olmazsa olmazları vardır. Etnikçilik ve dinsel inanç ulus devlet içinde yaşam alanı bulamaz. AKP’nin laisizmi ve onun simgesel değerlerini “tu kaka” ederek Müslüman/Sünni inancı ön plana çıkarması Müslüman ve Sünni olan Orta Doğu halklarına “çalım atma” kendini kabullendirme ve Orta Doğuda planlanan ve orta Doğu halklarının “Müslüman/Sünni” geleneğinin sisteme uyum sağlamada belirleyici faktör olacağı düşüncesidir. Büyük orta Doğu projesinin diğer ayağı ise etnik kimliklerin toplumsal yaşamda politik etkinliğinin sağlanmasıdır. Kürt sorununa atfedilen ve Kürt sorunun sokulduğu mecra da budur. AKP, iktidar olduğu on yıl öncesinden daha düne kadar PKK hakkında en ağır en aşağılayıcı söylemleri kullanmaktan çekinmezken, diğer taraftan kapalı kapılar arkasında amaca uygun hazırlıklar tamamlanmış, görünürde ise mızrağın ucu yavaş yavaş çuvaldan çıkarılmış, kitlesel tepkiler törpülene törpülene bugünkü noktaya gelinmiştir. Yani AKP ile PKK’yı bir araya getiren Büyük Orta Doğu projesinin bölgesel uygulamasıdır. Her ikisi de bu projenin vazgeçilmez unsurlarıdır. Şimdi geriye dönüp baktığınızda PKK çıkış noktasını Marksist olarak ilan etmiş ve birçok ilericiyi de inandırmıştır. Ancak aşama aşama gelinen noktada PKK’nın etnik kimliğe teslim olması PKK’yı Türkiye ve Orta Doğuda sistemin esaslı unsurlarından biri durumuna getirmiştir. PKK’nın silah bırakması, sınır dışına çekilmesi, AKP’nin bunun organizesini yapmasına gerekçe gösterilen “akan kanın durması” gibi kitlesel vicdana seslenişin hiçbir inandırıcı yanı yoktur. Amaç hâsıl olmuş, otuz yıldır gelinmek istenen sonuca yönelik olarak sürdürülen savaş toplumda bezginlik yaratmış ve bu bezginlikten Emperyalist/Kapitalizm istediği sonucu elde etmiş, hedeflediği amaca ulaşmıştır. Büyük orta Doğu projesinin Suriye ayağı beklentilerde bir aksilik olmazsa neredeyse tamamlanmak üzeredir. Sırada İran vardır. Emperyalizmin İran’a müdahale için ne gerekçe bulabileceğini, hangi yalana inandırıcılık katacağını şimdiden bilemeyiz ama bilenen bir şey varsa İran ayağı tamamlanmadan fotoğraf eksik kalacaktır ve emperyalizmin buna tahammülü yoktur. Türkiye-İran-Irak-Suriye parçalarının birleştirilmesiyle oluşturulacak “Büyük Kürdistan” emperyalizmin büyük hizmetkarı olmaya adaydır. Emperyalist/Kapitalizm Arap ülkelerini İsrail ayağıyla kontrol altında tutarken Kafkasya bölgesine yönelik olarak da tasarladığı Kürdistan’a ihtiyaç duymaktadır. Yoksa “Kürt halkın demokratik talepleri” gibi bir söylem ve iddia bu görüntü içinde kara bir mizahtır ve tasarlanan “Kürdistan’da” Kürt halkının yeri bile olmayacaktır. Sınıf mücadelesi pusulasını kaybedenleri emperyalizm sisli havada akbabanın civciv kapması gibi kapmaya hazırdır ve kimsenin de bundan şikâyet hakkı yoktur. Düşmanla uzlaşılmaz, Kapitalizmin kağnısına binen uçurumun dibini boylamaya da hazır olmalıdır.