Ilık bir ilkyaz gecesiydi. Açık, mavimsi gökyüzünde yıldızlar ıpıl ıpıl oynaşırken gri, kalın bulutlar önünü kesmese ay, neredeyse evrende yeri bilinmeyen, haritada gösterilemeyecek kadar küçücük, dünyanın en ücra bir köşesindeki kınalı tepenin ruhunu öpecek kadar yaklaşmıştı yeryüzüne… Kınalı tepenin kınası tanrı vergisiydi. Ta uzaklardan görünürdü tepesinden eteklerine uzanan, her birinin boyu yıldızlara değecek kadar uzun ağaçların salkım saçak dallarındaki, yapraklarındaki kınanın rengi.
Bir aileydi kınalı tepe. Taşı toprağı, ağacı dalı, kurdu kuşu börtü böceği ile… Komşulardı ay, güneş ve yıldızlarla. Güneş sıcağını, ay ışığını salıverir, bohçalar dolusu yıldızlar uğur böcekleri gibi konardı kınalı tepeye… Ardı arkası kesilmezdi şölenlerin şenliklerin…
Kınalı tepe kaçakların sığınağı, darda kalanların kardeş eviydi. Bu yüzdendi sık sık tepesine kara bulutların çöreklenmesi, böceklerin kınalı tepenin ağaçlarına üşüşmesi… Saraylılar, krallar, prensler yer sarsıntılarının kınalı tepeden geldiğine inanırlardı. Yasaktı ahalinin kınalı tepeye ilişkin rivayetleri birbirlerine ballandıra ballandıra anlatmaları. Yalnızca çocuklar ve kadınlar takmazdı saraylıların yasaklarını, severdi onlar kınalı tepeye ilişkin rivayetleri, ne edip ederler bir yolunu bulurlardı saçak altı sohbetlerinde kınalı tepe hikâyelerini anlatmanın… Zaptiye baskınlarında yana yakına, yemin billah evde kalmış komşu kızının kısmet falına baktıklarını söylerlerdi. Parmak sallayarak uzaklaşırdı zaptiyeler.
Saraylılar her ne kadar erkekliğe bok sürmemek adına korkusuz görünmeye çalışsalar da iki de bir saraya tehditler yağdıran kınalı tepe kaçaklarından korkarlar, ödleri boklarına karışırdı.
Kaç süvari birlikleri, kaç cellatlar taburu göndermişlerdi kınalı tepenin üstüne de bir türlü ele geçirememişlerdi kınalı tepeyi. Bu tepe hakikaten garip bir tepeydi, sırrını çözmek için Hint’ten Yemenden getirttikleri falcılar, kâhinler üfürükçüler de bir türlü çözememişti kınalı tepenin sırrını… Bir saldırı anında tepenin bütün ailesi seferber olur, kendisi bizzat kalkan olurdu kaçakların üstüne, ne kurşun işlerdi göğsüne, ne mızrak geçerdi toprağından, ağacından. Saldırganlara karşı ufku delen tepesindeki taşlar harekete geçer, mancınık gibi saldırganların üstüne yağarlardı. Ağaçlar dallarıyla kaçakların yerini örter, kuşlar ciyak ciyak sesleriyle süvarileri yanlış yönlere sevk ederdi. Hele şu sincaplar, kuyruk sallamalarıyla resmen alaya alırdı saldırganları. Akrepler harekete geçer, böcekler süvarilerin yüzlerine yağmur gibi yağarlar, saldırganların suratlarını tulumba tatlısı gibi şişirirlerdi.
Kâr etmezdi cellatların kementleri, kâr etmezdi süvarilerin keskin kılıçları… Taşı toprağıyla, kurdu kuşu, ağacı dalıyla ölümüne direnirdi de bir türlü pes etmezdi kınalı tepe. Çocukları kaçak analar, her ay doğuşunda dua ederlerdi kınalı tepeye… Öyle ya bunca saldırganların bozguna uğramasının sebebi anaların duası değil miydi?..
Namerdin hilesi hurdası bitmezdi. Derin, kaygısız uykusundaydı kınalı tepe. Gri/ siyah bulutları saldılar kınalı tepenin üstüne. Ay ablukaya alındı, güneş kuşatmaya… Simsiyah bir sis bastı kınalı tepeyi, göz gözü görmez oldu. Kıyamet koptu… Yeryüzü âşıklarının gözüne düşen, karanlıklara ayna tutan ışığını kestiler ayın, güneşin ışınları da görünmez oldu. Yol, iz silindi, rüyalar kâbusa döndü. Işığı kesilen ay bir daha görünmedi, sarı sıcak ışığı bir daha sevgililerin gözlerine düşmedi. Yaz geceleri gözlerine dolan ay ışığı ile rüyalara dalıp gidenler, onunla mest olanlar ayın sarı sıcak ışığının neden kaybolduğunu, gri/siyah bulutların kuşatmasında çembere alınan ayın solgunlaşan yüzünü, güneşin buz kesmiş bağırlarını ısıtan sıcağını merak bile etmediler.
Gri/ karanlık bulutlarını işgal ordusunun süvarileri gibi kınalı tepenin üstüne sürenler derin bir oh çekip, zafer çığlıkları attılar. Zifiri karanlığa gömülmüştü kınalı tepe… Önce, ay ışığının yanağını uzattığı kınalı tepenin dilini kestiler, sonra boğazını… Kınalı tepenin kesik boğazından fırlayan kanı seyre çıkanlar yaşadıkları hayal kırıklığı ile neye uğradıklarını şaşırdılar. Kınalı tepenin boğazından kan yerine direniş fışkırıyordu. En ücra köşelere kadar yayıldı direnişin çığlığı. Bütün ormanları, dağları, denizleri okyanusları dalga dalga sardı.
Sonra işgal sırası ay ışığının temaşa ettiği, güneşin aydınlattığı, uğur böcekleri gibi oynaşan yıldızların temaşa ettiği diğer tepelere geldi, diğer dağlara, göllere, denizlere, okyanuslara. Öldürdükçe kabardı iştahı işgalcilerin. Dili ve boğazı kesilecek başka şeyler olmalıydı, zevkli bir işti öldürmek. Öldürülecek başkaca şeyler de olmalıydı, bulunmalıydı. Öldürmek nasıl de cezbediciydi, zevkin doruklarında yaşanmalıydı… Daha çok ölüm, daha çok ölüm… Ne doyumsuz bir zevkti böyle insan kanı içerek semirilmek, ne erişilmez bir haz… Bulmuşlardı öldürülecek daha başka şeyleri. Demir kanatlı kuşlarının, ölüm kusan mitralyözlerinin hedefinden canlı kurtulan açlar ve sefiller, sadece nefes almayı yaşamak sanacak kadar kör ve itaatkâr ruhlar da uyutularak öldürülmeliydi. Ruhen öldürülen insanların dilinin, elinin varlığı ile yokluğu arasında bir fark yoktu ki… İşe buradan başlanmalıydı, ruhu ve ahlakı elinden alınan insandan geriye posa kalırdı. Posadan korkmak ne kelime, itaatkâr ruhlar üretmek için posalar yararlı bir gübre gibi kullanılırdı. Öyle de yapıldı. Müthiş kurnaz, sinsi, ölümü yıllanmış şarap kadehi içinde sunan cazibeler yaratıldı. Onların bu insanları bulması gerekmiyordu, insanlar akın akın, katar katar kendileri sıraya girmişlerdi ölüm iksirini içmek için.
Hiç bu kadar kolay olacağını onlar da düşünememişlerdi. En meşakkatli, uğraştırıcı iş olarak baktıkları insanların kendi düzenlerine uyum sağlamaları beklediklerinden daha çabuk ve daha kolay olmuştu. Yığın yığın, öbek öbek “Allah sizi başımızdan eksik etmesinci”lerin, insan görünümlü yaratıkların en ilkel güdüleri kullanıldı, bunları da kendi aralarında şu dine dâhil olanlar, bu ırkın çığırtkanları olarak ayrı ayrı istif edip en kullanışlı hallerine getirdiler.
Bu hususta epeyce yol kat etmelerine rağmen içlerini çürük kurtlar kemiriyordu. Dünyaya hâkim olmuşlardı ama höt deyince ödleri patlayacak kadar da korkaktılar. Kınalı tepe bir tane değildi ki… Kınalı tepeler, tabiat ananın yaşama armağanıydı ve dünyanın her köşesinde etekleri yemyeşil, tabanlarından durgun derelerin aktığı kınalı tepeler vardı. Orada da kaçaklar barınırdı, oralar da isyancı ruhların sığınma yerleriydi. Birinin ışığını kesmişlerdi, başarmışlardı iyi de diğerleri kendileri için daha az korkutucu değildi ki… Huzurlarını kaçıran, rüyalarını kâbusa döndüren diğer kınalı tepeler İç içeydi hayatla. Hayatın nabzı bu tepelerde atıyordu. Hayat kınalı tepelere emanetti, kınalı tepeler hayata.
Hasat mevsiminde gecenin geç bir saatiydi. Gece vardiyasından dönen bir tornacı gördü ilkin, kocaman bir bakır sini gibi yanağını dağın yanağına dayamış olan ayı. Tarlalarındaki köylüler şapkalarını çıkararak selamladılar ay ışığını. Bir kadın penceresini açtı, buyur etti içeriye ay ışığını. Bir kız öğrenci en içten minnet duygularıyla el salladı aya.
Zifiri karanlıkta zaptiye baskınına karşı nöbet tutarken tüfeğinin başında uyuya kalan bir kaçak dehşetle sıçradı uykusundan. “Ay ışığı” dedi kaçak, dünyanın bütün kaçakları duydu sesini. “Herkes silah başına”… Gelincikler sere serpe koyuverdiler kendilerini, ağaçlar meyveye durdu, kuşlar hep birlikte ciyakladılar.
Sabah güneşi ıslak toprağın nemini buharlaştırdı, uykularındaki çocukların gözlerine düştü.
Tarlalar, fabrikalar, okullar, kentler, meydanlar buza kesmiş bağırlarını ısıttılar.
Ve dünyanın her yerinden önce birer ikişer, sonra üçer beşer, sonra milyonlar akın akın kınalı tepenin yolunu tutmaya başladılar. Kızılderililer, kara derililer, beyaz benizliler, bütün kıta, bütün yeryüzü akın akın aktı kınalı tepeye. Bütün yeryüzü bir kınalı tepeydi artık. Kuşlar ayrı dillerden, çiçekler ayrı renklerdendi, çocuklar ve kadınların adları da ayrı ayrıydı. Kadınlar ve erkekler “önce insan” dediler, unuttular cinslerini cinsiyetlerini.
Kocaman bir yeryüzü sofrası kuruldu. Herkesin karnı tok sırtı pekti.
Gülümsedi kınalı tepe. Hoş geldiniz dedi bütün ahaliye.
“Dostlarım dedi, zulüm gördük, zalimi ise biliyoruz. Ant olsun ki bütün yeryüzünü çiçek bahçeleri yapıncaya kadar dur, durak bilmeyeceğiz, yenildik ve her şey yeni baştan başlıyor.”