Küresel Kapitalizm Koşullarında Faşizm Üzerine Bir Deneme

Küresel Kapitalizm Koşullarında Faşizm Üzerine Bir Deneme

Bölüm-1

AKP’nin iktidar olma arifesinde kendilerine “liberal” yaftası takan güruhun gelinen noktada “biz bilmiyorduk” yollu günah çıkarmaları, bu kesimin salt kişiliklerinin “ defolu olması” ile açıklanamaz. Sorunun kendisi ve düşülen yanılgılar kapitalist sistemde sistemin ve işçi sınıfının ideolojik ve örgütsel olarak mevzilenmesiyle ilgilidir. Kapitalist sistemin işleyişiyle ilişkileri içinde AKP’nin yeri açığa çıkarılmalıdır. Bu tespitin doğru analizi ile AKP’nin adım adım nereye gittiğinin de tespiti de doğru yapılacak, karanlığın üstüne ışık tutulacaktır. Ancak bundan sonradır ki son hamlesi “güvenlik paketi” ile amacına bir adım daha yaklaşan AKP’nin “ileri demokrasisinin” klasik faşizm tanımını aşan özgün faşizme doğru yol aldığı görülecektir. Ancak öncelikle klasik faşizmin görünen özelliklerinden yola çıkarak21. yüzyılın değişen ilişki ve çelişkiler bağlamında “özgün faşizmin” yapılanmasına ve işleyişine karşı mücadele seçenek ve araçları üzerinde tartışmanın doğru bir yöntem olduğu düşünülmelidir.

Klasik faşizmin sınıfsal temelini tekelci burjuvazi oluştururken, ideolojik temelini gericilik ve şovenizmin, kitlesel temelini ise sınıf bilinçsiz yığınların oluşturduğu, yönteminin şiddet, demagoji ve yalan, hedef amacın ise tek tek kapitalist devlet kökenli tekelci sermayenin, (Almanya ve İtalya örneği ) diğer emperyalist-kapitalist devletlerle ortaya çıkan Pazar anlaşmazlığında ve diğerlerinin aleyhine dünya pazarlarına sahip olmak, ulusal ve sınıfsal sömürüyü yoğunlaştırmak olduğu bilinmektedir. Klasik faşizmin uygulama ve ihtiyaç alanları, ortaya çıktığı ülkede sermayenin yoğunlaşma derecesiyle sahip olunan pazar payının ters orantılı olmasına göre şekillenmiştir. Örneğin birinci paylaşım savaşının başlatıcısı ve yenik tarafı olan Almanya, savaş sonrası Alman sermayesinin yoğunlaşmasıyla orantılı olmayan pazarlarını genişletmenin yolu olarak yeniden ikinci paylaşım savaşının başlamasına neden olacaktır. Savaşın sonuçlarının istatistiksel verileri bu yazının dışındadır.

Altını çizmeye çalıştığımız nokta, Klasik faşizm döneminin belirleyici özelliğinin tek tek kapitalist ülkelerde, bu ülkeler kökenli tekelci şirketlerin Pazar sorunun bu ülkeler devletlerince çözülmeye çalışıldığıdır. Akla şu soru gelecektir, diğer kapitalist ülke tekellerinin Pazar sorunu yok mudur, ya da pazara doymuş mudur? O dönemin kapitalist ülkeleri ile sahip olduğu pazarlar kıyaslandığında; İngiltere bir imparatorluktu ve kıtasal sömürgelere sahiptir. Fransa, Hollanda, Belçika yine denizaşırı pazarları ellerinde tutmaktadır. ABD’nin elinde koca bir Latin Amerika kıtası vardır. Zira Japonya Uzak Asya’da önemli pazarlara sahiptir. Diğer kapitalist ülkelerin dünya pazarlarına egemen olmaya başladığında Almanya ve İtalya’nın ulusal birliğini geç tamamlaması ve kapitalistleşmeye diğer ülkelere oranla geç ulaşması, diğer kapitalist ülkelerle pazarlardan gücüyle orantılı pay sahibi olmasını engellemiştir. Yani Almanya ve İtalya tekelci sermayeleri diğer kapitalist ülkeler tekelleriyle boy ölçüşebilecek düzeye geldiğinde dünya pazarlarının, bunların dışındaki emperyalistlerce paylaşımı tamamlanmıştır. Alman ve İtalyan –kısmen Japonya- tekellerinin pazarların yeniden paylaşımını gerçekleştirmelerinin yolu dışarıda savaşlar, içerde faşizmdi. Bu bir tercih olmayıp, sermaye açısından bir zorunluluktu. Bu nedenle, diğere kapitalist ülkelerde, yer yer burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlayıcı baskı ve sindirmelere tanık olunmaktaysa da, bu ülkeler sermayeleri yeterli pazara sahip olmalarından dolayı Almanya ve İtalya benzeri klasik faşizme ihtiyaç duymamışlardır.

Konu başlığından da anlaşılacağı gibi, sermayenin küreselleşmesi ile birlikte, sistemin işleyişinde ne ölçüde farklılıklara yol açtığının kalın çizgilerle belirlemek zor da olsa, kapitalizmin işleyişinde anlamlı değişimlerin meydana geldiği kabul gören bir tespittir. Aşağıda açıklamaya çalışacağımız bu tespitin götürdüğü sonuç şudur: Kapitalizm, tek tek devletlerin ve salt bu devletler eliyle kendi menşeili tekellerinin sorunu olmaktan çıkmış, yerküre ölçeğinde gerek emperyalist kampın gerekse tekellerin kapsamlı işbirliklerine ve bu işbirliğinin somut görünümü olan örgütler eliyle sistemi ve yerküreyi yöneten aygıta dönüşmüştür. Bu olgu hem kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının ve diğer halk katmanlarının maruz kaldığı sömürünün yoğunlaşmasına, gerekse bağımlı ülkelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki uçurumun açılmasına yol açmıştır. Satır başlarıyla;

1) Kapitalist sisteme “ sosyal devlet “ olgusunu dayatan, burjuva demokrasisinin nimeti olmayıp, sosyalist sistemdeki çalışan kesimin yaşam standartlarının sosyalizmle birlikte yükselmesidir. Batılı kapitalist ülkeler işçi sınıfının sosyalizme eğilimi, batı burjuvazisini tavizkâr olmaya, sınıf mücadelesinin ateşini “sosyal devletle” aşmaya zorlamıştır. Batılı ülkelerde grev ve toplu sözleşme hakkı, ücretlerin önceki döneme göre nispeten daha yüksek tutulması, sosyal güvenlik kurumlarının oluşturulması ikinci paylaşım savaşı sonrasıdır, yani sosyalizmin bir sistem olarak kapitalizmin karşısına çıkmasıyla gerçekleşmiştir.21. yüzyıla girerken sosyalist sistemin dağıtılmasıyla, kapitalist sistem kendini yeniden organize etmiş, bir taraftan Sovyet ülkelerine “ilgisini(!) artırıp, az buçuk eski Sovyet geleneğine bağlı yönetimleri bilinen yöntemlerle bertaraf edip, sisteme sadık yönetimler oluştururken, diğer taraftan ve bunun sonucu olarak ve küresel kapitalizmin ihtiyacına cevap verir şekilde Ulus devletleri parçalamış ve bu ülkeleri hızla pazara açmıştır. Gerek eski Sovyet ülkelerinde gerekse bağımlı ülkelerde bu operasyonu yürütürken , diğer taraftan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sahip olduğu ekonomik ve demokratik haklar hızla budanmaya başlamıştır.

2- Bağımlı ülkelerin klasik sömürü biçiminin görünümü olan, bağımlı ülkeler egemen sınıflarıyla emperyalistlerin süregelen ilişkilerinde göreli ekonomik ve siyasal bağımlılık sona ermiş, geri bıraktırılmış ülkelerin göreli ekonomik bağımlılıkları IMF, Dünya Bankası, DTÖ v.b gibi sistemin ekonomik patronları tarafından, siyasal bağımlılıkları ise BM Güvenlik Konseyi ABD ve AB gibi kurumlarca yok edilmiştir. Bugün siyasal ve ekonomik açıdan iki yüz geri bıraktırılmış ülke yirmi kapitalist ülkenin egemenliğindedir. BM Güvenlik konseyi aracılığı ile askeri egemenlik tesis edilirken, DTÖ ile ticari ve IMF ile de evrenin finansal egemenliği sağlanmaktadır. Bu nedenle BM,  ABD ve AB yi “ emperyalist kurumlar “ olarak tanımlamamız bir dil sürçmesi olmayıp, bilinçli bir tanımlamadır. ABD ya da AB Uluslar arası hukukta tanımını bulan klasik devlet olmanın ötesinde sistemin ekonomik, politik siyasi ve askeri patronlarıdır. BM ise emperyalist kapitalizmin yasal görünümlü hegomonya aracıdır. Bu durum geri bıraktırılmış ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesinin de nedeni ve emperyalist egemenliğin de görünen yüzüdür. Geri bıraktırılmış ülke burjuvazisi ekonomik ve siyasal açıdan artık emperyalist kapitalistlerin bu ülkelerdeki sömürüyü disipline eden “ müttefikleri “ olmayıp, yerel burjuvazinin, emperyalizmin taşeronu olduğunun göstergesidir. Bu patron /taşeron ilişkilerinin görünen yüzü de finansal bağımlılık, doğal kaynakların teslim edilmesi, stratejik sektörlerin özelleştirilmesidir. Bunun sonucu olarak geri bıraktırılmış ülke burjuvazisinin sömürüden aldığı pay ulus ötesi tekellerin lehine işlemekte, sömürü payı azalmaktadır. Geri bıraktırılmış ülke burjuvazilerinin BM, IMF, DTÖ veya Dünya Bankası kararlarındaki etki derecesi de emperyalist –kapitalistlerle kıyaslanamamaktadır. Yani geri bıraktırılmış ülke burjuvaları artık “egemen efendiler” olmayıp, emperyalist – kapitalistlere hayır deme iktidarını yitirmiş, söyleneni yapmak zorunda olan, deyim yerindeyse “ taşeron”lardır.  Bağımlı ülkeler egemen sınıflarının, batılı kapitalist ülkelerin “ yürütme görevini “üstlendikleri ulus ötesi sermaye ile işbirliklerini – tekelci sermaye adına sömürünün yoğunlaştırılması ve disipline edilmesi adına ve amacına-yoğunlaştırmaları, ne bu ülke burjuvalarını emsalleriyle eşitleyecektir, ne de bağımlı ülkeleri “ kapitalistleştirecektir”. Tersine bağımlı ülkelerle, kapitalist ülkeler arasındaki uçurum hızla ve onarılmaz biçimde açılmaya devam edecektir.

3- Klasik kapitalizmin ayırıcı özelliği,  Pazar paylaşımının aralarında yarattığı çelişki nedeniyle her kapitalist ülke pazar sorununu kendi burjuvazisi lehine ve diğer kapitalist ülke ve burjuvaları aleyhine disipline etmeleri ve devlet aygıtının işleyişini temel olarak bu amaca yönelik olarak organize etmeleridir. Pazar paylaşımının keskin yüzü sorunu diplomasi yoluyla çözülemeyecek kadar acıtıcıdır ve her iki savaşın da temel nedenidir.

4-Kitleler ülke burjuvaları için savaşa hazırlanırken kitle kültürlerinin zayıf halkaları sürekli kaşınır. Kışkırtma, düşman yaratma, kapitalist sömürünün kitleleri içine ittiği işsizlik ve gelecek endişesinin yarattığı karamsarlık savaşa sürmenin psikolojik hazırlığıdır. Gerçek, yani kapitalist sömürünün sebebi olan işsizlik ve sefalet hep ve daima gizlenir. Sanal gerekçeler yaratılır ve yoğun yalan propaganda yöntemleriyle oluşturulan algı gerçeğin üzerini kapar.

5-Faşizmin iktidar olması prototip benzerlikler taşımayabilir. Her ülkenin kendine özgü koşullarına uygun farklı biçimlerde iktidara olunabilir. Burjuva demokrasisinin seçim olanaklarından tutun da sivil ya da askeri darbe seçenekleri faşizmin iktidar olmasında birer araçtır. Gelecek yazıda irdelemeleri sürdüreceğiz.

Bölüm-2 “Siyasal İslamdan İŞİD’e”

Az buçuk entelektüel çevrelerle yaptığımız tartışmalarda aşağıda irdelenecek konuya yaklaşımımıza ilişkin ve Marksizm adına şiddetli karşı çıkışlar, tepkilerle karşılaşıldı. Vardığım sonuç şu: Tartışılan çevrelerin nazarında Marksizm 20. Yüzyılın ortalarında buzdolabında derin dondurucuya konulmuş, orada bırakılmıştır. Diyalektik/aslolanın değişim olduğu gerçeği de sözlüklerde içi boş bir kavram derecesine indirgenmiştir. Daha açık konuşalım: Dimitrov’un tanımında faşizm “ tekelci sermayenin en gerici, en şoven, en saldırgan kesimlerinin iktidarıdır” tanımlamasına göre tekelci sermaye Emperyalist/kapitalist ülkelerde bulunduğuna ve bizim gibi ülkeler yarı bağımlı, yarı sömürge olduğuna göre tekelci sermayenin olmadığı yerde faşizmden bahsedilemez, olsa olsa askeri diktatörlüklerden söz edilir”… Özetle söyledikleri budur. Tartıştığımız çevrelerin hangi sol gelenekten geldiğinin öneminin olmadığını düşünüyorum. Hatta bu anlayışa göre 12 Martlar ve 12 Eylüller de Dimitrov’un tanımına uygun faşist rejimler olmayıp, birer askeri diktatörlüklerdir… “Dimitrov’un, faşizmin tahliline dayanaklık eden Bulgaristan o dönemde Emperyalist/ Kapitalist bir ülke miydi de faşizmi kuramlaştırırken Bulgaristan pratiğinden hareket etmiştir” sorumuza verilen yanıt tam da fikir fukaralığının bir klasiği olarak cevaplanmış, “aslında Dimitrov Alman faşizminden hareketle kuramını oluşturmuş” muş!…Yani Bulgaristan faşizmi yaşamamış… Dimitrov da ne yapsın, yapacak başkaca işi gücü olmadığından ve daha önce kaleme aldığı Pinokyo öyküleri piyasada tutmadığından şöyle kendini meşhur edecek bir konu arayışındayken “ eveett, demiş buldum: Faşizm”. Bulgaristan’da bir faşizm yaşansa da ben de onun kuramını yazsam”…  Hitler’in Almanyasını almış getirmiş Bulgaristan’a, başlamış kalem oynatmaya… Zırva tevil götürmez ama kişi hiç olmazsa zırvaladığının farkına varır. Bu çevreler sanırım gülünç olma pahasına zırvanın süzmesini sergileme gayretindeler.  Güncelde AKP’nin başkanlık sisteminde ısrarı da faşizmin kurumsallaşması değil, RTE’nin diktatoryal özlemidir. Breh, breh brehh… Şu derinliğe bakın siz… AKP’nin iktidar olması sanki Emperyalist/Kapitalizmin bir görevlendirmesi olmayıp AKP’nin bilek güreşindeki galibiyetidir. İnsan ister istemez bunlar acaba AKP den bol akçeli bir danışmanlık filan mı bekliyorlar diye düşünmeden edemiyor.  Tartışılan konunun bu çevrelerce dile getirilişinin özeti budur. Bu tartışmalardan sonra insanın aklına ister istemez Lenin’in “ tanrı bizi (bu tür) dostlarımızdan korusun, düşmanlarımızın hakkından geliriz” özdeyişi gelmektedir. Tanrı işçi sınıfını gerçekten bu tür sözüm ona devrimcilerden korusun, işçi sınıfı devrimciler emperyalist/ Kapitalizmin hakkından nasıl olsa gelecektir. Dönüp dolaşıp bıkkınlık noktasında küresel kapitalizm üzerinde duruşumuz nedensiz değildi. Kendilerini 20.yüzyılın ortalarında derin dondurucuya bırakanların gelişimin diyalektiğini anlamaları da elbette beklenemez ama lafazanlıkları da tahammül edilir gibi değil. Böylesi ipe salmaz zırvaların elbette Marksizm ile ilintisi olamaz ve eminiz kendisine belediye çöplüklerinde bile yer bulamayacak kadar anlamdan yoksundur.  Konunun irdelenmesi zaten gündemimizdeydi ancak, istemeyerek girdiğimiz bu tartışmalar konunun tahminimizin ötesinde bir öneme sahip olduğunu görme fırsatı verdi.

Sorun yalnızca tekil bir örnek olarak AKP’nin faşizme yönelme sorunuyla sınırlı olsaydı konunu üzerinde ısrar etmek belki gereksiz bile olurdu. Ancak sorun, kapitalizmin sistem ölçeğinde faşizme yönelişinin görmezden gelerek AKP’nin ihtirasına ya da RTE’nin dizginlenemeyen iktidar hırsına indirgenemez. Baştan başlayalım: Faşizm, tekelci sermayenin en saldırgan en gerici kesimlerinin iktidarı ise Alman faşizminin vücut bulduğu kapitalizmin bu evresinde, kapitalizm emperyalizm evresine evrilmiş olmakla birlikte bu evrilme sömürge ülkelerde içsel bir olgu olmayıp sermaye ihracı, ham madde ithalatı ve ucuz iş gücünün sömürüsü şeklindedir. Bu ülkeler ekonomik yapıları bakımından feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu, iktidarları da kapitalizmin işbirlikçisi feodal iktidarlardır. Kapitalizmin gerek üretim ilişkilerinde gerekse toplumsal yaşamın diğer alanlarında kendi yapısal özelliğini taşıyan egemenlik tesis etmeksizin var olduğu bu ülkelerde Feodal iktidarların kullandıkları “zor” elbette faşizm olarak tanımlanamaz. Burada “zor”un şiddeti ölçü olmayıp “zor” u hangi egemen gücün kullandığıdır. Tekelci burjuvazinin “ en saldırgan ve en gerici” kesimlerinin kullandığı zorun adıdır faşizm. Öyleyse “zor” u salt biçim olarak herhangi bir egemen sınıfın  kullanılması değil, tekelci sermayenin en gerici, bağnaz ve şoven kesimlerinin kullanmasının adıdır faşizm. Bu nedenle faşizmden söz etmek için öncelikle o ülkede egemen üretim biçiminin tekilci burjuvazinin ortaya çıkmasına ve iktidar egemenliğini ele geçirmesine bağlıdır. Faşist iktidarların ortaya çıktığı dönem tekilci burjuvaların tek tek ülkelerde egemenlik ağını kurduğu ve kapitalistlerin kendi aralarındaki çelişkinin kıtasal savaşlara yol açtığı bu dönemde her kapitalist ülke o ülke devletinin diğer kapitalist ülkelere karşı yalnızca kendi egemeni olan tekelci burjuvazinin vurucu gücü görevini görür ve devlet bu amaca hizmet için yeniden örgütlenir.  Dışarıda diğer kapitalist ülkelerle boğuşurken ülke içinde kapitalizm karşıtı güçlerin işlevsiz hale getirilmesi gerekir. Alman ve İtalyan Faşizminin yalnızca ülke içindeki Antikapitalist güçleri sindirme, yok etme göreviyle karşı karşıya değildir. Dışarıda, sömürgelerde ya da diğer kapitalist ülkelerin pazarlarının ele geçirilmesi savaşında başarılı olması içeride öncelikle savaş karşıtı güçlerin eylem ve örgütlülüğünün işlevsizleştirilmesi gerekir. Bu nedenle faşizmin ilk hedefinin emperyalist yağma savaşlarının en karşıt ve direngen gücü işçi sınıfının ekonomik, siyasal örgütlenmelerini hedef alması bir tercih ya da tesadüf değildir. Bu nedenle faşizmin ilk hedef tahtasına koyduğu devrimcilerdir, diğer ilerici güçlerdir. Faşist iktidarlar elbette yöneldiği amacı gizlemek için, daha yoğun sömürü için daha çok baskının gerekliliğini kitlelerin gözünden gizlemek için Göbels vari propagandistler, yalan makineleri üretirler. Bu anlamda ilk kazandıkları taraftarlarda, toplumda eğitim düzeyi düşük, anlama ve kavrama kabiliyetinden yoksun, toplumun en alt kültür katmanlarıdır, sınıf bilinçsiz seviyesiz kesimdir. Bu kesimlerin ilkel ve gerici duygularını harekete geçirmek oldukça zahmetsizdi. Aç kalan tavuk gibi önlerine ne atsan nasıl olsa darı niyetine yutmaya hazırdırlar. Hitler’in, Almanya’daki işsizliğin ve yoksulluğun nedeni olarak ilk ağızda Yahudileri giderek farklı etnik kökenleri göstermesinin nedeni budur. Yahudi düşmanlığının yan sanayisi de üretilecektir: Alman ırkını bozan, yozlaştıran Çingeneler mesela. Araplar, Orta doğu halkları v.s. Hatta faşizmin bu alman ırkı dışındaki etnik kökenleri küçümsemesi, yok sayması o boyuta varacaktır ki Hitler “ diğer uluslar ancak efendi Almanların kölesi olacaktır diyebilecektir. Hitler’in bu demagojiyi başarıyla kullanmasının nedeni,   bu demagojiye inanacak geniş yığınların mevcudiyetidir. Faşizmin ilk kitlesel temeli de bu kesimlerdir. Her şey alman emperyalizminin yeryüzü çapında egemenliği içindir ancak bu yerkürenin diğer emperyalistlerini alt edilmesiyle mümkündür ve diğer sermaye grupları kendi egemenlik alanlarının korunması için alman emperyalizmi kadar saldırgan olmak zorundadır. Özetle, klasik faşizmin vücut bulduğu Kapitalizmin evresi tek ülkede emperyalist kapitalizmin hakim olduğu ve bu hakimiyetin diğer kapitalist ülkelere karşı korunması için savaş dahil her türlü karşı önlemin alındığı evredir.

  1. yüzyılın sonları ve 21. Yüzyılın bugünü Emperyalist kapitalizmin tek tek ülkelerdeki hakimiyetinin küresel hakimiyete dönüştüğü dönemdir. Bu dönüşüm iki olguyu beraberinde getirmiştir. Birincisi kapitalizm tek tek ülkelerdeki hakimiyetini küresel hakimiyete çevirirken kapitalist güçlerin aralarındaki çelişki ve çatışma bütünleşmeyi, yerküreyi tek tek kapitalist ülkelerin egemenlik/ Pazar alanlarından çıkararak küresel ölçekte hakimiyete dönüştürmüştür. Yani kapitalizm artık küreseldir ve her ne kadar –örneğin ABD’nin- görece üstünlüğünden söz edilebilse de mutlak üstünlüğünden söz edilemez. ABD belki eşitler arasında birincidir ancak mutlak değildir. ABD görece üstünlüğünü küresel kapitalizmin egemenliği adına kullanmaktadır. İkincisi kapitalizmin küreselleşmesi bağımlı/geri bıraktırılmış ülkelerdeki kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini tasfiye etmiş, kapitalist üretim ilişkilerini ikame etmiştir. Yani bu ülkelerde kapitalizm artık dışsal bir olgu olmaktan çıkmış, egemenlik alanları kapitalizmin ruhuna uygun şekillenmiş, sınıflar kapitalist üretim ilişkilerinin mevcudiyetine uygun olarak şekillenmiştir. Şimdi sorulması gereken soru şudur: Klasik faşizmin tarih sahnesinde görüldüğü, kapitalizmin tek tek ülkelerde ve birbirinden bağımsız olarak varlığını sürdürdüğü dönemde kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve iktidar yapısının buna göre şekillendiği geri bıraktırılmış ülkelerdeki zorun adının faşizm olarak adlandırılmasının mümkün olmadığından hareketle, kapitalizmin yer küre ölçeğinde egemenlik ağını kurduğu, geri bıraktırılmış ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin içselleştiği küreselleşme döneminde hangi geri bıraktırılmış, bağımlı ülkede kapitalizm öncesi üretim ilişkileri aranmaktadır?. Küresel kapitalizm aynı zamanda dönemsel krizlerin süreklilik kazandığı, krizlerden çıkamadığı bir dönemi işaret etmektedir. Bu nedenle küresel kapitalizmin tek tek ülkelerde değil, yer küre ölçeğinde neden adım adım faşizme yöneldiğini, bu yönelimin siyasi argümanlarının neden siyasal İslam olduğunu, AKP’nin sistem içindeki yerini ve İŞİD’i  bu bağlamda irdelemeyi sürdüreceğiz.

Bölüm-3

Başlıktaki yazının ikinci bölümünün alt başlığını “Siyasal İslam’dan İŞİD’e olarak belirlememizin amacı bazı sol çevrelerin siyasal İslam ile faşizm olgusunu yan yana getirmenin, düşünmenin Marksizm ile bağlantısı konusunda Nuh deyip peygamber dememeleri sonucudur. Kısaca bu çevreler faşizmi tekelci kapitalizm bağlamında ele alırlarken Siyasal İslam’ın tekelci sermaye ötesi küresel sermayenin bir türevi, Müslüman coğrafyalarda bir iktidar seçeneği olduğu gerçeğini görememekte, kavrayamamaktadırlar. Hatta bu çevrelere göre Siyasal İslam kapitalizmin karşısına bir alternatif olarak çıkmıştır, kapitalizmin ezdiği “ zavallı Müslümanlar” ayağa kalkıp kendi iktidar seçeneklerini oluşturmuşlardır, deneyip görmek gerekir! Ne diyelim, deneyebilirler elbette ama umarız denemelerinin sonucunu görmeye fırsatları olur. Sanki kapitalizm sömürüsünü özel mülkiyet temelli sömürü mekanizması üzerine değil de “dinsel inançlar üzerine” kurmuştur. Öyle ya Kapitalizm “Batılı Hıristiyanların” egemenliğinde ya, sömürmek için kıyamadıkları Hıristiyanların hıncını Müslümanlardan çıkarıyorlar. Tabi, hal böyle olunca Batıdaki kanlı sınıf mücadeleleri de birer şehir efsanelerinden ibaret kalıyor. Fransız işçi sınıfının Paris Komünüyle işçi iktidarının ilk çekirdek denemesi olduğunu da “kökü dışarıda” bir yıkıcılık saymak gerekecek.

Siyasal islamın ideolojik, felsefi ve kültürel kökenleri zerinde kitle dergisinin çeşitli sayılarında yayımlanan birçok makale üzerinde yeterince duruldu. Kapitalizmin islamla flörtü, yakınlaşması yeni olmamakla birlikte 20. Yüzyıl sonlarında Asyada, Afrikada sosyalist bloku abluka altına almasıyla başlar. Özellikle Afganistanda iktidar olan Sovyetler yanlısı ilerici Babrak Karmal ve Necibullah rejimlerine karşı bir çevirme harekatı olarak Kapitalist sistemin “Yeşil Kuşak” harekatında bu güçleri kullanmasıyla siyasal islama giden yol da açılmış oldu. Radikal İslamcı Taliban harekatı, el Kaide gibi örgütler bizzat örgütlendi, danışmanlık hizmetleri verilip askeri eğitimden geçirildiler. Afgan iç savaşında kapitalizm adına savaştırıldılar ve nihayetinde yeşil kuşak projesi amacına ulaştı, Babrak Karmal ve Necibullah rejimleri yıkılarak yerine İslamcı yönetimler kuruldu. EL Kaide Talibanın ardılıdır. Bugün Afrikada faaliyet yürüten Boko Haram, Suriyede El Nusra cephesi, daha geniş alanda faaliyet sürdüren İŞİD in ilham kaynağı Taliban hareketedir ve aynı ölçüde bu örgütler sistem tarafından desteklenmiştir. Tabi hemen bu gün kapitalist sistemin bu örgütleri karşısına neden aldığı sorusu akla gelmektedir. Nedeni oldukça açıktır: Kurgu bilim filmlerinde olduğu gibi kapitalizmin laboratuarlarında yaratılan frankeştaynlar yaratıcılarının iradesi dışına çıkmış, boynuz kulağı geçmiştir. Manüpile edildiği gibi bu örgütleri karşısına almasının gerekçesi bu örgütlerin “şeriat rejimleri” kurma peşinde oldukları değildir. Öyle olsaydı bu gün sistemin jandarması ABD nin en gözde müttefiki olan en katı şeriat rejimleriyle yönetilen S.Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelere de “birazcık demokrasi” götürür, bu ülkelerde de darbelere girişirdi.

Kapitalizm bir taraftan az buçuk kapitalizm karşıtı ilerici rejimlerin devrilip bu ülkeleri sistemin sömür alanına sokmak için silahlandırıp eğittiği radikal dinci örgütleri kullanırken diğer taraftan Ulusalcı Arap Baas rejimleri içinde gelişip kök salması için Müslüman kardeşler örgütüyle ilgilenmektedir. Arap Baas rejimleri kapitalizmin yer küre ölçeğinde gelişmesine bir engeldir ve iktidar alternatifi yaratılmalıdır. Müslüman Kardeşler örgütünün Müslüman nüfus içinde yayılmasının güçlü psikolojik üstünlüğü ve dinsel avantajları vardır. Bu nedenle de el altında hazır bulundurulmalıdır. Zira sistemin gelecekteki iktidar alternatifidir.

  1. yüzyılın sonlarında Sovyetler Birliğinin yıkılmasıyla Siyasal İslam’ın iktidara hazırlanmasının da ideolojik hazırlıklarına girişilmiştir. Tarihin sonunun geldiği ilan edilmiş ve bundan böyle etnik ve dinsel var oluşun çekişme alanını oluşturacağı ilan edilmiştir. Sizin bunu şöyle okumanız gerekecek: Sınıf mücadeleleri bitmiştir, bundan böyle yeryüzünde çekişmelerin ana eksenini inançlar ve etnik kökenler arasındaki çatışmalar oluşturacaktır. Bu tezin ilk denemesi Yugoslavya’da sahneye konmuş, Sırp/Hırvat/Boşnak, Müslüman/Hıristiyan bağlamında her iki öğe birlikte iç içe kullanılmıştır. Bugün Ortadoğu’da olup bitenler de dinsel/inançsal çatışmaların /çatıştırmaların tezahürüdür.

Asıl üzerinde durmak istediğimiz konunun açıklığa kavuşturulması için, daha önceki yazılarımızda yeteri kadar üzerinde durduğumuz yukarıdaki açıklamalardan sonra siyasal islamın neden faşizme açık olduğunun irdelenmesi gerekir. Konunun daha iyi anlaşılması için irdelemenin kategorik olarak yapılması yerinde olacaktır.

Birincisi dış faktörler. Bu olgu tamamen küresel kapitalizmin gelişimi ve bu günkü ABD ve Avrupayla ilgilidir. Kestirmeden söyleyelim, kapitalizm bir türlü düzlüğe çıkamıyor. Battığı bataklıkta umutsuzca patinaj yapıyor. Geçmiş dönemlerinde olduğu gibi girdiği bunalımın içinden yeni teknolojiler, mal ve hizmet alanlarının genişletilmesi, para politikalarıyla çıkamıyor.Varlığını sürdürmek için kaçınılmazı olan büyümenin asgari limitine bile erişemiyor. Zaman zaman girdiği, 20. Yüzyılın son çeyreğinde süreklilik kazanan ancak, bunalım/kriz ikileminde bunalımların süreklilik kazanmasına karşın krizlerden bir şekilde çıktığı dönemler geride kaldı. 21. Yüzyıla girerken bunalım/kriz ikileminde ağır basan yan krizleridir ve her yeni hamle krizleri derinleştirmekten başka işe yaramıyor. Krizlerin sürekliliğinin toplumsal yaşamda göstergesi sömürünün ve yoksullaşmanın artmasıdır. Asgari büyümeyi gerçekleştiremediği için de yeni istihdam alanları yaratamıyor ve işsizlik çığ gibi büyüyor. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda işsizlik sorunu olmayan merkez kapitalist ülkelerde çalışan nüfusun yüzde sekiz-on gibi ciddi bir kesimi işsizdir. İşçi sınıfının ekonomik örgütü sendikalar etkisizleştirilmiş, politik/siyasi örgütleri ideolojik olarak çökertilmiştir. Sistemin açmazında çözüm üretmesi gereken işçi sınıfı çözücü bir güç olma iradesinden uzaktır. Toplumsal açmazın nedenlerini açıklayacak, toplumu örgütleyecek güç ve yetenekten yoksundur. Toplumun geniş kesimleri krizlerin ideolojik politik nedenlerini kavrayamamakta, egemen sınıfların dümen suyunda seyretmekte ve işsizlik ve yoksulluğun gerçek nedenleri gizlenmekte, toplumun önüne farazi sebepler konulmakta, ideolojik olarak bilinçsiz topluma yutturulmaktadır. Ülkedeki yabancı işçiler işsizliğin sebebi olarak gösterilmekte, ırkçılık körüklenmektedir. Sınıf bilincinden yoksun ırkçı faşist kitle partileri çığ gibi büyümektedir. Merkez Avrupa ülkelerinde ırkçı faşist partilerin toplum içinde yayılması geometrik olarak büyümektedir. Almanyada bir çok Neo-Nazi grupların yanı sıra Müslüman yabancıları hedef alan Pediga, Yunanistanda altın Şafak Partisi, Fransada Ulusal Cephe, Danimarka’da Halk Partisi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, İsveç’te İsveç Demokratlar Partisi, Belçika’da Vlaams Blang, İngiltere’de UKIP, Macaristan’da Jobbik gibi faşist partiler, hızlı bir yükseliş gösteriyor. Bugün Avrupanın on yedi ülkesinde faşist partiler barajı aşarak parlementoda temsil edilmektedirler. Faşizmi yaşamış Avrupanın faşizme ilgisi kapitalizmin geldiği noktanın da göstergesidir. Faşizm, kapitalizmin kriz dönemlerinin iktidar biçimidir. Avrupa faşist hareketinin bu gelişim çizgisi son yirmi yılın ürünüdür. Yani küresel kapitalizmin tarihin bu kadarcık kısa bir zaman diliminde çürümüşlüğünün tescilidir. Faşist partilerin bu büyüme hızından küresel kapitalizmin habersiz olduğunu düşünmek saflıktır. Faşizm sermayenin yedeğinde tuttuğu, sınıfsal ve kitlesel hareketlerle sıkıştırılmasına karşı harekete geçirdiği tampon güçtür. Küresel kapitalizmin krizinden doğan faşizmin Avrupadaki görünümü budur.

İkincisi iç faktör: Şayet, klasik kapitalizm dönemi gibi kapitalizmin tek tek ulusal sınırlarla çevrili ülkelerde varlığını sürdüren bir sistem değil de, yer küreyi egemenliği altına alan ve bir sistem olarak tanımlıyorsanız iktidar seçeneklerini de yer kürenin farklı bölgelerinin özelliklerine uygun düşen tarzda düzenleyecektir. Bu düzenleme, düzenlemenin yapılacağı ülkenin tarihi, kültürü, coğrafi özellikleri gözetilerek bunlara uygun düzenlemeler yapılacaktır. Bunun açık anlamı yer kürenin hiçbir bölgesinde, en ücra köşesinde bile küresel kapitalizmden bağımsız, yerküreyi kapitalizmin açık pazarı haline getirmeyen iktidarlar oluşturulamayacağıdır. İslam ülkeleri yer kürenin bir parçasıdır ve bu ülkelerdeki iktidarların oluşumunu da küresel kapitalizmin dışındaki seçenekler olarak düşünmek yaşanılan dönemin dışında farklı bir zaman diliminde yaşayanlara mahsus olacaktır. Bu nedenle Başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere iktidar seçeneğini küresel kapitalizm belirler. Ancak, Siyasal islamın kitleler nezdindeki görünümü dinsel referanslarla iktidar olunduğudur ve yönetimin dinsel referansları esas alacağıdır. Bu psikolojinin –esasa zarar vermeden, yani küresel kapitalizmin önüne koyduğu görevleri savsaklamadan gerçekleştirmesi şartıyla- iktidar sahiplerince de kabul gördüğü siyasal İslam iktidarlarının ortak özelliğidir. Siyasal islamın ilk iktidar denemesi Mısırda Mursi yönetiminin seçilir seçilmez adeta mutlaklığını ilan etmesi unutulmamalıdır. Yani bir şekilde, burjuva geleneksel yöntem ve yollarını kullanarak iktidara geldiği halde ilk işi iktidarda kalmasının sürekliliğini sağlamanın yollarını aramak olmuştur. Seçimlerle gelmiştir ama seçimlerle gitmemenin koşullarını yaratmaya girişmiştir. İslamcı psikolojide iktidara gelmek için seçimler birer araçtır, amaca ulaşılınca kaldırılıp atılır. Esas olan iktidarın sürekli dinsel kimliğinin korunmasıdır ve bunun koşullarının yaratılmasıdır. Ancak, siyasal İslam’ın iktidar yapılmasında uluslar arası burjuvazinin ön göremediği bir durum vardı. Siyasal İslamcıların iktidarlarını mutlaklaştırmaları pek umurlarında değildi, iktidar yapılmalarına ters düşmemek, kendilerine kapitalizm adına verilen görevleri yerine getirmek koşuluyla iktidarlarını sonsuz kılmaları sorun yaratmazdı. Ancak, siyasal İslam’ın iktidar olmasıyla beklenmedik bir sorun çıktı. Onlar kapitalizm adına istikrar istiyorlardı, gürültüsüz patırtısız bir sömürü istiyorlardı. Oysa Siyasal İslam’ın çok geçmeden bir zamanlar kendi laboratuarlarında yarattıkları ve kontrollerinden çıkan radikal İslam’ın arka bahçesi olduğu, bu çevrelerin potansiyel beslenme alanı oldukları görüldü. İktidara bir daha gitmemek üzere yerleşmenin koşullarını yaratmaya çalışan Mursi, başka zamanlarda Batı kapitalizminin pek kınadığı askeri darbeyle iktidardan gönderildi. Dikkat edilirse AKP nin iktidar seçeneği olarak düşünüldüğü 2000 li yıllarda batı kapitalizmi bütün araç ve gereçleriyle kitle psikolojisine AKP nin iktidar olmasının algısını yerleştirmeye çalışıyor, Ortadoğuyu kapitalizm adına düzenlemenin eş başkanlığını da AKP genel başkanına veriyordu. Mursi olayına kadar yere göğe konulmayan RTE, Mursi olayıyla birlikte eğik düzlemde kaymaya bırakılmış, “tu kaka” ilan edilmiştir. AKP iktidarı 12 yıllık icraatında ve halen İslamcı ideolojisinin gereği iktidarını mutlaklaştırmak için uğraşırken AKP yi iktidara getirenler elbette bundan habersiz değildi. Mursi olayı bir laboratuardı ve bu laboratuardan üretilen ürünün ne olacağı da görülmüştü. AKP iktidarının radikal İslamcılara olan aşkı ve desteği görülmekle eğik düzleme bindirildi. Geleceğimiz nokta şudur: Faşizmin karakteristik özelliği, her ülkenin kendine özgü hassasiyetlerini yoğurarak demagojik yöntemlerle kitle tabanı oluşturmasıdır. “Dindar ve kindar gençlik” söyleminin geniş yığınlarda kabul görmesinin nedeni İslami inancın güçlü ve yaygın olmasıdır. İslamcı iktidarların iç faktörü olarak tanımladığımız bu olgu yaklaşan seçimlerde nasıl kullanılır ve seçim sonuçlarını nasıl etkiler. Yeniden tek başına iktidar olamama karşısında nasıl bir tepki verilir, seçimle gelmenin seçimle gitme sonuçlarına katlanılır mı?. Düşünmesi bile ürkütücü ancak, yaratılan bu algıyla “İslam” etrafında militanlaştırılan kesiminin, olası bir açık faşizme yönelişte hiç kuşkusuz faşizmin kitle tabanı olmaya dünden hazır olması sürpriz sayılmaz. Bu nedenle sınıfsal içerikten yoksun, onu dışlayan etnik ve dinsel algı küresel kapitalizmin yönelişi olan neo faşizmin vurucu gücünü oluşturabilir ve İslamcı tabanın faşizme taban oluşturmayacağı savı da yaşananların yadsınmasıdır.

Klasik faşizmin sınıfsal temelini tekelci burjuvazi oluştururken, ideolojik temelini gericilik ve şovenizmin , kitlesel temelini ise sınıf bilinçsiz yığınların oluşturduğu , yönteminin şiddet demogoji ve yalan, hedef amacın ise tek tek kapitalist devlet kökenli tekelci sermayenin , (Almanya ve İtalya örneği ) diğer emperyalist-kapitalist devletlerle ortaya çıkan Pazar anlaşmazlığında  ve diğerlerinin aleyhine dünya pazarlarına sahip olmak ,ulusal ve sınıfsal sömürüyü yoğunlaştırmak olduğu bilinmektedir. Klasik  faşizmin uygulama ve ihtiyaç alanları, ortaya çıktığı ülkede  sermayenin  yoğunlaşma derecesiyle sahip olunan pazar payının ters orantılı olmasına göre şekillenmiştir.

Örneğin birinci paylaşım savaşının başlatıcısı ve yenik tarafı olan Almanya , Savaş sonrası Alman sermayesinin yoğunlaşmasıyla orantılı olmayan  pazarlarını genişletmenin yolu olarak yeniden ikinci paylaşım savaşının başlamasına neden olacaktır.Savaşın sonuçlarının istatistiksel   verileri bu yazının dışındadır. Altını çizmeye çalıştığımız nokta , Klasik faşizm döneminin belirleyici özelliğinin  tek tek kapitalist ülkelerde, bu ülkeler kökenli tekelci şirketlerin Pazar sorunun bu ülkeler devletlerince çözülmeye çalışıldığıdır.Akla şu soru gelecektir, diğer kapitalist ülke tekellerinin Pazar sorunu yok mudur,ya da pazara doymuş mudur? O dönemin kapitalist ülkeleri ile sahip olduğu pazarlar kıyaslandığında; İngiltere bir imparatorluktu ve kıtasal sömürgelere sahiptir. Fransa , Hollanda, Belçika yine denizaşırı pazarları ellerinde tutmaktadır. ABD nin elinde koca bir Latin Amerika kıtası vardır. Zira Japonya Uzak Asyada önemli pazarlara sahiptir. Diğer kapitalist ülkelerin dünya pazarlarına egemen olmaya başladığında Almanya ve İtalyanın ulusal birliğini geç tamamlaması ve kapitalistleşmeye diğer ülkelere oranla geç ulaşması, diğer kapitalist ülkelerle pazarlardan gücüyle orantılı pay sahibi olmasını engellemiştir. Yani Almanya ve İtalya tekelci sermayeleri diğer kapitalist ülkeler tekelleriyle boy ölçüşebilecek düzeye geldiğinde dünya pazarlarının , bunların dışındaki emperyalistlerce paylaşımı tamamlanmıştır.Alman ve İtalyan –kısmen Japonya- tekellerinin pazarların yeniden paylaşımını gerçekleştirmelerinin yolu dışarıda savaşlar, içerde faşizmdi. Bu bir tercih olmayıp,sermaye açısından bir zorunluluktu. Bu nedenle , diğere kapitalist ülkelerde, yer yer burjuva demokrasisinin sınırlarını zorlayıcı baskı ve sindirmelere tanık olunmaktaysa da , bu ülkeler sermayeye yeterli pazara sahip olmalarından dolayı Almanya ve İtalya benzeri klasik faşizme ihtiyaç duymamışlardır.

Bölüm-4

Konu başlığından da anlaşılacağı gibi, sermayenin küreselleşmesi ile birlikte , sistemin işleyişinde ne ölçüde farklılıklara yol açtığının kalın çizgilerle belirlemek zor da olsa, kapitalizmin işleyişinde anlamlı değişimlerin meydana geldiği kabul gören bir tespittir.Aşağıda açıklamaya çalışacağımız bu tespitin  götürdüğü sonuç şudur: Kapitalizm, tek tek devletlerin ve salt bu devletler eliyle kendi menşeili tekellerinin sorunu olmaktan çıkmış, yerküre ölçeğinde gerek  emperyalist kampın gerekse tekellerin  kapsamlı işbirliklerine ve bu işbirliğinin somut görünümü olan örgütler eliyle sistemi ve yerküreyi yöneten aygıta dönüşmüştür.Bu olgu hem kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının ve diğer halk katmanlarının maruz kaldığı  sömürünün yoğunlaşmasına, gerekse bağımlı ülkelerle gelişmiş kapitalist ülkeler arasındaki uçurumun açılmasına yol açmıştır. Satır başlarıyla;

1) Kapitalist sisteme “ sosyal devlet “ olgusunu dayatan , burjuva demokrasisinin nimeti olmayıp, sosyalist sistemdeki çalışan kesimin yaşam standartlarının sosyalizmle birlikte yükselmesidir. Batılı kapitalist ülkeler işçi sınıfının sosyalizme eğilimi , batı burjuvazisini tavizkar olmaya, sınıf mücadelesinin ateşini “ sosyal devletle” aşmaya zorlamıştır. Batılı ülkelerde grev ve toplu sözleşme hakkı, ücretlerin önceki döneme göre nispeten daha yüksek tutulması , sosyal güvenlik kurumlarının oluşturulması ikinci paylaşım savaşı sonrasıdır, yani sosyalizmin bir sistem olarak kapitalizmin karşısına çıkmasıyla gerçekleşmiştir.21. yüzyıla girerken sosyalist sistemin dağıtılmasıyla, kapitalist sistem kendini yeniden organize etmiş, bir taraftan Sovyet ülkelerine “ilgisini(!) artırıp, az buçuk eski Sovyet geleneğine bağlı yönetimleri bilinen yöntemlerle bertaraf edip, sisteme sadık yönetimler oluştururken, diğer taraftan ve bunun sonucu olarak ve küresel kapitalizmin ihtiyacına cevap verir şekilde Ulus devletleri parçalamış ve  bu ülkeleri hızla pazara açmıştır. Gerek eski Sovyet ülkelerinde gerekse bağımlı ülkelerde bu operasyonu yürütürken , diğer taraftan kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sahip olduğu ekonomik ve demokratik haklar hızla budanmaya başlamıştır.

2- Bağımlı ülkelerin klasik sömürü biçiminin görünümü olan, bağımlı ülkeler egemen sınıflarıyla emperyalistlerin süregelen ilişkilerinde göreli ekonomik ve siyasal bağımlılık sona ermiş, geri bıraktırılmış ülkelerin göreli ekonomik  bağımlılıkları IMF, Dünya Bankası,DTÖ v.b gibi sistemin ekonomik patronları tarafından, siyasal bağımlılıkları ise BM Güvenlik Konseyi ABD ve AB gibi kurumlarca yok edilmiştir. Bugün siyasal ve ekonomik  açıdan iki yüz geri bıraktırılmış ülke  yirmi  kapitalist ülkenin egemenliğindedir. BM Güvenlik konseyi aracılığı ile askeri egemenlik tesis edilirken, DTÖ ile ticari ve IMF ile de evrenin finansal egemenliği sağlanmaktadır. Bu nedenle BM,  ABD ve AB yi “ emperyalist kurumlar “ olarak tanımlamamız bir dil sürçmesi olmayıp, bilinçli bir tanımlamadır. ABD ya da AB Uluslar arası hukukta tanımını bulan klasik devlet olmanın ötesinde sistemin siyasal patronlarıdır. BM ise emperyalist kapitalizmin yasal görünümlü  hegomonya aracıdır. Bu daram geri bıraktırılmış ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesinin  de nedeni ve emperyalist egemenliğin de görünen yüzüdür. Geri bıraktırılmış ülke burjuvazisi ekonomik ve siyasal açıdan artık  emperyalist kapitalistlerin bu ülkelerdeki sömürüyü disipline eden “ müttefikleri “ olmayıp, yere burjuvazinin, emperyalizmin taşeronu olduğunun göstergesidir. Bu patron taşeron ilişkilerinin görünen yüzü de finansal bağımlılık,doğal kaynakların teslim edilmesi, stratejik sektörlerin özelleştirilmesidir.Bunun sonucu olarak geri bıraktırılmış ülke burjuvazisinin sömürüden aldığı pay ulus ötesi tekellerin lehine işlemekte, sömürü payı azalmaktadır. Geri bıraktırılmış ülke burjuvazilerinin BM, IMF, DTÖ veya Dünya Bankası kararlarındaki etki derecesi de emperyalist –kapitalistlerle kıyaslanamamaktadır.Yani geri bıraktırılmış ülke burjuvaları artık “egemen efendiler” olmayıp, emperyalist – kapitalistlere hayır deme iktidarını yitirmiş, söyleneni yapmak zorunda olan ,deyim yerindeyse “ taşeron” lardır.  Bağımlı ülkeler egemen sınıflarının, batılı kapitalist ülkelerin “ yürütme görevini “ üstlendikleri ulus ötesi sermaye ile işbirliklerini – tekelci sermaye adına sömürünün yoğunlaştırılması ve disipline edilmesi adına ve amacına-yoğunlaştırmaları, ne bu ülke burjuvalarını emsalleriyle eşitleyecektir , ne de bağımlı ülkeleri “ kapitalistleştirecektir”. Tersine bağımlı ülkelerle,kapitalist ülkeler arasındaki uçurum hızla ve onarılmaz biçimde açılmaya devam edecektir.

3- Klasik kapitaliz ayırıcı özelliği, aralarında Pazar paylaşımının yarattığı uzlaşma çelişki ve her kapitalist ülkenin Pazar sorununu kendi burjuvazisi lehine ve diğer kapitalist ülke ve burjuvaları aleyhine

Bölüm-5

Tarihi gelişimin farklı evrelerine egemen olan, değişimin ve gelişimin diyalektiğini sınıf mücadelelerinin oluşturduğu, bütünselliğini “toplumsal ilişki ve çelişkiler” olarak adlandıracağımız sürecin değişim evreleriyle aynı tarihsel süreç içinde yer alan kapitalizmin değişim evreleri incelendiğinde, denilebilir ki kapitalizm öncesi tarihsel dönemlerin gelişim ve değişim hızı kaplumbağa adımlarıyla ölçülürken kapitalizmin değişimi ve gelişimi yıldırım hızıyla gerçekleşmektedir. Bütün toplumsal/ tarihsel dönemlerin gelişiminin ulaştığı doruk noktası aynı zamanda “bitiş”, çözülme, dağılma yerini mevcut tarihsel dönemin içindi yeşeren farklı sınıfsal/tarihsel/toplumsal ilişki ve çelişkileri içinde barından ardıl dönemlerin aldığı görülmektedir.

Her dönemin toplumsal ilişkilerinin belirleyici beklemeği olan üretim ilişkilerinin biçim ve ilişkilerinin doğurduğu sınıfsal ilişki ve çelişkiler, üretim ilişkilerinin farklılığından kaynaklanan birbirinden farklı ilişki ve çelişkileri de beraberinde getirir, içinde taşır. Bu ilişki ve çelişkiler sınıf mücadelesinin de amaç ve yönünü belirleyecektir. Görülen odur ki kapitalizm öncesi toplumsal/sınıfsal yapıların değişim ve gelişim grafiği yüzerle ve binlerce yıllarla ölçülürken kapitalizmin gelişim grafiği kendisinden önceki dönemlerle kıyaslanmayacak kadar hızlı ve baş döndürücüdür. Toplumsal/tarihsel sahneden çekilmesi de aynı ölçüde öncülleri sınıflı toplumlar gibi baş döndürücü bir hızla olacaktır. Toplumsal sahneye ekonomide serbestlik/liberalizm, toplumsal siyasaya “eşitlikçi, özgürlükçü” olarak çıkan kapitalizm tekelci dönemle birlikte kendini yadsımış ve varlık sebebinin inkarcısı olmuştur. Bu olgu kapitalizmin henüz miyadı dolmasa bile sonuna doğru eğik düzleme geçtiği dönemdir. Ekonomide “serbest piyasa” yerini tekelciliğe, “eşitlikçi, özgürlükçü” karakteri despotluğa dönüşmüş, giderek faşist karakteri belirleyici olmaya başlamıştır.

Birinci paylaşım savaşıyla tohumları atılan çözülme sürecine önlem olarak ikinci paylaşım savaşında faşizme sarılmıştır. Her ne kadar burjuva siyaset bilimi faşizmi Almanya ve İtalya ile sınırlasa da durum bu değildir. Burjuvazinin bu yaklaşımı çirkin bir bilgi kirliliğidir. İkinci savaş döneminin üstelik faşist ittifakla savaş halinde olan ABD sinde ve Avurpanın diğer ülkelerinde burjuva iktidarların tutumu Nazi Almanyası uygulamalarını aratmamıştır. ABD de MC Carty dönemi, ilericilere yönelik cadı avları, Rosenberglerin idamı sözüm ona Demokratik yönetimlere örnek gösterilen ABD demokrasilerinin uygulamalarından seçilmiş örneklerdir. Ekonomik liberalizm siyasal demokrasinin temeliydi, elbette serbest piyasadan tekelleşmeye geçişle birlikte siyasal demokrasiden de otoriter yönetimlere, giderek faşizme yönelimler de sistemin ayakta kalması için başvurması gereken son çare olacaktır. Emperyalist/Kapitalistler arası çelişkilerin başat rol oynadığı 1950 li yıllara kadar tek tek ülkelerde egemenliğini sürdüren ve halen ağırlıklı olarak “Ulus”  temelli olan kapitalizmin 1950 li yıllardan sonra ekonomik ve siyasal bütünleşmeye giderek aralarındaki bütünleşme/çelişki diyalektiğinde bütünleşmenin ağır basmasıyla birlikte emperyalist Kapitalizm uluslar arası boyutta kurumlaşmaya başlamıştır. İMF, Dünya Bankası, askeri alanda Nato v.b gibi bu kurumlar kapitalizmin yerküreyi birlikte egemenliği altına alma, birlikte sömürmenin araçlarıdır. AB nin temelinin de bu yıllarda atıldığı gözden kaçmamalıdır.  Angaje edilmeye çalışılanın aksine AB bir “Avrupa Demokrasisi” projesi değildir. Kapitalizmin küresel kurumlarından biridir ve AB nin gelişim süreci de Uluslar arası kapitalizmin bütünleşmesi süreciyle eş zamanlıdır. “Ulusal” gelişimini tamamlarken ulus ölçeğinde merkezileşen, gözetleyen denetleyen, sınırlar çizen ve kendini koruma kalkanına alan kapitalizm, küreselleşmeyle birlikte yerkürede merkezileşmektedir ve merkezileşmenin kurumlarını yaratmaktadır. Sistem ölçeğinde artık “görecelilikten” başka bir anlamı kalmayan “ulus devletler” politikası da bu kurumlar aracılığı ile belirlenmekte ve dayatılmaktadır.  Artık krizleri süreklilik kazanan kapitalizm mali ve finansal politikaların dayatılmasında halkın daha çok sömürülmesini bu kurumlar aracılığı ile gerçekleştirmekte ve denetlemektedir.”Ulus devletler” küresel kapitalizmin kurumlarının/merkezin belirlediği ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri işleyişini yerine getirmekle görevli bölgesel şubelerdir. Bugün hiçbir ulus Devletin tek başına egemenliğine dayanarak belirleyebileceği bir politikanın mümkün olmadığını söylemek abartı sayılmamalıdır. Merkez olarak adlandırdığımız küresel kapitalizmin kurumlarının merkezde belirlenen ve kapitalizmin krizlerinin hafifletilmesine yönelik uygulamaları ulus devletler yöneticilerince ulusal politika olarak lanse edilirken gerçekler sınıf bilinçsiz kitlelerden gizlenmektedir.

Burjuva ve küçük burjuva demokratlarının da tarihi yanılgısı da burada başlamaktadır. Özellikle geri bıraktırılmış ülkelerde “kurtarıcı” gözüyle bakılan Sosyal Demokratların tümünün geleceğe ilişkin projesi ABye girmektir ve  “ilericilik vasfı atfedilen” Sosyal Demokratları bu sıfatlarıyla desteklenmekte ve umut bağlanmaktadır. Yukarıdaki açıklamalar bu kesimlerin bilinci bilgisi dahilinde olmasına karşın ısrarla “Avrupa Demokrasisi” yalanına sarılmaktadırlar. Oysa gözle görülen şudur: ikinci paylaşım savaşı sonrası Merkez Kapitalist ülkelerde işçi sınıfının politik ve ekonomik örgütlenmelerinin güçlü olması, sosyalizmin prestiji burjuvaziyi iktidarını kısmi tavizler vererek koruma noktasına getirmiş ve böylelikle işçi sınıfının olası iktidarının önüne geçebilmek için siyasal demokrasiden sosyal demokrasiye geçilmiştir. O günün koşullarında bunun maddi ve toplumsal temeli vardır. Kapitalizm her ne kadar sık sık bunalımlara düşse de yeni teknolojilerin üretime uygulanması ile sistem bir çıkış yolu bulabiliyordu. Oysa bugün gelinen noktada kapitalizm sürekli bir kriz halindedir ve krizlerle baş edemez durumdadır. Yani dünün “ kitlelerin ağzına bir parmak bal çalarak” kitlesel yedeklemeyi sağlayan burjuvazi bugün kendisi himmete muhtaç duruma gelmiştir. Sistemin sorunları artık herhangi bir hamleyle hafifletilebilir, çözülebilir olmaktan uzaktır. Bu objektif, küresel kapitalizmin yapısı gereği başka türlüsü olmayan, olamayacak olan kendi içsel çıkmazıdır. Daha önceki irdelemelerimizde de belirttiğimiz gibi Işid, El Nusra, Boko Haram gibi dinci örgütler kapitalizmin bir projesidir ve birer yıldırma araçlarıdır. Bugün gerek orta Doğu’da gerekse başka ülkelerde küresel kapitalizmin dinci taşeron örgütlerinin acımasızlığı, kitlesel katliamlarla gündemden düşmeyişinin arkasında küresel kapitalizmin kendisi vardır.

Bu yazı yazılırken Yunanistan’daki Referandum henüz sonuçlanmamıştır. Bilindiği gibi Avrupa troykası denilen Avrupa Merkez Bankası, AB ve İMF Yunanistanı iflasın eşiğine getirmiş ve Yunan Halkının daha çok kemer sıkması ve daha çok vergi vermesi, yani daha çok sömürülmesi için dayatmalarına karşı hayır diyen radikal SYRİZA hükümetini köşeye sıkıştırmışlardır. Hatırlanacaktır, Yunanistan’da Mali krizin baş göstermesiyle ve borçlarını ödeyemez duruma düşmesiyle Almanya Başbakanı Merkelin Yunanistan’a borçlarını ödemesiyle ilgili önerisi “adaları satın” olmuştu, yani ülkenizi satın… SYRİZA oldukça inanarak ve halkı ikna ederek Kapitalist sistemin içinde kalarak kapitalizmin Yunanistan’a yansıyan krizini çözeceğini vaat ederek halkın oylarıyla iktidar olmuştur.  Gelinen nokta SYRİZA ya da neyin olmayacağını öğretmiş olmalıdır. Referandumun sonuçları ne olursa olsun sonuç değişmeyecektir. Evet denirse zaten teslim alınmış Yunanistan’ın teslimiyetine meşruluk kazandırılacaktır. Hayır denilirse küresel kapitalizm Yunan halkına dişlerini geçirecek ve adeta cezalandıracaktır. Yunanistan’la aynı paralelde ve SYRİZA yı yere göğe sığdırmayan İspanyol PODEMOS’u Yunanistan deneyimi karşısında şaşkınlığını gizleyememektedir. Hatta referandumda kapitalist dayatmaya hayır çıkması durumunda şimdiden biçimini şeklini kestiremeyeceğimiz bir faşist iktidara davetiye çıkarılması uzak bir olasılık olarak gözükmemektedir. Yunanistan deneyimi neyin nasıl olmayacağını gösteren bir laboratuar deneyimi iken AB nin de ne mene bir demokrasi projesi olduğu görmek istemeyen gözleri de fal taşı gibi açacağa benzemektedir. İşçi sınıfının iktidarı dışında yol yöntem arayan, öneren, ahkam kesen küçük burjuva radikalleri için de bir samimiyet sınavıyla karşı karşıyayız. Faşizm üzerine deneme irdelemelerine devam edeecğiz.

Bölüm-6

Olgular, üst üste binen sosyal, kültürel, askeri, politik v.b olaylarla beklenen süreden daha erken gerçeğe dönüşebilir.

Gerek daha önceki yazılarımızda gerekse özel olarak irdelenmeye değer gördüğümüz bu başlıktaki yazılarımızda AKP iktidarının adım adım açık faşizme yönelişinin işaretlerini vermeye çalıştık. Sanki onbeş gün öncesi uzunca bir zaman dilimiymiş gibi, henüz bir “olgu” olarak irdelediğimiz veriler şu son onbeş gün içinde gerçeğin kapısını çalmaya başladı.

Bu başlıktaki yazının 5.Bölümünde 2000’li yıllar sonrası küresel kapitalizmin içine düştüğü krizden kurtulmanın yolu olarak gerek çevre/bağımlı ülkelerde gerekse Merkez kapitalist ülkelerde faşist hareketlerin ivme kazandığını ve toplumsal bir gerçekliğe dönüştüğünü, ancak Merkez kapitalist ülkelerde küresel kapitalizmin bu faşist hareketleri iktidara taşımayı düşünmediğini, yedek güç olarak hazırda bekletildiğini vurgulamış, ancak bağımlı ülkelerde durumun bu olmadığını, özellikle de küresel kapitalizm eliyle iktidara oturtulan AKP’nin kendisine verilen görevleri burjuva meşruiyeti içinde çözemediğini ve adım adım açık faşizme doğru yol aldığını belirtmiştik.  Konunun bir bütünlük içinde anlaşılması ve aktarılması için bir ara parantezle Yunanistan Syriza deneyimi üzerinde durduktan sonra ve irdelemenin sonuçlarıyla yazıya devam etme niyetimiz olayların beklenenden daha kısa sürede yoğunlaşması üzerine bu bölüm atlanarak Türkiye gerçeğinin irdelenmesini zorunlu kıldı.

7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin istediği oy oranına ulaşamaması ve bu yolla bir Latin Amerika tipi başkanlık sisteminin gerçekleştirilememesi “kolay ve ucuz” beklenti içinde olanların yüreklerine su serpti. Türkiye, dünyadan koparıldı, küresel kapitalizmin projeleri unutuldu ve sanki her şey Türkiye içinde olup bitiyormuş gibi “ tehlikenin atlatıldığı” sanısına kapıldı. Gerek bu başlık altında sürdürülen yazı dizisinde gerekse Kitle dergisinin muhtelif sayılarında yayınlanan farklı başlıklardaki yazı dizilerinde “kolaya kaçmanın” tehlikelerinden söz edilmiş ve Türkiye’de her ne olup bitiyorsa küresel kapitalizmin içinde bulunduğu durum ve Türkiye’ye yansıması kavranmadan olayların kavranamayacağı ve özellikle devrimci hareket adına yola çıkma iddiasında olanların doğru strateji ve taktikler geliştiremeyeceği,  sınıf hareketini yeni açmazlara sürükleyeceği eleştirileri yoğun olarak yer almıştır.

Dikkat edilirse AKP’nin başkanlık sistemine geçişi dile getirmesiyle “çözüm süreci”nin dile getirilmesi aynı ve eş zamanlıdır. Yani AKP başkanlık sistemi söylemini çözüm süreci söylemiyle eş zamanlı olarak dile getirmeye başlamıştır. Bu tuzak söylemin arkasında yatan küresel kapitalizmin gerçekleştirmeye çalıştığı projenin aşamalarına göz yumularak Türkiye demokrat kamuoyu ve Kürt siyasal hareketi mal bulmuş mağribi bu söyleme inanmış, heyetler kurulmuş, İmralı-HDP-AKP arasında sahte bahar havası estirilmiştir. Kandil ise İmralı’yı reddetmemiş ancak daha ihtiyatlı olmayı da elden bırakmamıştır. Estirilen sahte bahar havası kamuoyunda inandırıcılık algısı yaratmış ve çözüm sürecine ilişkin beklenti eğilimi yükselmiştir. Ne yaptığını iyi bilenler TV, gazeteler ve diğer kitle iletişim araçlarıyla, entelijansiyasıyla kamuoyunu propaganda bombardımanına tutmuştur. Yüzlerce yıldır sömürülerini ölümle sürdürenlerin sahte “analar ağlamasın” yavşaklığına “anaları ağlatan sizin kahrolası düzeninizdir” demek yerine, söyleme ortaklık edilmiş, adeta ölüm tacirleri meşrulaştırılıp masumlaştırılmıştır. 7 Haziran seçimlerine bu “inanmışlık” psikolojisi içinde gidilmiş, Demokrat kamuoyunun büyük bölümü bu inanmışlık içinde HDP’yi desteklemiştir. Asıl sorun şudur: Sistem içinde kalınarak ve sınıf hareketi yok sayılarak, olmasa da olur mantığıyla sorunların çözüleceğine ve çözücü unsurun bir tarafının da küresel sermayenin iktidar koltuğuna oturttuğu AKP olacağına inanılıyorsa bu konsept içinde düşünülen, davranılan düşünce ve eylem tarzının doğruluğu tartışılamaz. Yukarıda Yunanistan Syriza hareketinin sonuçları irdelendikten sonra faşizm üzerine tartışmanın daha bütünlüklü olacağını söylememizin nedeni budur. Syriza, inanarak ve samimiyetle sistem içinde kalınarak sorunların çözüleceğine inandı, kitleleri inandırdı, seçimden sonraki referandumda %60’lık bir oy oranıyla kitlesel desteğini pekiştirdi, ancak bir aydan kısa bir süre içinde küresel kapitalizm Syrizaya adeta söylediklerini “yedirerek”, troykanın-İMF, Avrupa Merkez Bankası ve AB-bütün dayatmalarını kabul ettirdi. Syriza, AB’nin bir “Demokrasi projesi” olduğuna çok inanmıştı!…HDP’nin sistem içinde kalarak sisteme muhalefet olunabileceğine ilişkin iyi niyetle inanması ve gerek seçim sürecinde gerekse seçimden sonra  canını dişine takması “sistem içinde kalınarak ve sınıf temelli bir örgütlenmenin öncülüğünden yoksun olarak sorunların çözülebileceğine ilişkin” iyi niyetinin geldiği sonuç bir kez daha gerçeğin inatçılığına yenik düşmüştür. Küresel dünyada merkezileşen, ağlarını ören dünya coğrafyasında Türkiye “lokal” bir alandır ve yaşanan küresel kapitalizmin Türkiye’ye yansıyan krizidir. Küresel kapitalizmin yerküredeki hegemonya gerçeği gözetilmeden lokal alanlarda çözüm arama saflığı trajediyle sonuçlanmaya mahkumdur. Şayet AKP “çözüm sürecini” dillendirmişse bunun altında bir demokratlık kırıntısı aranamaz. AKP  “Demokratlık” oynamak ya da “Demokrasi havarisi” kesilmek için iktidar yapılmadı, iktidar koltuğuna bunun için oturtulmadı. Küresel sermayenin Orta Doğuda girift ve karmaşık sorunlarının çözümü için iktidar yapıldı. HDP’nin söylemlerinin bulduğu kitlesel destekle ısrar ettiği “çözüm süreci” karşılığını “savaş ilanında” buldu. Gerek HDP’nin gerekse kitlesel destek veren demokrat kamuoyunun “çözüm sürecine” ilişkin AKP söylemlerine nasıl inanabildiği bizim değil, ileride bu saflığı araştıracağına inandığımız sosyal bilimcilerin görevi olacaktır. Öncelikle küresel kapitalizm, dünyanın hiçbir bölgesinde demokrasiyi, özgürlüğü kendisine sorun etmez, onun böyle bir sorunu yoktur. Küresel kapitalizm için demokrasi de özgürlük de sermayenin dokunulmazlığı ve sömürünün kutsallığıdır. Savaşlar bunun içindir, felaketler bunun içindir, soykırımlar bunun içindir. Dolayısıyla demokrat kamuoyunun desteğini alan, demokrasi ve özgürlük söylemlerine içtenlikle inanmış ve Marksist gelenekten gelmiş bir PKK’nın yasal zeminde meşrulaştırılmasına ve bir güç olmasına izin vermez. Orta Doğuda istenilen ve etnik zemini “Kürtler” olarak tanımlanan siyasal yapılar ancak ABD’nin dümen suyundan çıkmayan Barzaninin Kürt hareketi olur, HDP ve PKK olmaz. Küresel kapitalizmin gözünde bu siyasal oluşumlar hayat hakkı tanınan değil, yok edilmesi gereken oluşumlardır. Bu süreç Türkiye’de Barzani konumuna uygun, küresel kapitalizmin önündeki tıkanıklığı açmaya aday bir kürt siyasal hareketinin zeminini yaratmakta geç kalmayacaktır.

Seçimlerden sonra AKP’nin şahin kesilmesinin başkaca açıklaması yoktur. Şiddetin yaygınlaştırılmasının kitlelerde umutsuzluğa yol açması psikolojik bir tespittir. Yaşama güveni riske atılan kitleler, şiddetin yaratıcılarının yaygın propaganda amacına kolay teslim olacaklardır ve “güçlü bir hükümetin” yaşama güvencesini sağlayacağı inancıyla AKP’nin istediği çoğunluğu sağlayan bir meclisi AKP’ye teslim edeceklerdir. Böylelikle AKP iktidar olmaya yeterli çoğunluğu sağlayıp tek başına iktidarını sürdürürken, aynı kitle R.T.E ye de başkanlığın yolunu açacaktır. Kamu kurum ve kuruluşlarında hedeflenen iktidarın alt yapısı çoktan atılmış, gerekli kadrolaşma sağlanmıştır. Eksik olan kadrolaşmaya hükmedilecek baştır. Fiilen zaten “baş” olan Erdoğan başkanlık koltuğuna oturmakla da kare tamamlanacaktır. Sindirilen, yıldırılan, pasifikasyonla “illallah” dedirtilen kitleler eliyle ya da çoğunluğun sağlandığı Meclis eliyle seçilen başkan eylemli olarak Latin Amerika tipi başkan olacaktır. Son günlerdeki şiddetin tırmandırılmasındaki amaç sadece buna hizmet etmek, kitlelerde yılgınlık yaratmak ve böylelikle istenilen sonuca gitmek içindir. PKK-İŞİD operasyonlarının iç yüzü de budur. Yaratılan kitlesel katliamlar bu yönüyle iyi düşünülmelidir. Örneğin Suruç katliamında kullanılan canlı bombanın bir İŞID mensubu olması dikkatleri İŞİD üzerine çevirirken, katliamın ardından muhalif kitlesel tutuklamaların ve infazların gelmesi, öldürülen askerlerin PKK tarafından açıkça reddedilmesi olayın profesyonel ellerce tezgâhlandığının açık işaretlerini vermektedir.  Seçim öncesinden bu güne kadar ardı arkasına kesilmeyen ve ülkenin değişik yerlerinde ortaya çıkan katliamlarda karanlık güçlerin provokasyonları sırıtmaktadır. Görmemek için gözlerin kasıtlı kapatılması gerekir. İŞİD’e yapılan operasyonlar ise bir göstermelik garnitürdür, gerçeklikten uzaktır. İŞİD bu yönde küresel sermaye güçleri tarafından kullanılmıştır, Türkiye tarafından açıkça desteklenmiş, mühimmat/silah olarak donatılmış, gerek sınır bölgelerinde gerekse merkez şehirlerde desteklenip barındırılmıştır. TIR’larla gönderilen silahların üzeri kapatılamamış, koku etrafa yayılmıştır. Kitlesel katliamlarla ünlü bu cinayet şebekelerine karşı “operasyon yapıldı” komedisi, İŞİD e karşı duyulan kitlesel tepkinin “gazını almaya” yöneliktir. Yukarıda özetlenen ve ülkemizde yaşanan sorunlar küresel kapitalizmin derinleşen krizinin Türkiye ye yansımasıdır. Hastalıklı ve ölüme mahkûm küresel kapitalizmin ölümü kendiliğinden olmayacaktır. Küresel kapitalizmin saldırılarına karşı küresel boyutta işçi sınıfının örgütlü gücünü yaratmak, stratejisini belirlemek ve taktiklerini yaşama geçirmek gerek Türkiye gerekse aynı açmazı değişik boyutlarda yaşayan Dünyanın diğer ülkeleri devrimcilerinin ertelenemez acil görevi olarak kendini dayatmaktadır. Ya da açık faşizmin eşikten içeri girmesini engelleyecek başkaca güç ve çare de yoktur.

Bölüm-7

Ben demiştim” türü ukalalıklar, açmazların fırtınasında egolarını tatmin eden, açmazlardan medet uman muhterislere özgü hastalıklı bir ruh halidir. Onun derdi açmazın uçurumlarının büyümesidir, sisli havaları pek severler. Konu şudur, kestirmeden söyleyelim: Açık faşizm, beklenenden daha erken bir zamanda ülkenin kapısına dayanmıştır. Alt başlıklar halinde irdelenecek bölümlerde devrimciler aynayı öncelikle kendilerine tutmak zorundadırlar. Öncelikle bu onların mücadelesidir.  Başarabilirdik, şayet böylesi kuyrukçu bir edilgenliğin rehavetine kaptırmasaydık kendimizi.

  1. Ülkemizde faşizmin kitle tabanı “Türkçü/İslamcı” kesimlerdir ve kültürel altyapıları radikal dincilik ve ırkçılıktır. İslamcılık ve Türkçülük sentezlenerek devletin resmi ideolojisi olmuştur. İlerici hareketlere karşı farklı dönemlerde kâh ırkçı/Türkçü faşistler, kâh radikal İslamcı köktendinciler ön plana çıkmış, başat rol üstlenmiştir. 1960’lardan başlayarak 1980’lere kadar karşı devrimci hareketin vurucu gücü her ne kadar ırkçı/Türkçü faşistler ise de birçok olay ve saldırıda ortak hareket ettikleri bilinmektedir. 1965-1970 yılları arasında iç içe geçmişlikleri, devrimcilere karşı ortak saldırıları birlikte düzenledikleri neredeyse açık, net istatistiksel bir veridir. Geçmişte Milli Selamet Partisi, Refah Partisi/Saadet Partisinin ve bu gün AKP’nin kadrolarının bu dönemin İslamcı Akıncılar Derneği ve Türkçü/ırkçı faşist yapılanma olan Komünizme karşı Mücadele derneklerinden devşirildiği unutulmamalıdır.1970-1980 yılları karşı devrimci saldırılarda Türkçü faşistler ön plana geçerlerken, radikal İslamcılar kitlesel siyasal örgütlenmenin sessizliği içindedirler. Faşizmin toplumsal bir gerçekçiliğe dönüştüğü 1970-1980’lerde faşist hareketin (MHP/Ülkücü Gençlik Derneği v.b) kitle tabanını oluşturan unsurlar belirleyici olarak kültürel düzeyleri düşük, ekonomik olarak yoksul kesimlerden gelme Türkçü/Irkçı kesimlerdir. Ancak Türkiye’nin 60 yıllık yakın tarihinde karşı devrimci örgütlenmede inisiyatifi elinde bulunduran gerek İslamcı köktendinciler olsun, gerekse Türkçü/Irkçılar/Faşolsun dönemin bütününde hep iç içe olmuşlardır. Bu gün gelinen noktada köktendinci/ırkçı faşist göreceli ayrılığı ortadan kalkmış ve faşizmin inşasında ortak örgütlenmeyi gerçekleştirmişlerdir. Bütün faşist hareketlerin kitlesel tabanlarının ağır basan yanı ırkçık, ikincil yanı köktendincilik ise, İslamcı hareketlerin ağır basan yanı dincilik ise ikincil yanları ırkçılıktır. Bu olgu gerek Almanya, İtalya, İspanya, Portekiz gibi kapitalist ülkelerde olsun, gerekse Arjantin, Bolivya, Şili Türkiye gibi geri bıraktırılmış bağımlı ülkelerde olsun faşizmin kitlesel tabanının ortak özelliği olduğu gibi, faşist kadroların/liderlerin de ortak özelliğidir. Gelmeye çalıştığımız nokta şudur: Bu olgu açıkça kavranıp bilinmesi gerekirken siyasal İslamcı AKP’nin gerek iktidar oluşunda ve gerekse sanki iktidar olduğu 10 yılda hiçbir şey olmamış gibi, bütün emarelere kör bakılarak 10 yıl sonra bile AKP’nin “İleri Demokrasisinin” Siyasal İslam’ın önündeki yasal, toplumsal bütün engellerin kaldırılması olduğunu anlamayan bir “sol” bu kadar açık bir saldırı hazırlığını görme kabiliyetinden yoksunsa, sınıf mücadelesinin hangi karmaşık, inatçı, uzun vadeli sorununa çözüm getirecek bilgi ve birikim güvenilirliğine sahiptir. “Devrimci olmayı” Kemalizm’e küfürden ibaret sayanların, AKP’nin İslamcı faşist “sessiz darbesini”  alkışlayanların bugünkü durumdan yakınma hakları olamaz. Ama bu kesim sol adına Kemalizm’e küfürde yalnız değildiler, ortak dostları ABD diplomatları, AB temsilcileri, CIA istasyon şefleriyle omuz omuzaydılar. Kemalizm adına küfredilen ise kırık dökük laisizmdi ve siyasal İslamcıların alkışlarıyla da mest oluyorlardı. Oysa gerek siyasal İslamcılar, gerekse ırkçı faşistler 1950’li yıllardan beri Devletin himayesinde korunup kollanarak geliştiler. Yani küfredilen laisizm, göstermelik azarlamalar dışında bunların kılına bile dokunmadı. Devlet örgütlenmesinde/kamu görevlerinde hep kayrılan, korunan kollanan oldular. 2000’li yıllarda gelişip semirildiler ve artık korunup kollanmak yetmiyordu, bizzat iktidar olmalıydılar. Yukarıda sözünü ettiğimiz gerçekten kırık dökük laisizmin ufak tefek engellerinin aşılması gerekiyordu ve AKP’yi iktidar koltuğuna oturtan küresel kapitalizm tam da bu noktada “kırık dökük laisizmin” mırık dökük engellerinin de temizlenmesi için Türkiye’nin Kemalizm’den, yani laisizmden kurtulması gerektiğine ilişkin ardı arkası kesilmeyen fetvalarına başladılar. Solun bu konuda ortaklık ettiği kesim de bu kesimdi, yani sol adına küresel kapitalizmin dümen suyunda yüzmek… Nihayet el birliği ile bu da başarıldı ve bu kesim ancak siyasal İslam’ın faşizmine verdiği katkı payları oranında övünmelidir. AKP’nin Kürt siyasal hareketinin sırtını sıvazlar görünmesi bile bu kesimlerce AKP’yi neredeyse kutsallık mertebesine çıkarmıştır. Oysa AKP hiçbir şeyi saklamamıştır, ne dediyse onu yapmaktadır. Demokrasinin kendileri için araç olduğunu, varılacak yere varıncaya kadar kullanacaklarını söyleyen AKP’nin kurucu lideridir. Ama ne gam, AKP “İleri Demokrasi”yi ilan etti ya… Oysa açıkça görünen AKP’nin siyasal İslamcı tabanını oturtarak İslamcı faşizme doğru kesintisiz yol aldığıdır ve gelinen noktada bu süreç tamamlanmak üzeredir. Marksizm’i şaşı gözle okuyanlar kadar, sınıf mücadelesi yerine ulusal mücadeleyi ikame eden Kürt siyasal hareketi de AKP’nin siyasal İslamcı faşizmini görmezden gelerek övgüler düzmüşlerdir. AKP ile “Balayının bittiği” bu günkü durumda Kürt siyasal hareketinin Siyasal İslamcılarla flörtü de açıklanmaya muhtaçtır. 1990’lardan itibaren “Sol”, siyasal İslamcı demagojinin “mağduriyetine ve masumiyetine” öylesine inanmıştır ki demokrasi adına bu kesimlerin de örgütlenme özgürlüğünü savunmak solun bu kesimlerinin kutsal görevleri olmuştur. Şimdi gelinen duruma kılıf aramak yerine sadece elleriyle yüzlerini kapatıp ayıplarının günahlarının muhasebesini çıkarıp açık yüreklilikle ikrar etmelidirler.
  2. Sosyal olaylar sübjektif müdahalelerle maddi gerçekliğe dönüşürler. Sübjektif müdahale, maddi temeli yaratamaz, tersine dönüşüm olgunluğuna erişmiş olguları, insan iradesi ile ancak katalizör görevi görerek hızlandırır, olgular olaya, olaya sübjektif müdahale başarılı olursa değişime/devrime dönüşür. Sübjektif müdahalenin başarısızlığı ise olaylar örgüsünü parçalar ve toplumsal bazda gericiliğin egemenliği kanlı bir diktatörlüğe dönüşür. Yukarıda değindiğimiz AKP’den demokrasi bekleme aymazlığın altında yatan temel etmen ise küresel kapitalizm döneminde burjuvazinin -burjuva demokrasisi dâhil- kendisinin yarattığı bütün değerleri ortadan kaldırdığıdır. Burjuvazi, toplumsal yaşamda demokrasiyi inşa eden sınıf olma özelliğini Klasik emperyalizm dönemiyle sınırlamış, küresel kapitalizm dönemiyle ortadan kaldırmıştır. Rekabetçi kapitalizm döneminde kapitalizmin toplumda egemenlik kazanması için gerek piyasa yaratılması, gerekse feodal sınıfların ve değerlerin tasfiyesi açısından bir zorunluluktu. Gerçeklik kazanması, gelişmesi için bu şarttı. Gelişmesinin belirli evresinde, örneğin klasik emperyalizm döneminde bu gelişme tamamlandığı ölçüde tekelci burjuvazinin burjuva demokrasinse ihtiyacı da o arında azalmıştır. Bu azalmanın pratik görünümü burjuva demokrasi ile sağlanan hakların tamamen olmasa bile önemli ölçüde ortadan kaldırıldığıdır. Örneğin aynı durum “Ulus Devlet” için de öyledir. Ulus devlet burjuvazinin doğum döşeğidir. Kapitalizm Ulus devletlerle kapitalizm oldu. Ulus Devlet örgütlenmesi bir anlamda kapitalizmin örgütlenmesi, devletin bütün olanaklarının kapitalizmin gelişimi için seferber edilmesidir. Kapitalizmin Uluslararasılaşması ve giderek Uluslarötesileşmesiyle Ulus Devlet sınırlarına ihtiyacı kalmamıştır. Burjuva Egemen Ulus Devlet, küresel kapitalizm dönemi ile birlikte Küresel finans kapitalin düzenleyici bürokratik mekanizmasına, küresel şirketlerin sekretaryasına dönüşmüştür. Artık Egemen, ekonomik politikaları, yeryüzü siyasasını belirleyenler Ulus Devletler değil, küresel şirketlerdir. Küresel şirketlerin ise burjuva demokrasisinin göstergeleri olan sendikalara, çalışma güvenliğine, ücretlerin iyileştirilmesine, söz ve örgütlenme özgürlüğüne ihtiyacı yoktur. İhtiyacı olan tek şey yeryüzünün kesintisiz Pazar haline getirilmesi, sömürünün engelsiz ve kesintisiz devamıdır. Gerçekten Egemen Ulus Devletler döneminde, Ulusal Burjuvazinin ulus içinde kapitalizmin inşası ve gelişimi programı temel ilke olmak üzere bu amaca hizmet eden organların seçilmesi O ulusun topluca katılım ve iradesi ile gelişirken, Küresel kapitalizm küresel çapta kimin, hangi partinin seçileceğine küresel kapitalizmin programını uygulama yeteneğine bakarak karar verir. Hal böyle olunca, sanki burjuvazinin hala demokrasiye ihtiyacı varmış gibi burjuva demokrasisi beklentisi içine girmek devrimcilerin değil, ya yalandan beslenenlerin ya da aymazların beklentisi olabilir. Toplumun yönlendiricisi konumunda olan medyanın peşine takılarak aynı lakırdıları papağan gibi tekrarlamak ancak görevi kitlerin bilincini köreltmek olan demokratlık kılıfı kuşanmış yalamaların işidir. Devrimcilik bir niyet olmanın ötesinde iradedir, aynı zamanda neyi nasıl yapacağını bilmektir. İçinde bulunduğu durumu analiz etme bilgi yeteneğinden yoksun olanlar kendilerini egemen sınıfların sadık hizmetkârları olarak bulurlar. “Biz iyi niyetliyiz” demek yetmez. Bilmek ve anlamak gerekir. Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenirmiş… Burjuva demokrasisinin yasal olanaklarıyla iktidar olan/iktidar getirilen AKP’nin neden iktidar koltuğunu bırakmak istemediği R:T:E’nın kişisel ihtirasıyla açıklanamaz. Üstelik AKP’nin iktidardan gitmek istememesi sadece AKP’ye özgü bir şey de değildir. Küresel Kapitalizm döneminin son 20 yılı dikkate alındığında Hangi geri bıraktırılmış ülke iktidarlarına, özellikle İslam ülkelerindeki iktidarlara bakarsanız bakın fotoğraf aynıdır. Yolsuzluk, rüşvet, kayırma ortak paydalarıdır. Bu durumun bir geri bıraktırılmış ülke iktidarı, bir “Siyasal İslam” orijinalitesi olduğu görülecektir. Merkez kapitalist ülkelerde durum çok mu farklıdır. Belki bizim gibi ülkelerde olduğu gibi ayan beyan değil, ancak buralarda da hırsız eğitimlidir ve çaldığı minareye önce kılıfını uydurup sonra minareyi çalar ve bu kapalı kapılar ardında gerçekleyen bu durum ayan beyan ortalığa dökülmez. Yaşanan Güneydoğudaki kitlesel hale gelmiş ölümler karşısında bile “400 milletvekili verseydiniz böyle olmazdı” açık mesajına karşın hala olup bitenleri “demokrasi” geleneğine aykırılıkla açıklamak verilen mesajı da anlamamak demektir. Demokrasi mi diyorsunuz hala… Arayın bulursunuz…

Bölüm-8

Bilinen atasözüdür. “Azrail oğlan dağıtıyor” demişler, oğlan çocuğu beklemekten ömrünü tüketmiş birisi “aman ha… demiş, elinizdekini de almasın da”…

“Oğlan dağıtıcılar” AKP iktidarına düzdükleri övgünün, iktidar yalamalıklarının henüz mürekkebi kurumadan özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra halkın çaresizliğine derman, açmazlarına umut oluverdiler. Bir akıl hocalığı, bir akıl hocalığı… İnsan ister istemez böylesine birikimli, böylesine köklü bir aydın sınıfına sahip bir ülkede nasıl oluyor da Siyasal İslamcı bir parti yüzde ellilere varan bir oyla bağıra çağıra, niyetini, amacını gizlemeden iktidar olabiliyor, nasıl oluyor da aynı meşrepten MHP yüzde yirmilere varan oy alabiliyor diye şaşıp kalıyor.  Sanki bu ülkede On Üç yıldır AKP iktidarı yoktu, sanki AKP iktidarının kaynağı bir sırdı da bu sırrın farkına yeni vardılar, yeni uyandılar… Nasıl oluyor da otuz,  otuz beş yıl öncesinin devrimci sınıf hareketinin doğal kitlesel tabanı olan aleviler inanç labirentinde boğuluyor ve dünün devrimcileri canhıraş dinsel/mezhepsel inancın değirmenine su taşıyorlar… Bir yandan etkin kökene dayalı siyaset söylemi sınıf mücadelesinin yerine ikame edilirken, diğer yanda sözüm ona geçmişinde Marksist olduğunu iddia eden bir başka siyaset özel harpçileri, emekli kontr-gerillacıları “vatansever” kisvesi altında cilalamaya çalışıyor? Kurt puslu havayı sever, puslu havada gözünün önünü göremeyen kurbanının şah damarına dişlerini geçirir. Ve tabi bu çabanın içinde olanların ortak paydaları kuşkusuz “ne için ve kimin için” istendiği de bulanık, ancak sonuç itibariyle kime hizmet edeceği tartışmasız  olan demokrasi!… Mezbahaya götürülen koyunların kasap bıçağına boyunlarını sürtmesi gibi toplumsal açmazların nedeninin kapitalizmin çıkmazı ve keskinleşen sınıfsal ayrışma olduğunun farkına varamayanlar ya da bilinçli olarak bu ayrışmayı sistemin artı hanesine yazanlar boyunlarını kapitalizmin keskin bıçağına sürttüklerinin farkına vardıkları zaman ya çok geç olacak ya da girilen açmazdan geri dönüş imkânsızlaşacaktır. Ne yaptığını bilenler için mesele yoktur, onlar sınıfsal misyonlarının gereğini yerine getirmektedirler… Sonuçta “düğün evi” diye gidilen, kurtların kurban törenidir… Oysa kapitalizmin bunalımlarının ötesinde krizlerinin süreklilik kazandığı, yaralı hayvan gibi eceli yaklaştıkça her geçen gün saldırganlığının arttığı, tarihinin hiçbir döneminde böylesi çaresiz bir açmaz yaşamadığı, yerkürenin son sınırlarına kadar dayandığı ve artık mezarından başka gidecek bir yerinin kalmadığı bir dönemde, “kapitalizmin mezar kazıcısı”   toplumsal güçlerin gündemi belirleme ve toplumsal dinamikleri yönlendirme iradesine ve örgütlülüğüne, yetkinliğine sahip olması gerekmez miydi?

Burjuvazi, iktidar dayanakları arasında hurafenin küçümsenmeyecek yeri olan Krallar/Derebeyler iktidarını yıkarken, feodal iktidarların dayanağı hurafenin karşısına bilimi çıkardı. Aydınlanma dönemi denilen tarihsel kesit toplumbilimin de ateşinin yakıldığı dönemdir. Kitleler “ezeli ve ebedi” tanrısal iktidarların olmadığını, iktidarların tarihin farklı evrelerinde egemen olan üretim ilişkilerinin örgütlü ve savunucu gücü olduğunu öğrendiler ve burjuvazinin sömürü düzenine karşı örgütlü mücadeleyi yaşama geçirdiler. Dahası yerine “neyi, hangi iktidarı” kuracaklarını da öğrendiler. Rehberleri toplum bilimdi ve gidilecek yol uzun, katedilecek aşamalar çetindi. Bu mücadelede kolaya yer yoktu. İşçi sınıfının iktidar mücadelesi karşısında şaşkına dönen burjuvazi “efsaneyi” geri çağırdı… İktidar olma aşamalarında feodal iktidarların önemli mistik dayanaklarından olan hurafeye savaş açan burjuvazi, iktidarının işçi sınıfı karşısında zorlanmaya başlamasıyla artık eski “ilerici burjuva” değildi, varlığını korumak için her şey mubahtı… İktidarların kaynağını sorgulayan toplumsal bilim, sanat, felsefe gibi aydınlanmanın birikimleri kitlelerde “bilinç” faktörüne dönüştükçe sömürü düzenine çevrili birer silahla eş anlamlıydı ve kitleler hedefe yürüyordu… Burjuvazi korktu ve hurafelere sığında… Sinsice, kurnazca yerine başka şeyler ikame edilmeliydi. Bilim ve bilgi burjuva sınıfına, hurafe ve tapınma kitlelilere…

Geri çağrılan hurafenin görünen yüzü liberalizmdi… Bilim ve bilgi birikimi sömürülen toplumsal kesimlerin derinliklerinde yoğunlaştıkça sınıf mücadelesi de giderek ivme kazanıyor, Avrupa’da burjuva iktidarları tehdit ediyordu. Avrupa Burjuvazi sınıf mücadelesinden korkusunu “Avrupa’nın üzerinde dolaşan hayalet”le özdeşleştiriyordu… Ve iktidarların kapıları ardına kadar liberallere açılmaya başlandı. Doğrusu bu dönem liberalleri sınıflarının dobra sözcüleriydi. Burjuva yaşam biçimi, toplumsal ilişkiler, burjuvazinin iktidar olma aşamalarında takındığı ilerici tavır bu dönem liberallerinin kalem oynattığı alanlardı ve liberalizmin maddi toplumsal temeli vardı. Üstelik burjuva sınıfı böylesine gericileşmemiş, kapitalizm böylesine azgınlaşmamıştı… Eh, bu kardı makul bile görülebilirdi. Kapitalizmin, emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte liberalizmin maddi toplumsal temeli olan rekabetçi kapitalizm döneminin bitmesiyle bu dönemin ilişkileri içinde doğmuş, gelişmiş olan liberalizm de bitmiştir. Liberalizm, rekabetçi kapitalizm döneminin ürünüdür ve her şart altında farklı koşullara da sirayet eden, varlığını sürdüren dokunulmaz, ezel/ebed kutsal ayetler değildir. Kapitalizm ekonomik olarak tekelleşmiş, siyasi olarak gericileşmiştir.  İçinde bulunduğumuz dönemde ise küresel burjuvazin yer kürenin dört bir yanında açık ya da örtülü faşizmden başkaca çaresi kalmamışken, toplumsal dinamikleri düşünsel ve eylemsel planda parçalayıp, etkisizleştirmekle görevli liberaller yeniden göreve çağrılmıştır. Bunlar Rekabetçi dönemin entelektüel donanımları olan dobra liberalleri de değildir. Bir çeşit “doyurup koşma” yalan makineleridirler. Bilgi ve entelektüel birikimden yoksun, adeta üçüncü sınıf mizah filmlerinin yalama ve sırnaşık, besleme  “mandıra filozofları”dırlar. Bulundukları yere göre cinsleri, türleri de değişir. Bukalemun gibi bulundukları konuma göre şekil alırlar. Devrimcilerin ortamında devimci, iktidar sofralarında “padişahım bin yaşacı”, muhalif ortamlarda iktidarı topa tutucu, etnikçi ya da cemaatçi, azınlıkçı ya da otonomcu…… Ama her şart altında çıkarcı, gösterişçi, riyakâr ve sırnaşık…  Halka, “merhem diye veba mikrobu”  aşılayan “halkın dostlarıdırlar” ve başlıca görevleri devrimcilere karşı savaşmak, halkı afyonlayarak uyutmaktır, uyuşturmaktır. Bilimden ve bilgiden değil, hurafeden beslenirler. Hurafeler, döl yatağında korkuları besler, korkular ise hurafelerin sığınağıdır.

Kişilik ve kimlikleri itibariyle halk ve sınıf düşmanı olan bu “eğitimli”  riyakârlar, “uyutma, uyuşturma”  görevlerini boş duvar yüzeylerine konuşarak yapmıyorlar elbette. Hedef kitleri toplumun dinamik muhalif kesimleridir. Doğru bilgi etrafında örgütlenmekle maddi ve etkin bir güç oluşturacak bu kesimlerin kendi içlerinde dağılıp parçalanmalarıyla etkin ve değiştirici/dönüştürücü fonksiyonlarının dumura uğratılması, zayıf düşürülmesi ve etkisizleştirilmesi gerekir. Asıl üzerinde durulması gereken bu kesimlerin suçlu hırsız psikolojileriyle hiçbir şey olmamış gibi bu sınıf düşmanlarının etkisi altında sınıf mücadelesinin ihtiyacı olan toplumsal dinamiklerin güçlerinin parçalanmalarına, örgütlenmelerinin önüne engeller çıkarmakla sundukları katkıdır. Dünün burnundan kıl aldırmaz devrimcilerinin bugünün “utangaç” mezhepçileri olması, küçük burjuva sinsiliğine bürünüp  “sosyalizm öldü, sınıf mücadelesi bitti” pazarlamacılarının sınıf bilinçsiz kitleler içinde rağbet görmeleri elbette tesadüf değildir… Küresel burjuvazinin bu gün ideolojik karmaşa yaratarak hazırladığı sınıf bilincinden kopardığı kesimlerin yakın geleceğin küresel faşist iktidarlarının ya kitlesel tabanları, ya da faşizm karşısında “beyaz bayrak çeken” miskinler olması şaşırtıcı olmayacaktır.

Liberal yalamaların veba mikrobu sadece ilerici güçlerin değil, kişiliklerin ölümünün de tatlı uykusudur…  Belli ki bundan son derece hoşnutsunuz, size kolay gelsin, herkes kendi yoluna…

Bölüm-9

“Liberal Demokrasinin inşası” ihalesini AKP ye veren liberaller son birkaç günde gelişen Hürriyet gazetesinin basılması, Ahmet Hakana saldırı gibi olaylar sarmalının şaşkınlığı içindeler. Açıklamak yerine feveran ediyorlar. “Yapılanlar basın özgürlüğüne saldırıymış”… AKP nin iktidar olma döneminde ve yakın zamana kadar hizmetlerini esirgemeyen Doğan medya grubunun Hürriyet gazetesinin basılmasında saldırganların başında AKP milletvekili, Ahmet Hakana saldıranlar da AKP nin çeşitli ilçelerinde görevli milis güçleridir. Kaldı ki konu ne Hürriyet gazetesinin basılmasıyla, ne de bir basın mensubuna saldırıyla sınırlıdır. AKP ye baştan muhalif olan basın mensupları şöyle dursun, dün AKP ye kayıtsız destek veren, bugün AKP saldırganlığının nedenlerini anlamak yerine sonuçlarını şaşkınlıkla izleyen basın mensupları dâhil, AKP’nin gelmiş olduğu ve artık son eşiği de atlamak üzere bulunduğu ve kartlarını açık oynamaya başladığı saldırı döneminde tehdit edilen onca gazeteci gerçeğin kaçınılmazlığıyla yüz yüzedir.  Kaldı ki basın kendisine ya da mensuplarına yapılan saldırıları duyurma olanağına sahiptir ve sayısız gazetecinin gizli, açık tehditleri medyaya yansıyan günlük ve sıradan haberler olarak verilmektedir, yani kanıksama başlamış, kabullenme sürecine girilmiştir. Basına saldırı buzdağının yalnızca görünen yüzüdür, madalyonun diğer yüzünde ise değil saldırıya uğramak, tehdit edilmek, sokak ortasında öldürülenlerin haberleri bile sansür ortamında bir adli vaka psikolojisi içinde verilmektedir. İktidar yanlısı olmayan toplumun hemen bütün kesimi bu saldırıların hedefindedir ve hazırlıkların bu yönde olduğuna ilişkin güçlü belirtiler vardır. Henüz bugün sosyal medyaya yansıyan öldürülen bir kürt vatandaşının polis panzerinin arkasına bağlanarak sürüklenen cesedi faşizmin hem bir mesajı hem de kitlelere verdiği gözdağı olarak yorumlanmalıdır. Yaşananların buna benzer günlük görünümü liste halinde uzatılabilir. Cizre, Silopi, Şırnak sokaklarının, çeşitli batı illerinde devrimcilerin etkin olduğu mahallelere yapılan polis-faşist/İslamcı ittifakının işbirliği saldırılarının basına yansıyan görüntüleri bile olanı anlamak için yorum gerektirmeyen açıklıkta işaretlerdir.  Görünenle yetinmek ve yakınmak münferit gibi görünen, adım adım organize edilen blok saldırı arifesinde olduğumuzun farkına varmamaktır ve saldırganların istediği de budur.  Olanları münferit olaylar gibi gösteren iktidarın başarılı manipülasyonudur. Daha açık konuşalım: Yaşananlar açık faşizmin iktidar provasıdır. Tarih belki de bizimle dalgasını geçiyor. İlginç bir tesadüf olmanın ötesinde, zaman zaman geri çekilen, mevzi değiştiren ancak sinsi bir illet gibi asla yok olmayan ve kapitalizm varlığını sürdürdüğü sürece de yok olmayacak olan faşizmin, başına musallat olduğu dünyanın farklı coğrafyalarındaki bütün ülkelerde, tarihin farklı zaman dilimlerinde kullandığı yöntem yıllar sonra dönüp dolaşıp kendini tekrarlıyor. Ülkeler değişiyor, çağ değişiyor, ancak karşı devrimci zorun, bütün faşist iktidarların ortak yanı olma özelliği değişmiyor. Klasik burjuva demokrasisi toplumdaki farklı sınıfların siyasal yönetim , temel hak ve özgürlükler konusunda bir sınıflar uzlaşması olduğu halde,  Faşizm iktidar daralmasıdır ve burjuva demokrasisi içinde varlığını sürdüren ve faşizmin çizdiği çember dışında kalan herkes yok edilmesi gereken ortak düşmandır. Bu yanıyla faşizmin iktidarında göstermelik bile olsa burjuva demokrasisinde yaşam alanı bulan hiçbir sınıf, zümre, kültürün varlığını sürdürmesi düşünülemez.  Faşist iktidarların kendisi dışında hiçbir düşünce, hiçbir kültür yaşam alanı bulamaz ve faşizmin buna tahammülü de yoktur.

Ne yapmalı?.

Öncelikle, “ Sağanaktı, geçti” ucuzluğuyla yanılgıların üstü kapatılmamalıdır. Yanılanlar, her ne adına olursa olsun faşizmin daraltılmış iktidarında yerlerini almamışsa ya da almayı reddetmişlerse, faşizmin iktidara tırmanmasında yaptıkları onca hizmetleri asla göze görünmeyecek ve faşizmin hedefi olacaklardır. Bugün kendilerini “ liberal” olarak adlandıran medyadan iş dünyasına kadar çeşitli çevrelerin içine düştükleri durum budur. AKP nin iktidarını adeta kutsayan ve hizmetlerini çekincesiz sunan bu çevrelerin bugün AKP iktidarının sokağa inmiş şiddetiyle karşılaşmaları elbette bir tesadüf değildir. Bu çevrelerin AKP iktidarını alkışlamalarının birinci gerekçesi klasik devlet organlarının, bürokrasinin, yargının, ordunun siyasal/politik egemenliğini kırarak demokrasinin inşa edileceğine ilişkin savlarıdır. Bu düşünce tarzının yalnızca liberal kesimle sınırlı olmadığı özellikle RTE nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde “yetmez, ama evet” le ortaya çıkan sol yelpazeyi de içine aldığı daha dünün gerçeğidir. Ki aynı çevreler AKP iktidarının bütün evrelerinde AKP icraatlarının itirazsız destekçileri olmuşlardır. Eylemin amacı eylemcinin niyetiyle değerlendirilemez, eyleme yön veren düşüncenin pratikte ortaya çıkaracağı sonuç eylemcinin dünya görüşünün yansıması olacaktır. Bu noktada bu çevrelerin iyi niyetle veya kasten AKP yi desteklediklerine ilişkin tartışmalar geleceğe ışık tutmayan içi boş laflar olmaktan öteye gitmez. Ne yapmalı? Sorusunun öncelikli irdelenmesi buradan başlamak zorundadır. Gelinen noktada iktidar adım adım faşizmi inşa ederken bu kesimler AKP iktidarına cephe almış durumdadırlar. Faşizmi iktidar daralması olarak tanımlarken kastettiğimiz tam da budur. Bu kesimler hizmetlerini sundukları AKP iktidarının daralarak “içe döneceğini” kestirememişler, AKP nin mevcut devlet organlarını dağıtarak “ demokrasiyi inşa edeceği” demagojisine inanmışlar, iktidarın faşizmin eşiğine dayanmasıyla bu demagojiyi ancak fark etmişlerdir. Bu kesimlerin yanılgısı toplumsal oluşumların, siyasi ve politik hareketliliklerin, yenilgi ya da kazanımların sınıflar mücadelesinin birer tezahürü olduğunu kavrayamamalarıdır ve bunun böyle olması doğaldır. Toplumların uzlaşmaz sınıf çatışmalarının derin çatlaklarında kümelenmeleri gerçeğinin ayırdında olanlar işçi sınıfı ideolojisiyle donanmış, toplumsal ilişki ve çelişkileri sınıf ideolojisi merceğinden analiz eden, çözüm arayan ve üreten yalnızca devrimcilerdir. Gerek merkez kapitalist ülkelerdeki, gerekse bağımlı ülkelerdeki faşist iktidarlara karşı mücadeleyi örgütleyen, kitlelere öncülük edenlerin komünistler olması elbette tesadüf değildir. Dolayısıyla Ne Yapmalı sorusunun ilk yanıtı kitlelere öncülük edecek, örgütleyip hedefe yönlendirecek, bütün mücadele biçim ve araçlarını eşgüdümlü olarak kullanma becerisine sahip devrimci örgütlenmenin yaratılmasıdır. Böylesine hayati bir toplumsal alt üst oluşa cevap ve çözüm liberallere ya da yukarıda sözü edilen sınıf bilincinden yoksun sözüm ona “sol” oluşumlara bırakılamaz. Ancak bu niteliklere sahip bir devrimci örgütlenme hangi gerekçeyle olursa olsun faşizme karşı olan toplumun bütün sınıf ve katmanlarını bu eşgüdüm içinde örgütleyip faşizme karşı seferber edebilecek, başkaca aksi de düşünülemeyecek olan yegane örgütlenmedir.

Görülen zafiyet şudur: Sistemin meşruluğu içinde hareket eden siyasal oluşumlar faşizmin panzehiri olarak lanse edilmektedir. Bu güçleri faşizme karşı ortak örgütlenme içine çekmek başka şeydir, bu oluşumlara adeta kurtarıcı gözüyle bakmak başka şeydir. Demokratik kurumların bile bu siyasal oluşumlardan daha ileride olduğu ülkemizde sınıfsal refleksi körelmiş kitle partilerine ( CHP, HDP v.s) böylesine yaşamsal bir görev biçilmez.

Bölüm-10

“İktidar yanlısı olmayan toplumun hemen bütün kesimi bu saldırıların hedefindedir ve hazırlıkların bu yönde olduğuna ilişkin güçlü belirtiler vardır. Henüz bugün sosyal medyaya yansıyan öldürülen bir Kürt vatandaşının polis panzerinin arkasına bağlanarak sürüklenen cesedi faşizmin hem bir mesajı hem de kitlelere verdiği gözdağı olarak yorumlanmalıdır. Cizre, Silopi, Şırnak sokaklarının, çeşitli batı illerinde devrimcilerin etkin olduğu mahallelere yapılan polis-faşist/İslamcı ittifakının işbirliği saldırılarının basına yansıyan görüntüleri bile olanı anlamak için yorum gerektirmeyen açıklıkta işaretlerdir.  Görünenle yetinmek ve yakınmak münferit gibi görünen, adım adım organize edilen blok saldırı arifesinde olduğumuzun farkına varmamaktır ve saldırganların istediği de budur. Yaşananlar açık faşizmin iktidar provasıdır.”

Yukarıda sözü edilen ve kitle dergisinin ilgili sayısında yayımlanan yazı yazıldığında,  Suruç, Ankara, Paris katliamları gerçekleşmemiş, Silopi açık savaş alanına çevrilmemişti. Takip eden gelişmelerde Silvanda “kurdun dişine kan değdi” ırkçı/faşist betimleme, “ Esadullah timlerinin Silvanda” olduğunu ilan eden radikal dinci saldırganlıkla alt alta yazılmış, ırkçı/faşistlerle İslamcılar ittifakı zorbalığın yakın gelecekteki “kitlesel saldırı/sindirme” hazırlığının işaretini vermiş ve iktidarın  “blok saldırı düzenleme hazırlığı içinde olduğuna ilişkin” öngörümüzü, “Yaşananlar açık faşizmin iktidar provasıdır” diye ifade etmiştik.

Yine kitle dergisinin muhtelif sayılarında yayımlanan yazılarımızda küresel kapitalizm koşullarında faşizmin kitlesel tabanını İslamcı/ırkçı kesimlerin oluşturacağı ve bu kesimlerin Hitler faşizminin vurucu gücü “SA saldırı milisleri” görevini yerine getireceği tezini ileri sürmüştük. Küresel faşizm koşullarında inşa edilen faşizmin kitle tabanının İslamcılar olacağına ilişkin tezimiz çeşitli sol çevrelerde itiraza uğradı, faşizmin tekelci kapitalizmin şoven ve militarist kesimlerinin diktatörlüğü olduğu tezini yadsıdığımız söylendi. Açıkça ifade edelim, bu tespitten böyle bir sonuç çıkarmak söyleneni dinlemeden itiraz etmek, yazılanları anlamadan fetva vermektir ki, zaten bunları ciddiye almamız da söz konusu değildir. Biz küresel kapitalizmden söz ederken sanki kasaba eşrafından söz ediyormuşuz gibi amacı aşan, küresel kapitalizmin bilinen ulusal kökenli tekelci sermaye gruplarının ötesinde ve üstünde, bütün yer küreyi egemenlik alanı haline getiren, bunun için militarizmi küresel ölçekte kullanan ve bunu işgal ve sömürünün başlıca ve biricik yöntemi olarak hiçbir insani ve ahlaki sınır tanımadan kullanan bir sermayeden söz etmiyormuşuz da, faşizmi “İslamcı grupların iktidarı” diye tanımlıyormuşuz gibi bir sonuç çıkarmak deveye gözlük takmak kadar ciddi, maymuna flüt çaldırmak kadar sahicidir. Söylediğimiz şudur: Küresel kapitalizm koşullarında inşa edilecek faşizmin kitlesel tabanını islamcı/ırkçı kesimler oluşturacaktır, faşizm bu kesimleri vurucu güç olarak kullanacaktır. Hitler faşizminin vurucu gücü SA’lar da toplumun en alt, sınıfsal kimlikten yoksun, ekonomik olarak yoksul lümpen kesimlerdir. Hitler faşizmi, toplumun en yoksul ve lümpen kesimleri üzerinden kitleselleşmiştir. Bir başka deyişle Hitler faşizminin kitlesel tabanı Alman toplumunun yoksul, eğitimsiz, sınıfsız lümpen kesimleridir.

İslamcı/ırkçı kesimlerin küresel sermayenin vurucu gücü olarak kullanılacağına ilişkin tespitimiz Suruç, Ankara, Paris gibi gerçekleştirilen toplu katliamlarla doğrulanmıştır. Görünen odur ki yer kürenin bütününde bu kesimler toplu katliamlarına devam edeceklerdir. Hiç kuşku yok ki küresel sermayenin politik/siyasi temsilcilerinin bütün yerküre halkları önünde bu kesimlere sözüm ona meydan okumaları, güya bunlara savaş ilan etmeleri tiksindirici riyakârlıkların sınır tanımaz utanmazlıklarının ifadesidir. Emperyalist/Kapitalist ülkelerin bir hışımla bunlara savaş ilan etmeleri bir paradoks, tezimizle bir çelişki gibi görülebilir. Unutulmamalıdır ki yüklenen görevi yerine getirdikten sonra bizzat üreticileri tarafından yok edilen alt örgütlenmelerin gerici faşist iktidarlar tarafından çöp sepetine atıldığı ilk değildir. 20. Yüzyıl sonlarında sosyalizmin kuşatılması esasına dayanan “yeşil kuşak projesinde” Taliban adlı dinci örgütlenme bizzat ABD tarafından örgütlenip silahlandırılarak Afganistan’da ilerici Necibullah/Babrak Karmal yönetimine karşı savaştırılmış, Taliban El Kaideyi doğurmuş ve Emperyalist/Kapitalizmin laboratuvarında üretilen Frankeştayn 2001 Eylülünde yaratıcısı ABD’yi merkezinde vurmuştur. Küresel Kapitalizmin Irak’ı işgalinden İŞİD ortaya çıkmış, Suriye’ye müdahale İŞİD üzerinden desteklenmiş, El Nusra İŞİD in Suriye uzantısı olarak ortaya çıkmıştır. Yeni Orta Doğu Projesinin gerçekleştirilmesi için Suriye ve Iraktaki Baas rejimlerinin yıkılması İslamcılara ihale edilmiştir. ABD karşıtı olan Libya’da Kaddafi yine küresel kapitalizmin savaş makinelerince öldürülmüştür. Bu gün gelinen noktada yeniden BAAS rejimine dönmenin olanakları ortadan kaldırılmış ve Ortadoğu radikal dinciler eliyle emperyalizmin yeniden düzenlemelerine açık hale getirilmiştir. IŞİD’in saldırılarının sistem olarak emperyalist/Kapitalizme yönelik olduğuna ilişkin bakış, tam da emperyalist/Kapitalizmin yaratmış olduğu bir algıdır. Baas rejimine dönmenin olanaklarının ortadan kaldırılmasıyla Ortadoğu radikal dinciler eliyle emperyalizmin yeniden düzenlemelerine açık hale getirilmiştir. Bu gün IŞİD’in saldırılarının sistem olarak Emperyalist/Kapitalizme yönelik olduğuna ilişkin bakış, tam da Emperyalist/Kapitalizmin yaratmış olduğu bir algıdır. Radikal dinci örgütlerin sindirme ve yıldırma eylemleri kitleleri uygar görünümlü Batı müdahalesini meşru görmenin ötesinde, istekli hale getirecektir. Kapitalizm, kendi yarattığı canavarı yerkürenin kayıtsız şartsız egemenliğini ele geçirmede adeta ölüm saçan bir “terminatör” olarak kullanmaktadır. Emperyalist işgalin tamamlanmasıyla bu güçlerin sistem içinde nasıl eritileceğine elbette bugünden bir reçete vermek olası değildir, ancak mutlak olan bu güçleri sistem içinde eritmek, emperyalizmin yörüngesine sokmak ve bölgesel bir güç olarak kullanmaktır. Aksi durumda yok edilmeleri an meselesi olacaktır. Emperyalizm için bu çetelerin “siyasal İslamcı” olmaları, radikal dinci olmaları sorun olmayacaktır. Tüm mesele sistemin Orta Doğuda yeniden yapılanmasında en gel olmamalarıdır. Günlük tartışmalarda Batı emperyalizminin temel sorununun demokrasi olduğu, bu güçlerin demokrasi karşıtı varlıklarına göz yumulmayacağına ilişkin tezler aynı şekilde Kapitalizmin laboratuarlarında üretilen inceltilmiş yalanlardır. Bu tezi ileri süren sistem sözcüleri, ileri sürdükleri tezin, Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap emirlikleri gibi radikal dinci diktatörlüklerle Batı Kapitalizmin hiçbir sorunu olmadığı gerçeği karşısında hiçbir inandırıcılığı, kıymeti harbiyesinin bulunmadığını elbette biliyorlar. Emperyalizm için Demokrasi yağmanın, işgalin, sömürünün sınırsız ve sorunsuz devamını sağlamaktır. Bir not olarak eklemek gerekir ki, Faşizmin “kullanıp atma” alışkanlığı yeni de değildir. Hitleri iktidara getiren Deutsche Bank ( Doçe Bank), Krupplar gibi Alman tekelci sermayesidir. Hitlerin vurucu gücü SA’lardır. Hitler iktidara gelme aşamalarında ve iktidarında SA’ları vurucu güç olarak kullanmış, SA’lar kendini tek ve meşru güç olarak gören, devleti ve toplumu Nazi partisinin/ Hitlerin iktidarından pay isteyince “ meşru iktidara darbe yapılıyor” gerekçesiyle bir gecede bütün SA komutanlarını, ileri gelenlerini öldürtmüş, kullanıp bir kenara atmıştır.   Hitleri kullanan Deutsche Bank, Krupplar gibi tekelci Alman sermayesi faşizmin yenilgisi sonrası da varlığını sürdürmüştür.  Türkiye’de Siyasal İslam’ın iktidar olmasında uzun yıllar ittifak olarak hareket eden, siyasal İslam’ın önünde engel olarak gördükleri güçlerin tasfiyesi ile toplumda ve devlette egemenliği ele geçiren AKP iktidarı, yol arkadaşları Fetullah Gülen Cemaatinin devlet ve toplum içindeki örgütlülüğünden habersizmiş gibi, bu güçler iktidardan pay isteyince kaldırılıp atılmıştır.

Sorun yalnızca Türkiye’de AKP iktidarının açık faşizme bir eşik kalması sorunu da değildir. Bununla birlikte bu gün Bati Kapitalizmi kendi meşruluğunu kendisi yadsımış, ortadan kaldırmıştır. Geri bıraktırılmış ülkelerdeki gibi açıkça, ayan beyan, pervasızca faşizme koşar adım gidişlerini daha sakin ve soğukkanlı biçimde organize etmektedirler ve Batılı ülkeler kamuoyunun olması gereken derecede tepkisini çekmemektedirler. Ancak küresel sınırlara sığmayan, sıkışan sermayenin bunalım ve krizleri zehirli örümceğin öldürücü salgısı gibi Batılı ülke halklarına da çok uzak değildir. Bu olgu, Kapitalizmin küreselleşmesine karşı küresel boyutta İşçi sınıfının örgütlü mücadelesini hayata geçirmenin aciliyetini de ortaya koymaktadır. Kapitalizmin küresel güçlerine karşı mümkün olan bütün kitleyi örgütleyip küresel çapta harekete geçirme yeteneğinde uluslar arası birleşik sınıf mücadelesini örgütleyip yönlendirmenin dışında kapitalizmin saldırganlığını durdurabilecek, onu yenilgiye uğratabilecek başkaca çözüm arayışları aramak sınıfı ve kitleleri oyalamak demektir. Hiç olmazsa kapitalizmin dünyayı felakete sürüklediğini, çözümün sosyalizm olduğunu itiraf etmekten kaçınmayan sermaye sözcüleri Eczacıbaşı, Ali Koç, Bill Gates kadar gerçeğe göz yummamak kitlerin haklı beklentisidir.

Kapitalist sistemin bunalım ve krizlerinin üst üste bindiği, yer küreyi egemenlik alanı olarak ilan ettiği gerçekliği karşısında bir ülkede, bir bölgede kapitalizmin küresel egemenliğini yok sayarak, bölgesel ya da yerel alanlarda küresel egemenliğe karşı, alternatif çözümler olabileceği savı aynı ölçüde gerçeklikten yoksundur. Sistem içinde kalarak sisteme karşı kalıcı bir çözüm, kalıcı bir barış inşası eşyanın tabiatına da aykırıdır. Küreselleşen kapitalizm yer kürenin bütününde sisteme entegre olmuş iktidarlar eliyle varlığını sürdürür. Kapitalizmin egemenliği kırılmadan herhangi bir siyasal oluşumun sistem içinde kalarak sisteme karşı iktidar olması, demokrasi vaadi aldatmaca olmanın ötesine geçemeyecektir.

Ne Yapmalı sorusunun yanıtı bu gerçeklikte aranmalıdır. Kitlelere öncülük edecek, sosyalizm hedefine yönlendirecek, mümkün olan en geniş kitleleri birleştirecek,  bütün mücadele biçim ve araçlarını eşgüdümlü olarak kullanma becerisine sahip ülkesel ve küresel, mücadeleyi yer kürenin dört bir yanında hayata geçirme yetenek ve iradesine sahip bir devrimci işçi sınıfı örgütlenmesinin yaratılmasıdır. Günümüzün gebe olduğu toplumsal alt üst oluşlara cevap verecek ve çözüm üretecek başkaca bir seçenek kalmamıştır. Böylesi bıçak sırtı sorunların çözümü de atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra gerici iktidarla sundukları destekten pişman, yanılmalarıyla namlı sözüm ona liberallere bırakılmayacağı gibi sınıf bilincinden yoksun “etnik, sol” oluşumlardan da beklenemez.

Bölüm-11

Faşizmin, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki görünümüyle geri bıraktırılmış bağımlı ülkelerdeki görünümü bir tercih sorunu olmayıp, sistemin gelişmişlik düzeyiyle doğrudan ilgili ve ilintili bir sorundur. Dikkat çeken ortak nokta ise klasik faşizm ( Alman ve İtalyan Faşizmi) gelişmişliği ile doğru orantılı pazar payına sahip olmayan emperyalist kapitalist ülkelerin mevcut pazarların yeniden paylaşımının dayatılmasıdır. Yani belirleyici faktör ülke dışı faktördür. Tekelci sermayenin ülke dışındaki sömürü alanlarının yeniden paylaşımı isteği klasik faşizmin çıkış noktasıdır.  Bu amaca ulaşmanın yolu ise ülke içinde ekonominin militaristleştirilmesi, kitlelerin korku ve sindirme yöntemleriyle pasifikasyonu, direnç odakları sendikalar, devrimci örgütlenmeler ve partilerin dağıtılması, önderlerinin yok edilmesi,  burjuva demokratik hak ve özgürlüklerinin ortadan kaldırılmasıdır. Faşist iktidarların ister gelişmiş kapitalist ülkelerde olsun, ister geri bıraktırılmış modern sömürge ülkelerde olsun,  bütün ülkelerde kullandığı yöntem ise şaşılacak derecede birbirinin benzeri olup, kitlelerin ilkel/alt kültür etnik ve dini duygularının harekete geçirilerek faşizmin kitlesel tabanının oluşturulmasıdır. Sistemin açmazı göreceli suni gerekçeler yaratılarak gözlerden kaçırılır ve sınıf bilinçsiz kitleler eliyle toplumsal dokunulmazlık kazanır. Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olacağından habersiz kitleler nezdinde faşizmin iktidarı, onları günlük yaşama bağlayan işsizliği çözecek, yoksulluğu bitirecek, ülke toplumsal refaha kavuşacaktır.

Hemen klasik faşizm dönemini takip eden tarihsel süreçte, sistemin görece zayıf halkası olan İspanya faşizmi, bir yandan Afrika’daki sömürgelerinin elinden çıkmasına engel olmak, diğer taraftan güçlü işçi sınıfı ve ittifakı ile diğer ilerici halk güçlerinin örgütlülüğü karşısında sistemin geleceğini tehlikede gören kapitalizmin İspanyadaki varlığını koruma amaçlı iktidar olmuştur. Bu dönem Alman faşizmiyle İspanyol faşizmi birbirlerine tam destek içindedirler ve deyim yerindeyse Franco Hitlere yaslanmaktadır. Yani bir yandan sömürgelerdeki Ulusal direnişlerin kırılmasını sağlamak, diğer yandan ülke içi sınıfsal muhalefetin faşizmin bilinen yöntemleriyle bertaraf edilmesidir ki, Almanya ve İtalya’nın tersine antifaşist güçlerin örgütlülüğü karşısında askeri darbe yoluyla ve iç savaşta ilerici güçleri bertaraf ederek iktidarı ele geçirmiştir. Bir anlamda Portekiz de Salazar faşizmi de aynı kategoride değerlendirilebilir.

1950-1990 lı yıllarda varlık göstermeye başlayan geri bıraktırılmış ülkelerdeki faşizmin görünümü,  Emperyalist/Kapitalist ülkelerin ülke dışındaki pazarların yeniden paylaşımı sorununu savaş yoluyla çözmenin ülke içi iktidar düzenlemesi değildir. Latin Amerika, Güney ve Doğu Asya, Afrika gibi klasik ve yeni sömürge ülkelerde faşizm Emperyalist/Kapitalizmin bu ülkelerdeki varlığına yönelen ulusal ve sınıfsal antiemperyalist hareketlerdir. Bu ülkeler faşist iktidarları emperyalist merkezlerce, özellikle Emperyalist sistemin Jandarması ABD eliyle bir çeşit  “atanmış iktidarlardır”. Bu iktidarlar ikili bir fonksiyonu yerine getireceklerdir. Birincisi az buçuk egemen üretim biçimi çarpık kapitalizmin hâkim olması nedeniyle ülkenin/ülkelerin kapitalizmin gelişkenlik düzeyiyle orantılı olarak kapitalizm dışı üretim biçimlerini ve bunların iktidardaki etkinliklerini parçalayarak kapitalist sisteme entegrasyonunu sağlamak, kapitalizm öncesi sınıfların sömürüden aldıkları payı yok ederek sömürüyü sistemin lehine disipline etmek ve ikincisi kapitalizmin bu stratejisine direnen ulusal güçleri ve işçi sınıfının örgütlülüğünü yok etmektir.  Özetle,  geri bıraktırılmış ülkelerde baş gösteren faşizm, ülke dışındaki pazarların Emperyalist/Kapitalistlerin yeniden paylaşımına dayalı bir “dışsal” sorun olmayıp,  kendileri zaten Kapitalizmin sömürgesi/pazarı olan bu ülkelerde antiemperyalist ulusal Kurtuluş savaşlarını ve işçi sınıfının sınıf mücadelesini bastırmaya yönelik, içsel bir sorundur. Bu süreçte faşizmin şiddet ve zorbalıkları gelişmiş kapitalist ülkelerde hissedilmeyecektir. Tersine, bu ülkeler sisteme entegre oldukça artan sömürü payından merkez kapitalist ülkeler halklarının ağzına da bir parmak bal düştüğünden merkez kapitalizmin ülke halkları ideolojik ve ahlaki olarak sistemin kuşatması altındadır. Kapitalizmin iktisatçı ve siyaset bilimcilerince bu yılların “Kapitalizmin altın çağı olarak” adlandırılmasının nedeni budur. Söz konusu dönemin, merkez kapitalist ülkelerde sisteme entegre edilmeyen,  muhalif kesimlerinin kitlesel desteğinin gerek göreceli refah nedeniyle gerekse “muhalif” görünümü altında sistem tarafından satın alınan, yeniden oluşturulan dış yüzü kitlelere dönük, iç yüzü sistem tarafından satın alınmış sivil toplum kuruluşlarının, işçi sendikalarının kitleler üzerinde ve çalışma hayatında etkin olacak şekilde yeniden kurgulanması ve içinin boşaltılarak piyasaya sürülmesidir. Almanya, Fransa, İtalya’da oldukça güçlü ve etkili kitle desteğine sahip olan Komünist ve Sosyalist partilerin ideolojik yozlaşmayla işçi sınıfı iktidarını programlarından çıkarmaları, toplumsal uzlaşma adıyla sisteme entegre olmalarıyla kitlesel desteğini yitiriş ve “yok oluş, silinme”dönemi bu yıllarda baş göstermiştir. Avrupa’da Sistemin kendine dahil edemediği sol grupların kitle tabanından kopuk başlattıkları silahlı mücadele giderek “ silahların mücadelesine” dönüşmüştür. Hemen akla gelenler Alman Kızılordu grubu, İtalyan Kızıl Tugayları, Fransız doğrudan Eylem grubu, Japon Kızıl Ordusu gibi gruplar başlıca eylem biçimi olarak suikast, adam kaçırma gibi istisnai eylemleri temel eylem biçimi olarak seçmişler, kitlesel destekten yoksun olmaları nedeniyle burjuvazinin üstün silahlı gücüyle karşı karşıya gelmişlerdir. Yani kapitalizm geri bıraktırılmış ülkelerde başat olarak sistemin ekonomik yeniden yapılandırılmasıyla meşgulken merkez Avrupa’da da şimdiye değin başını ağrıtan sisteme karşı güç ve tehlike oluşturan Komünist ve sosyalist partileri kitlesel tabanlarından koparmak, bu partileri sistem içine çekmek, ıslah etmek için ideolojik saldırılarla yeniden düzenleme gayreti içine girmiştir. Aynı dönem aşağı yukarı geri bıraktırılmış ve bağımlı ülkelerin hemen hemen hepsinde faşist iktidarların işbaşına getirildiği, mevcutlarının takviye edilip desteklendiği yıllardır. Sistem içi mücadele yollarını kullanarak seçimle işbaşına gelmiş Şili’de Sosyalist Allende’ye karşı faşist Pinoşe’nin Şili madenlerini millileştirme programına tahammülü olmayan ABD bakır şirketlerince iktidara getirildiği bu gün bizzat ABD eliyle CİA ya yaptırılan darbe ile iktidar olduğu belge ve itirafları sokak haberlerine dönüşmüştür. Arjantin faşizminin Generalleri Viola ve Videla’nın itirafları daha az korkunç değildir. Yedi milyon nüfuslu Şili’de 30.000 insanın cesetleri uçaklarla Atlas Okyanusuna atılırken Arjantin’de bu sayı hala net olarak bilinmemektedir. Türkiye’de 12 Eylül Faşizminin ağır darbelerinin aradan geçen kırk yıla rağmen hala iyileştirilemediği de bizim gerçeğimizdir.

Kapitalizmin Küreselleşmesinin sonuçlarının görülmeye başladığı 1990’lı yıllarla birlikte artık geçmişini yad ettiren, etkisini geri bıraktırılmış ülkelerde, hem de merkez kapitalist ülkelerde karşı devrimci şiddet olarak gösteren işleyiş biçimi açısından geçmişinden farklı bir kapitalizmle karşı karşıyayız. Kapitalizmin gelmiş olduğu bu düzeyde artık merkez kapitalist ülkeler halklarının “Lale devri” bitmiştir. Bu ateş çemberi onları da kuşatmış, yangın bacayı sarmıştır. Artık tüm dünya halkları için adeta yakın ve kapımıza gelip dayanmış, küresel bir mahiyet kazanmış kapitalizm belasına karşı küresel çapta örgütlü, kitlesel mücadele ertelenemez bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bölüm-12

(GÜNCEL PRATİK)

“Kürt hareketine yakılan lirik destanın trajik bir ağıta dönüşmemesini umuyoruz”

Takriben 2006 yılında irdelemeye çalıştığımız Kürt siyasal hareketine ilişkin temennimiz yukarıya alıntıladığımız temenni idi. 2006 dan bugüne değin geçen on yılın pratik özeti gözden geçirildiğinde gelinen ortamın o günden görülmesi bir “müneccimlik” merhalesi olmayıp, ilişki ve çelişkilerin sınıfsal içeriğini doğru gözlemlemenin sonucudur. Yirmibirinci yüzyıla giriş, küresel kapitalizm dünya coğrafyasının siyasal sınırlarını, geçmiş dönemlerdeki müdahalelerinden içerik ve biçim açısından farklı, yeniden düzenlemeye koyulduğu sürecin başlangıcıdır. 2000 yılında ABD Dışişleri Bakanı C. Rice’ın ifadesiyle “Orta Doğuda 22 ülkenin sınırları değişecektir”. Bu yıl aynı zamanda küresel kapitalizmin merkezlerinin AKP yi iktidara hazırladığı yıldır. Nitekim ustalıklı demagojilerle, kıvrak manipülasyonlarla ve sınırsız kara propagandayla 2002 yılında AKP iktidar yapılmıştır. Bu yıllardan başlayarak Kürt sorununa ilişkin Türkiye siyasetinin alışık olmadığı jargonlar da günlük politik yaşamın ortak bir öğesi haline gelmiş, paradigmalar değişmiştir. O güne eğdin militarist yöntemlerle ortadan kaldırılacağına inanılan Kürt sorunu için bir sözüm ona “ barış” koridoru açılmış, diplomatik kuşatma da bu süreçle aynı anda başlamıştır. O güne değin geçen sancılı süreç içinde Kürt sorununu toplumsal gerçeklik içine oturtan PKK’nin etkisizleştirilmesinin de düğmesine başlanmıştır.

Başa dönelim: 21. Yüzyılın başında küresel kapitalizmin ajandasında ilk madde Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi yer almaktadır. Bu proje enerji kaynağı Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’nın küresel kapitalizmin gelişmesine uygun olarak yeniden düzenlenmesini ve sömürünün sorunsuz sürmesi için önündeki engellerin kaldırılmasını öngörmektedir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerin “ulusalcı BAAS partileri ve türevi rejimler” İran, Irak, Suriye, Mısır, Libya v.b bu projenin önündeki en büyük engeldir ve ortadan kaldırılması gerekir. Irak’ın işgali bu sürecin başlangıcıdır. İşgalle birlikte Saddam Rejimi devrilmiş, sürecin devamında Baas rejimlerinin despot yönetimlerinden bıkan kitlelerin tepkilerinin “Arap Baharı” adı altında sokağa dökülmesiyle amaca bir adım daha yaklaşılmış, Mısırda Hüsnü Mübarek, Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali Rejimleri devrilmiş, Libya’da Kaddafi linç edilerek öldürülmüş, Suriye’de Esat Rejimine karşı taarruzun hala devam ettiği bilinmektedir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da “Arap Baharı “ adlı altında küresel kapitalizmin merkezlerinin “demokrasi vaadiyle” sokağa döktüğü ülke aşağı yukarı yok gibidir. Tunus, Mısır, Libya Suriye, Bahreyn Cezayir Ürdün, Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, umman Irak, Lübnan Fas gibi ülkeler Emperyalizmin dayattığı sözüm ona demokrasi ve demokratik yönetim istemiyle sokağa dökülen ülkelerdir. Oysa Despot yönetimlere karşı sergilenen bu protesto eylemlerinde kitlelerin sokağa dökülmelerinden beklenen sonuç ne demokrasidir ne de demokratikleşmedir, Küresel kapitalizmin hedeflediği amaç, kitlesel tepkilerin statükocu yönetimlere çevrilerek bu yönetimlerin emperyalizmin adına yolu açmalarıdır. Gerçekte, bu hareketin başarılı olduğu Tunus’ta Siyasal İslamcı Ennahda Partisi, ve Mısırda örgütlü güç olan Müslüman kardeşler kitlesel tepkilerin sonuçlarını toplamış ve iktidar olmuşlardır demiyoruz, bilinçli ve planlanan şekilde iktidara getirilmişlerdir. Bu süreç, birlikte Kürt ulusal hareketini toplumsal gerçeklik haline getiren PKK’nin bu kapsamda işlevsiz ve etkisizleştirilmeye başlandığı süreçtir. Değişmesi gereken siyasal haritalar içinde Türkiye de yer almaktadır ancak küresel kapitalizmin Antiemperyalist PKK’nin etkinliğine de tahammülü yoktur. Ne var ki Kürt Ulusal Hareketi’nin maddi gücü ve kitlesel manevi etkileyicisi PKK’de bir el işaretiyle bertaraf edilecek bir hareket değildir. Bunun yolu PKK’yi KDP’leştirmektir. Kuzey Irak/KDP, ABD’nin Irak’ın parçalanmasında ilk kopardığı lokma olup, bekçiliğini de Barzani’nin KDP’sine teslim etmiştir. Emperyalist/Kapitalizm PKK’yi kuklası olan Barzanileştirme görevini, Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanı olduğunu alenen kendisine sunulan bir nimete şükran borcunu öder gibi huşu içinde dua eder gibi söylerken önemine önem kattığını düşünen R.T.Erdoğan ve AKP hükümetine vermiştir. Sürecin adı konulmuştur “Demokratikleşme süreci”. Ancak sürecin içeriği sırdır. Ne toplum tarafından bilinmektedir ne de hükümet tarafından açıklanmaktadır. Süreç, daha ilk adımında rengini belli etmiştir. PKK’nin “ ehlileştirilmesi”. Kürt hareketinin Büyük Ortadoğu projesi içinde eritilmesi, antiemperyalizminin emperyalizme hizmete dönüştürülmesidir. Bir taraftan ortadan kaldıramadıkları PKK’ye şirin görünüp gizli açık “ açılım” toplantıları, gövde gösterilerinin amacı Kürtlere sunulan şirinlik muskasıdır. Sürecin meşrulaştırılmasında sözüm ona çoğulculuk adına “Akil adamlar” yalamalığında birincilik “solculuk beraatını” kimseciklere kaptırmayan, radikal dincilerle bir araya gelmekten hicap duymayan, ehlileştirilmiş faşistlerin de övgülerine mazhar olmaktan içleri geçen geçmişlerinde solculuk solumuş yedeklerdir. Ellerinde tuttukları iki ucu boklu değneğe bakmaksızın değneğin boklarında demokratikleşme arayan ehlileştirilmiş, ıslah edilmiş solcular… Gerçekte kendilerine verilen görev ise “demokratikleşme” gibi cazip bir sözcüğe yapışan bokun üstünü örtmektir. Hükümet kanadıyla Kürt siyasal hareketi içine yuvalanmış Barzaniciler arasında balayı havası hüküm sürerken, sahneye konan Ergenekon, Balyoz v.s gibi çadır tiyatrosu oyunlarını “Demokratikleştiricilerin” güncel olana bakarak el ovuşturmaları, sistemin “hükümet kanadıyla” “silahlı gücü” arasındaki uyuşmazlığı “demokratik gelişme” olarak değerlendirmeleri, değerlendiricilerin bir yanılgısı sorunu değil, sistemdeki gelişmelere ayak uydurma ve sisteme bilinçli olarak payanda olma sorunudur. Sürecin bu aşamasında BDP/HDP ile AKP arasındaki “ düşman çatlatan kıskandırıcı muhabbet” emperyalistlerin projelerine neredeyse inandırıcılık kazandıracak kadar görkemlidir. Kürt siyasal hareketi bu evrede bu oyunun bir parçası olmuştur. Seçimlerde BDP’nin güçsüz olduğu yerlerde AKP desteklenmiş, gerekçesi ise AKP’nin “ demokratlığı olarak” açıklanmıştır. Asıl mesele sınıfsal rehberliği bir kenara atmış Türkiye sol hareketinin de gözü kapalı bu gidişatın arkasına takılmasıdır. Söylemlerinde hiçbir sınıfsal öz ve içerik kaygısı taşımayan, bütün sınıfsal kavramların da Emperyalist/Kapitalizmin demagog ideologlarınca ters yüz edildiği, kitlesel pasifikasyonun ve sisteme siyasal, politik ve kültürel yedeklemenin sağlanmasında bütün iletişim araçlarının, yazılı ve görsel basının, kısaca bütün medyanın olanaklarının sınırsızca seferber edildiği, Demokratik kitle örgütlerinin  “sivil toplum kuruluşları” adı altında hizmete sokulduğu, AB ve ABD kaynaklı sivil görünümlü karşı devrimci örgütlerin özellikle emperyalist/Kapitalizmin dolaylı ya da dolaysız sömürgesi olan ülkelerde “insan hakları” “demokrasi” “demokratikleşme” adına niçin sınırsız para kaynaklarını seferber ettiğinin geniş kitlelerce hiç olmazsa “merak edilmesinin engellenmesi için” sistem bütün sınırsız olanaklarını seferber etmiş durumdadır ve kitleler bu bilinç köreltilmesinin yoğun bombardımanı altındadır. “Kürt sorunu” bu ortamda “ sınıfsal temelinden” soyutlanarak ve giderek salt “etnik kökene” indirgenerek “aciliyet” notuyla gündemin başköşesine oturtulmuştur. Sokaktaki insanın bilincine yansıyacak kadar aleniyetleşen, hükümet etme görevi ABD ve AB tarafından verilen AKP iktidarının “Kürtleri bu kadar sevmesi”ne, “açılım üstüne açılım yapmasına” akıl ermemekte, ancak “şifre” de çözülememektedir. Şimdi kısaca soru şudur: ABD ve AB’nin Kürt sorununa böylesine ilgi göstermesinin, uluslararası destek sağlamasının ve iktidara getirdiği AKP’nin göz yaşartıcı “Kürt aşkının”  amacı nedir?… Yanıt tek ve açıktır: BDP/HDP’nin KDP’lileştirilmesi, PKK’nin Barzanileştirilmesi ve Kürt siyasal hareketinin Büyük orta Doğu projesinin bir parçası yapılmasıdır. PKK’nin direndiği, girmek istemediği boyunduruk da budur.

Yakın geçmişin yaşananları da ibretliktir. Gezi eylemi AKP’nin korkulu rüyası olmuş, kitlesel ve potansiyel bir hareket, örgütlülüğü gerektiren “hükümete darbe yapmak” la adlandırılmış, AKP hükümetinin gördüğü bu halüsinasyona BDP’de katılmış ve Gezi eyleminde başlangıçta yer almamalarını ve kitlelerine de katılmalarının gerekçesini “ Gezinin meşru hükümete darbe girişimi” olarak adlandırmıştır. Basına yansıyan İmralı Notlarında aynı değerlendirme dikkat çekmektedir. BDP’nin HDP’ye dönüşmesiyle birlikte hiç olmazsa HDP’nin sol kanadı tarafından oynanan oyunun farkına varılmış olacak ki HDP kongresinde eş başkan S. Demirtaş “HDP içinde Tayyipsever bir damarın öteden beri var olduğunu” itiraf etme durumunda kalmıştır.

Bu günkü güncel pratiği anlamaya çalışırken AKP’nin çözüm sürecinden Kürt sorununu inkar etme noktasına gelişini, HDP ye karşı “yok sayma tavrını” Sur, Silopi, Şırnak, Cizre gibi kasaba ve kentlerde sokağa çıkma yasağının, kitlesel kıyımların ve sürgün boyutunda göçlerin bu düzlemde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bir taşla iki kuş vurulacaktır: Kürtler kıyımlarla yıldırılacaklar, Kürt siyasal hareketi içinde Barzanicilerin etkinliği artırılacak, PKK’nin kitlesel desteği eritilecek ve Kürt siyasal hareketi Büyük orta Doğu projesinin içine oturtulacaktır. Bu amacın gerçekleştirilmesinde ve kapsamında Barzani ve AKP arasında tam bir uyum vardır. Şayet Küresel Kapitalizmin bu projesi gerçeklik kazanır PKK’nin gücü kırılıp sürece müdahale gücü tüketilirse Büyük orta Doğu projesi içinde adına özerklik ya da özyönetim deyin oluşturulacak siyasal yapının karşılığında başkanlık sistemi için gereken destek Barzanileştirilen Kürt siyasal hareketinden sağlanacak, yasal düzenlemeler de bundan sonra yapılacaktır. Bu projenin gerçekleşmesi halinde ülkenin yasal düzlemde yönetilmesinin koşulları da ortadan kalkmış olacaktır ki, küresel kapitalizm, faşizmi görünüşte bu meşruluk kılıfı içinde yerleştirecektir. Antiemperyalizmi sınıfsal içerikten yoksun PKK’nin etkisizleştirilmesiyle hedeflenen çözüm sürecinin içeriği budur. Bu çözüm sürecinin diğer adı Türkiye’de faşizmin inşası ve kurumlaşmasıdır. Görünen o dur ki küresel kapitalizm geri bıraktırılmış ülkelerde faşizmin sınıfsal bileşenlerini ve kitlesel tabanını etnik ve dinci kesimlerin siyasal desteği ile kotarmaya çalışmaktadır.

Bölüm-15

Kapitalizmin değişik aşamalarında süreci belirleyen sermaye birikiminin yoğunluğu, yoğunlaşmaya denk düşen devlet ve yönetim biçimlerini belirlemiştir. Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine denk düşen liberal devlet burjuva ilericiliğinin de ebesi olmuş, burjuva sınırlar içinde kalmak koşuluyla kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin kitleler üzerinde “de facto” şekilde kendini gösteren despotik devletini, yasal burjuva devlet ile değiştirmiştir. Sanayileşme ile işçilerin sermayeye kattığı artı değer sermaye birikiminin esasını oluşturacaktır. Burjuva devlet, yasal düzenlemeyi de her kapitalist ülkede az çok farklılıklar gösterse de felsefesini “eşitlik, özgürlük, insan hakları üzerine” kuracaktır. Yeni fikir ve görüşler kapitalizm öncesinin üretim ve toplum biçimlerine göre ileri olan burjuva devletin gelişmesi ve serpilmesi üzerine üretilecektir. Sermaye birikiminin buna ihtiyacı vardır ve burjuvazi devlet desteğinde ve devletin dışında üretim araçlarının mülkiyetine sahiptir ve üretim, tüketim ve sermaye dolaşımına devlet müdahalesinin reddi anlamında “ bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” de liberal düşence biçiminin çıkış noktasını oluşturacaktır. Bu dönem kapitalizmi vahşi kapitalizm olarak anılmasına karşın burjuva devletin karakteri despottur ancak devletin yönetim biçimi faşizm değildir. Kapitalizm, sermaye birikiminin yoğunlaşmasına paralel olarak bu yoğunlaşmayla orantılı, kendini yeniden üretecek pazarlara sahip değilse siyasi, politik, kültürel bunalımın kaynağına dönüşür. Yani sermaye yoğunlaştıkça yeni pazarlara ihtiyaç duyacaktır. Faşizmin, kapitalist üretimin tarih sahnesine çıkmasından sonra ortaya çıkmasının nedeni budur. Yoğunlaşan sermayenin, sahip olduğu pazar payıyla ters orantılı olması, yani maksimum yoğunlaşmanın ihtiyaç duyduğu pazar payının minimumda kalması, büyük sermayenin küçük pazarlarda boğulmasıdır, şişen sermayenin yoğunlaşmasına uygun pazarlardan yoksun olması, yeni pazarlar bulmak için saldırganlaşmasıdır. Sermayenin yoğunlaşması kapitalizmin emperyalizm dönemine denk düşecektir. Emperyalist kapitalizm döneminde burjuvazi sermaye birikimini yoğunlaştırırken, kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkardığı kapitalist üretime bağlı ilişkilerin toplumsallaşmasıyla işçi sınıfı da gelişerek nicel olarak güçlenecek, nitel olarak sınıf bilincine ulaşmasıyla kapitalizme karşı mücadelesini yoğunlaştırmaktadır. Bir başka deyişle kapitalist üretim biçiminin ürünü olan işçi sınıfı içinden çıktığı sistemin alternatifi olmuştur. Sermaye birikiminin yoğunlaşmasıyla işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi at başı gelişmiştir. İrdelemeden şöyle bir sonuç çıkarılamaz: Burjuvazi, Emperyalist/Kapitalizm döneminin tipik görünümü olan sermaye birikiminin yoğunlaştığı her durumda faşizme başvurmuştur gibi amacını aşan bir anlam yüklenmemelidir. Yoğunlaşmanın yarattığı bunalımları aşmak için fiilen zorbalığa başvurmuştur, kazanılmış hakları budamıştır, baskı yasalarına başvurmuştur, ancak bu yöntemler kapitalizmin doğasında olan yöntemlerdir, ancak faşizm olarak adlandırılamaz.

Az çok rekabetçi ortamın tamamen ortadan kalkmadığı, ancak büyük sermayenin her geçen gün tekelleşmesiyle küçük üretim birimlerini ve küçük sermayeyi yutması, ortadan kaldırması ile bir yandan ulusal sınırlar içinde kendisiyle rekabet edecek diğer grupları yutması, öte yandan kendi ulusal sınırlar içinde tekelleşen diğer kapitalist ülkeler sermaye gruplarıyla daha bu dönemde uluslar üstü bir aşamaya yönelmesiyle sermayenin uluslar üstü tekelci niteliği isteme damgasını vuracaktır. Ancak asıl ve ağırlık olan merkez kapitalist ülkelerdeki tekelci sermayelerin dünya pazarlarının paylaşılmasında aralarındaki rekabetin/çekişmenin belirleyici olmasıdır. Pazarların üretim ve sermaye yoğunlaşmasına uygun paylaşılmamasının yarattığı çelişkinin çözümü, sermaye yoğunlaşmasına uygun pazarlara sahip olmayan kapitalist ülke/ülkelerin, geniş pazarlara sahip kapitalist ülkeler kapitalist ülkeler arasında cereyan edecek olan savaşla mümkün olacaktır. Emperyalist/Kapitalizm döneminde en atak ve yoğun sermaye birikimine sahip olmasına karşın bu büyüklükte uygun pazarlara sahip olmayan kapitalist ülkelerin tekelci burjuvalarının başvurduğu yönetim biçiminin adıdır faşizm… Klasik Alman ve İtalyan faşizmlerinin doğum ve gelişimleri yeterince irdelendiği için burada ayrıca üzerinde durmaya gerek duymuyoruz. Yani faşizm, tekelci kapitalizmin yoğunlaşmasıyla toplumsal bunalımın kaynağına dönüşen sermaye birikiminin saldırgan, kanlı diktatörlüğüdür.

Yukarıdaki açıklamalardan amacımız günümüzde faşizmin, tek tek kapitalist ülkelerde baş gösteren kapitalist tekelciliğin ötesine geçip küreselleşen, gelmiş olduğu yerden, ulaştığı küresel sınırlardan geri dönüşü mümkün olmayan ve yer kürede başkaca da ulaşabileceği sınırlarları kalmayan küresel kapitalizmin bunalımını aşmak varacağı zorunlu sonuç olduğudur, olacağıdır.

Gerek merkez kapitalist ülkelerde görülen ve bir ara dönem görüntüsü oluşturan klasik faşizmin, gerekse geri bıraktırılmış ülkelerde süreklilik arz eden sömürge tipi faşizmlerin gerek iktidara gelişlerinin ve gerekse iktidarlarını sürdürüşlerinin, kitlesel pasifikasyon araçlarının biricik aracı, karşı devrimci zordur, kitlelerin bu zor yoluyla yıldırılması, korkutulmasıdır. Ulaşılmak istenen amaç ise açıktır: Siyasi ve İdari yönetimin tekleşmesi, devlet mekanizmasının amaca uygun olarak yeniden düzenlenmesidir. Bunun için burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının ortadan kaldırılması, sisteme itiraz edecek güçlerin ileri unsurlarının ortadan kaldırılması, demokratik kitle örgütlerinin dağıtılması, yöneticilerinin sindirilmesi üzerinden kitlelerin korku ve yılgınlık çemberine alınmasıdır. Bu uzun ve ya kısa vadeli programlarla aşama aşama gerçekleştirilen ve her adımında hedefe biraz daha yaklaşılan bir programın taktik adımlarıdır. Bu aşamalarda devlet yeni fonksiyonuna uygun biçimlendirilir ve bunun için uygun kadrolar işbaşına getirilir. Elbette bu yönetimin simgesel görüntüsü faşist partinin başındaki liderdir. Faşizmin gelişimine karşı koyan güçlerin bu gelişimde üç öldürücü yanılgısı ortaya çıkmaktadır:

Birincisi kapitalizme dokunmadan faşizmle mücadele edilebileceği yanılgısıdır. Sanılır ki faşizm, maddi temeli olmayan şeytani güçlerin kötü niyetlerinden ibarettir. Onu doğuran kapitalizm, bu sınıfların ilişkileri, yüzlerce yıllık yönetme deneyimine sahip olmalarının politik, siyasi diplomatik manevralarında kıvraklığı gözetilmeden sanki bu sınıflar, bunların görünürdeki temsilcileri bu faşist uygulamalara karşıymış gibi kitlelerde bilinç bulanıklığı yaratılır. AB nin bilmem ne temsilcisinin bu uygulamalara karşıymış gibi demeçleri manşetlere taşınır, ABD in bilmem hangi başkan yardımcısının “ tazıya tut, tavşana kaç” kurnazlığı bir güzel hazmedilerek neredeyse kapitalist ülke merkezlerinin sözcülerinin dudaklarından çıkan, bizi aptal yerine koyan bir iki sözü hacet kapısı haline getirilir. Hiç kuşkusuz kitlelerin bilinç bulanıklığından yine bilinç bulanıklığının yaratıcıları yararlanır. Zaten gerek bu sınıfların gerekse görünürdeki siyasi/diplomatik temsilcilerinin amacı da faşizm melanetinin anasının kapitalizm olduğu gerçeğinin kitlelerin gözünde saklamak, kitlesel tepkilerin kapitalizme yönelmesinin önüne geçmektir. Bugün AB’nin, ABD’nin resmi ve gayri resmi sözcülerinin ifade özgürlüğünden yanaymış gibi görünerek faşizme has uygulamaları AKP yönetiminin kötü niyet uygulamasına bağlamaları, bir yandan AKP iktidarının kapitalizmle bağının üstünün örtülmesi, diğer yandan çuvala sığmayan mızrağa suçlu bulma gayretidir. AKP’nin uygulamaları sistemin üstesinden gelemediği ve gelmesi de artık mümkün olmayan krizinin ekonomik, siyasal/politik platformda Türkiye’de görünen yüzüdür.

İkincisi, kitlesel tepkiler faşist partinin başındaki lidere yönetilerek sanılır ki faşist partinin başındaki lider bertaraf edilirse faşizm bertaraf edilecektir. Faşist partinin, lideri orkestranın maestrosudur, düzenleyicisidir, orkestrayı idare eder, ancak orkestranın kendisi değildir. Faşizmin bir bütün olarak ele alınması bilinciyle hareket edilmediği sürece hazırlanan çetrefil tuzaklara düşmek kaçınılmazdır. AKP iktidarının bütünü gözetilmeden bütün tepkileri R.T.E’ye yöneltmek yanılgısı işaret edilen tehlikenin görünür biçimidir. RTE, faşizm orkestrasının maestrosu, yöneticisidir, tek başına kendisi değildir. RTE’yi oraya getiren sınıfların hesap kitap bilmediğini düşünmeden oraya getirdiğine inanmak ise saflığın ötesinde aptallıktır. Onlar ne istediğini ve neye ihtiyaçları olduğunu inceden inceye hesaplayıp hayata geçirme beceri ve tecrübesine sahiptirler. Bilinçle değil, karanlıkta el yordamıyla öğrenmeye çalışan, öğrenme sürecinde çanak çömleği kırıp geçiren sadece biziz.

Üçüncüsü, faşizmin iktidar aşamalarının ortak özelliği karşı devrimci terördür. Kitleler bu kör terörün hedefindedir. Hedef ne kadar isabetli vurulursa amaçlanan kitlelerin korku ve yılgılığına o denli yaklaşmış olacaklardır. Bu faşist partiye toplumsal yaşam alanlarını faşist iktidara hazır hale getirme fırsatı verecek, kokutulan, sindirilen, can derdine düşen kitleler faşist düzenlemelere itiraz edebilme konumundan uzaklaşacaktır. Faşizmin, halk düşmanı olarak tanımlanmasının nedeni budur. Bu noktada şu son altı ayda meydana gelen kitlere yönelik terör olaylarını açık yüreklilikle tartışalım ve adını açık koyalım: Hizmet ettiği tek alan faşist iktidarın ihtiyaç duyduğu korku ve yıldırmadır. Bir yandan iktidarın kendisi gibi düşünmeyenlere yasal görünüm altında oluşturduğu yargı tetikçiliği ile baskı ve gözdağı vermesi, diğer yandan sokaktaki insana yönelik toplu katliamlar, birbirlerine düşman gibi görünmesine rağmen, aslında aynı amaca hizmet eden güçlerin karşı devrimci eylemidir. Bir eylemi kimin gerçekleştirdiğine bakılmaz, eylemin kimin işine yardığına bakılır. Diyarbakır, Cizre, Şırnak, Sur ve diğer il ve ilçelerde sivil Kürtlere yönelen devlet terörü ile canlı bomba eylemlerini gerçekleştiren TAK adlı örgütün üstlendiği eyleminin eylemin niteliği ile Suruç, Ankara ve İstanbul’da radikal dincilerin üstlendiği canlı bomba eylemlerinin niteliği yöneldiği hedef açısından aynı amacı taşımaktadır. Faşizm, korkmuş, sinmiş, yıldırılmış, pasifize edilmiş kitle tabanı üzerinde iktidar olur imkân ve araçlarıyla kitlesel pasifikasyonu esas alır. Hatta öyle ki, bu amacına ulaşmak için toplumun en gerici ve bağnaz kesiminin aracılığı ile kitlelerin “itiraz eden” kesimleri üzerinde kurduğu hegomonik baskısını “milli irade böyle istiyor” diye meşrulaştırmaya çalışır. Avrupa’da neo faşist partilerin kitle tabanlarının Avrupa’da yaşayan azınlıklara, göçmenlere karşı uyguladığı psikolojik ve fiziki şiddet ile AKP iktidarının kitle tabanının uyguladığı psikolojik ve fiziki şiddetin felsefi ve sosyolojik kaynağı aynıdır. Fiziki ve psikolojik şiddet faşizmin mayasıdır.

Bu olgu sadece fiziki şiddetin faşizmin görünür yöntemi olarak ortaya çıktığı geri bıraktırılmış ülkelere özgü de değildir. Bu başlıktaki yazının neredeyse bütün bölümlerinde küresel kapitalizmin yerkürenin en ücra sınırlarına kadar egemenlik ağlarını kurduğunu, gidecek başkaca yerinin kalmadığını, kriz ve bunalımlarının toplumsal/kitlesel hoşnutsuzluk olarak ortaya çıktığını, rahat dönemlere özgü burjuva meşruiyet sınırları içinde yönetemez olduğunu, sınıf çelişkilerinin gerek merkez kapitalist ülkelerde gerekse bağımlı geri bıraktırılmış ülkelerde tarihin hiçbir döneminde rastlanmayan keskinlikte cereyan ettiğini bıkmadan tekrarlamak zorunda kaldık. Bu tespitin doğal olarak varacağı yer, artık faşizm tek tek ülke işçi sınıfı ve emekçi halklarının sorunu olmayıp küresel kapitalizmin kuşattığı yer küre içindeki ülkelerin ortak sorunu haline geldiğinin ortak bilincinin yaratılmasıdır. Türkiye AKP iktidarı ile faşizme yöneliyor da kıtasal Avrupa,ABD, Doğu Avrupa, Latin Amerika,Afrika, Orta Doğu nereye sürükleniyor?… ABD başkanlık seçimlerinde faşist Trump’a verilen kitlesel destek ile daha düne kadar adı sanı bilinmeyen, üstelik çok kısıtlı olanaklarla başkanlık yarışına giren Komünist Sanders’e yönelen kitle desteğinin arkasında yatan gerçek sınıf çelişkilerinin artık nötralize edilemediğinin açık göstergesi değil de nedir? Doğu Avrupa’nın Macaristan, Polonya, Ukrayna gibi bir çok ülkesinde klasik faşist iktidarları aratmaya yönetimlerin iktidara gelmesi, Merkez Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinde neo faşist partilerin hızla kitleselleşmesi, bunun karşısında çeşitli nüanslarıyla solun klasik burjuva partilerine yüz vermemeleri, kendini açıkça “sol”. “sosyalist” “komünist” olarak tanımlayan partilerin etrafında kitleselleşmeleri sınıf çelişkilerinin keskinlik boyutlarının açık ifadesidir. Bu nedenle sorun sadece ulusal boyutta ele alınamaz. Kapitalizmin küreselleşmesi sınıf mücadelesinin de küresel boyutta ortak mücadele ve örgütlenme zorunluluğunun açıklanabilir nedenidir. Faşizm yalnızca tek tek ülke halklarını tehdit eden kanlı karşı devrimci bir süreç olmayıp, kalıcı kılınmaya çalışılan ve bütün yer küreyi tehdit eden ve kapitalizmin de kendi sonunun ilanı anlamını taşıyan, kapitalizmin son durağıdır. Süreç küresel sermaye ile emekçi halkların kanlı çatışmalarına gebedir. Kapitalizm ekonomik, politik, siyasi ve askeri olarak ırkçı ve dinci yedekleriyle süreci başlatmıştır. Dünya emekçi sınıfları ve halklarının bu sürece ancak küresel ortak örgütlenme ve mücadeleyle karşı koymalarından başka seçenek yoktur. Uluslar arsı işçi sınıfının Enternasyonal ortak bilinç, örgütlenme ve mücadele birliği dünden daha elzem ve yakıcı bir görevdir.

Sonuç olarak kitlesel pasifikasyona, korku ve yılgınlık yaratmaya yönelik hiçbir eylemin ilerici karakterinden bahsetmek şöyle dursun,   iktidar olma yolunda her aracı tartışmasız kullanan faşizmin değirmenine su taşımaktır ve devrimciler bu tür eylemlerin ortağı olmazlar.

 Bölüm-16

Tarih, Toplumların önüne çözebileceği sorunları koyar. Toplumun devrimci güçleri, toplumsal gelişimin önünü tıkayan maddi sorunları irdeler, analiz eder, tıkanan süreci ileriye doğru çözmeye çözme yetenek ve iradesine sahip devrimci örgütlenmeyi yaratır. Devrimci örgütlenme, tıkanan süreci çözmeye yönelik kitlesel ileri atılımın olmazsa olmazıdır.

Yukarıdaki başlık altında irdelemeye çalıştığımız “küresel kapitalizm koşullarında faşizm üzerine bir deneme”nin devrimci okurun dikkatini çekmeye çalıştığımız temel ögesi, küresel kapitalizmin faşizm tehdidinin klasik faşist iktidarlar gibi tek tek ülkeleri tehdit etmekle kalmayıp bütün yer küre için açık ve yakın tehdit oluşturduğu, dolayısıyla mücadele, örgütlenme ve kitlesel ittifakların küresel boyutta düşünülmesi gerektiğidir. Neden?.

Öncelikle klasik faşizmin doğuş ve ortaya çıkış nedeni, emperyalist/kapitalist ülkeler tarafından paylaşılan pazarlara, sermaye birikimini geç tamamlamış ve kapitalist gelişimde atak yapmış ülkelerin itirazları ve pazarların/sömürü alanlarının yeniden paylaşılması talebidir. Her bir emperyalist ülkenin sömürü egemenliğinde olan pazarlarını koruma ve diğer emperyalist kapitalist ülkeler aleyhine genişletme isteği emperyalistler arsındaki çatışma ve ittifakın de nedenidir. Bu olgu emperyalistler arasındaki çelişkinin açıklayıcı yanıdır. Birinci ve ikinci paylaşım savaşlarının çıkış noktası da budur. Şayet bu tespitin doğruluğu kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık ve doğruysa varacağı sonuç da aynı ölçüde kesin ve doğru olacaktır. Öncelikle, insanlık tarihinde yaşanmış olan 20. Yüzyıl faşizminin yenilgiye uğratılmasında bir yanılgının altını çizmek gerekecek. ABD, İngiltere, Fransa gibi Hitler faşizmine karşı cephe alan emperyalist ülkelerinin amacı bir sistem olarak faşizme karşı mücadele olmayıp, sermaye birikimleri geç oluşan ve paylaşılmış pazarların yeniden paylaşımını isteyen ve mevcut pazarlarını faşist ittifakın oluşturduğu Almanya, İtalya, Rusya, Japonya gibi emperyalist ülkelere kaptırmak istememeleridir. Bu ülkelerin Hitler faşizmine karşı savaşmalarının iç yüzü burdur, mevcut pazarların diğer emperyalist/Kapitalist ülkelere karşı korunmasıdır. Faşizmin yenilmesi amacıyla savaşana ve gerçekte faşizmi yenilgiye uğratın SSCB’dir. Nitekim Sovyet devriminin ilk yaptığı şey ilhaklara karşı cephe alması olacak ve emperyalist paylaşımlara karşı açıkça tutum alacaktır. Burjuva kalemşorlarının her türlü yazılı ve görsel medya araçlarını kullanarak Hitler faşizmini Batılı emperyalistlerin yendiğine ilişkin söylenebilecek en büyük yalandır. Doğası gereği emperyalist/kapitalistler faşizmle savaşmazlar, yönetmede sıkıştıkları zaman faşizmi imdatlarına çağırırlar. Klasik faşizmin gerek iktidar olmasında gerekse yenilgiye uğratılmasında etkin faktör dış faktördür. Faşizmin işgal ettiği ülkelerdeki antifaşist direnişler elbette görmezlikten gelinemezler ancak bu direnişlerin güçleri ve boyutları faşizmi yenilgiye uğratacak yetkinlikte de değildir.

Klasik faşizmin iktidar olduğu 20. Yüzyılda emperyalistler arası çelişkinin ana nedeni o günün koşullarında egemen sermayenin “ulusal” karakteridir. Aslında gerek birinci paylaşım savaşının gerekse ikinci paylaşım savaşının nedeni de budur. “Ülke menşeili” sermayelerin birbirleriyle pazar savaşlarıdır. 21. Yüzyıl kapitalizmi ülke menşeilerinin üzerinde, hatta ülke menşeilerini de yıkarak küreselleşmiştir. Ülke menşeili sermayeler ikincildir ve küresel sermayeye bağımlıdır. Küresel sermaye ekonomik, politik, siyasi ve kültürel alt yapılarını da oluşturarak uluslararalılaşmıştır. İMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü, NATO, AB uluslararalılaşan sermayenin küresel örgütleridir. Yeryüzü, birbirleriyle uzlaşmaz çelişkileri olan tek tek emperyalist ülkelerin pazarı olmaktan çıkmış, bütünleşen, birleşen, içinden çıktığı ulusal sınırlar dar gelen birleşik emperyalist sermayenin ortak pazarıdır ve bu ortak sömürü alanı küresel kapitalizmin ortak sömür alanlarıdır. Sermayenin küreselleşmesinin ana nedeni yoğunlaşmasıyla orantılı olarak artık bu yoğunlaşma derecesine dar gelen sermaye birikiminin ulusal sınırlara sığmamasıdır. Sermayenin yoğunlaşmasının karakteristik özelliği ise yoğunlaştıkça bunalımlarının artması, krizlerinin süreklilik kazanması ve burjuva meşruiyeti sınırları içinde burjuvazinin artık yönetemez duruma düşmesidir. Sermayenin küreselleşmesi bu yoğunlaşmayı ve yoğunlaşmanın sonucu olarak sosyal patlamaları da beraberinde getirmiştir. Kitlesel hoşnutsuzlukların artarak bütün yeryüzünde çeşitli eylem ve protesto biçimleriyle dışa vurumu karşısında burjuvazi yöne yönetme biçimleri aramaya çoktan başlamıştır bile. Dünya kamuoyuna “mülteciler” olarak adlandırılan sorunun altında yatan gerçek ise “küresel kapitalizmin” yeni yönetme biçimi arayışının görünümü olan savaşlar ve işgaller karşısında yaşam alanı arayan halkın ülkesizleştirilmesidir. Gelinen noktada yasal ve meşru yöntemlerle yönetme kabiliyetini yitirmiş kapitalist burjuvazinin yönettiği sistemde kepazelikleri arşın ve endaze ile ölçülemeyecek kadar acınası ve çürümüştür. Panama belgeleriyle ortaya saçılan kepazelikler “sözüm ona” en saygın burjuva politikacılarının rüşvet ve yolsuzluklarla içine düştüğü bataklığı yeterince açıklamaktadır. Yer kürenin her bir noktasında kitleler suyu çıkmış burjuva meşruiyetini sorgulamakta, ancak doğru yönlendirici devrimci önderlikten yoksunluk onları sistem dışı, farkında olmadıkları başka bir tehlikenin kucağına atmaktadır. Öznel yapısına göre dinci, ırkçı, klasik faşist partilerin ürkütücü kitle desteğine sahip olmalarının nedeni budur. Burjuvazinin makul, klasik yönetici elitleri olan Merkez sağ ve sosyal demokrat partiler erimektedir. Muhalif kesim yine sistem içinde sistemin ıslah edilebileceğini vaat eden Syriza, Podemos gibi sol söylemli partilerin etrafında toplanmakta, sınıf bilinçsiz kesim ise faşist partilere kitle tabanı oluşturmaktadır. Faşist partiler, geçmişte yüzleri açığa çıkarıldığı için açıkça tercih edilmeseler bile küresel kapitalizm için yedekte tutulan bir stepnedir.

Bu gelişme yönetemeyen burjuvazinin bilgisi dâhilinde “ istemem ama yan cebime koy” kurnazlığıdır. Bu nedenle küresel sermaye sözcülerinin iki de bir demokrasi, insan hakları savunucusu kesilmelerinin anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Yalan ve riya burjuva ahlaksızlığının mayasıdır.

Dolayısıyla yönetme kabiliyetini yitirmiş küresel burjuvazi kendi meşruluğunu kendisi ortadan kaldırmakta ve yönetebilmek için yer kürenin her bir noktasında faşizme yönelmektedir. Bu olgu klasik faşizmin özelliklerinden farklılık göstermektedir. Klasik faşizm dışsal olguların ürünü iken küresel kapitalizmde dişlerini göstermeye başlayan faşizm, meşruiyeti dâhilinde yönetemeyen ve başkaca da yönetme mekanizması olmayan küresel burjuvazinin sisteme karşı hoşnutsuzluk ve tepki gösteren, giderek eskisi gibi yönetilmek istemeyen kitlelere karşı demir yumruğu olacaktır. Yani küresel kapitalizm koşullarında bir sindirme, yıldırma, korku ve pasifikasyon olarak faşizm içsel bir olgudur.

Bu koşullarda ortaya çıkan ve dişini göstermeye başlayan faşizme karşı mücadelede de artık dış bir destek beklemenin, örneğin Hitler faşizmine karşı Pazar kaybetme kaygılarıyla savaş açan ABD, İngiltere Fransa ya da başka bir emperyalist kapitalist ülkeden dış destek beklemenin koşulları ortadan kalkmıştır. Mücadele yer küre ölçeğinde küresel kapitalistlerle işçi sınıfı ve yandaşları arasında sınıf mücadelesi olarak şimdiye değin tarihin kaydetmediği uzun ve metanetli süreçlerden geçecektir.

Bu analizlerin varacağı sonuç ise küresel kapitalizmin ortak tehdidi altındaki bütün yer küre işçi sınıfı ve yandaşlarının faşizme karşı ortak örgütlenme ve mücadele alanlarının yaratılmasıdır.

Bir yanılgıyı tekrar vurgulamakta yarar var. Ülkemiz ilerici güçlerinin AKP iktidarına karşı duyduğu tepkinin AKP yöneticilerine tepkiye indirgenmesi, sanki tepki toplayan AKP yöneticilerinin yerine başkaları gelse “ böyle olmayacağı sanısı” uyandırılması koşayım derken ayağa kurşun sıkılmasıdır. AKP iktidarı sistem içinde sistemin kendine verdiği görevleri yerine getirmektedir ve AKP’nin başkaca türlü davranmasını beklemek hayal görmektir. Aynı şekilde Avrupa, Asya, Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu ülkelerinin bütün yöneticileri bir AKP’dir. Ülkelerin özgün farklılıklarından kaynaklanan burjuva yönetim biçimlerinden hiç biri diğerinden daha demokrat ya da daha otoriter değildir. Bu nedenle kapitalizmi hedeflemeyen hiçbir söylem ya da mücadele önerilerinin faşizme karşı mücadele olarak nitelendirilmesi düşünülemez

Küresel kapitalizm koşullarında faşizme karşı mücadele kapitalist/emperyalizme karşı mücadele ile iç içe geçmiştir, bütünlük oluşturmuştur.

Bölüm-17

Son günlerin güdümlü medyasının halleri içler acısı. İnsanın neredeyse Diyojen’e imrenip gündüz gözüne apaçık ortada duran gerçeğin üstüne fener tutası geliyor. Varsın Dünya Fatihi İskender Diyojen’in bilgeliği karşısında hamhalatlığını sergilesin, varsın “gündüz fenerle ne arıyorsun” desin. Diyojen de o bilge tavrıyla “ gerçeği!…” deyiversin. Birileri de kendini varsın etkili ve yetkili sansın. Düşler çabuk biter, gerçek kendisini dayatır. Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda allayıp pullayıp bin bir övgü ile AKP’nin Genel başkanı ve Başbakan olarak ve “ileri demokrasinin inşasında” stratejik derinlikler keşfedeceği vaadiyle “kutsal göreve” davet edilen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun apar topar yetkilerinin alınarak istifa noktasına getirilişinin, Başbakan ve Partinin genel Başkanı olarak bir çırpıda yetkisizleştirilişinin ipe sapa gelmez, gerçekle ilintisi olmayan gerekçelerini yutturmak için sistemin medyası epeyce çabalar sarf edilmekte, bunun bir “ darbe” olduğundan ve demokrasiyle bağdaşmadığından dem vurmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar. Ahmet Davutoğlu’nun R.T.E ye muhalifliğinden tutun da Kürt sorununu çözmeye yatkın ve meyilli olduğuna, daha demokrat kişiliğe sahip olduğuna kadar bir uçtan diğerine çeşitlemeler alıp başını gitmektedir. Böyle bir ortamda sınıf bilincini sokağa indirmeye muktedir devrimci örgütlenmenin yokluğu bilinç kirlenmesine, bilgi kirliliğine, manipülasyona da uygun ortamı yaratmaktadır. Olanın olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi gösterilmesi, yalanın maskesini indirecek gücün yokluğunda bulunmaz fırsat yaratmaktadır. Kitleler “RTE diktatör, A. Davutoğlu Demokrat” ikilemiyle karşı karşıya bırakılıp “Demokrat olanı tercih etme” yönlendirmesiyle çembere alınmaktadır. Bu vaazın içinde sayısız örneklemeler sıralanabilir. Sistemin ne yaptığını bilen senaryo uzmanları için aslında her şey açıktır, gölgede bırakılan bir şey yoktur. Bilinen hikâyedir. İdam mahkûmunun son isteğinin yerine getirilerek ne kadar demokrat olunduğunun dünya âleme ilan edilmesidir. Kırk katır mı kırk satır mı?. İdam mahkûmu kırk katırı tercih ederse, mahkum kolları bacakları kırk katıra bağlanıp katırlar dört yöne tırısa kaldırılıp mahkumun bütün vücut parçaları bedeninden koparılarak ölecektir, kırk satırı tercih ederse kırk satır darbesiyle bedeninin parçaları birbirinden ayrılacaktır. Sonuçta mahkûma bırakılan tercih hakkı yaşama hakkı değildir, eğer bu bir hak ise nasıl ölmek istediğine ilişkin işkenceli ölüm biçimini seçme hakkıdır. Dolayısıyla yalın sorun ne R.T.E nin diktatör oluşudur, ne de A. Davutoğlu’nun Demokratlığıdır. Sorunun ortaya konuluş biçimi sınıf bilinçsiz, ne verilirse yutmaya hazır kitlelerin itirazsız kabulünün varsayımıdır. Bir adım daha ileri gidip A.Davutoğlu’nun bile ne olup bittiğinin farkında olduğunu düşünmüyoruz. AKP’nin birçok milletvekilinden tutun da aşağıdan yukarı doğru örgütlerinin, destekçilerinin, yandaşlarının bile olup bitenin farkında olduğunu düşünmüyoruz.

Bu tespit AKP kadrolarının demokratlığına ya da demokrat olabileceklerine ilişkin bir beklenti ya da bir gönderme de değildir. Öncelikle geleneksel dinsel yapı içinde demokratlıktan söz etmek, bu anlamda AKP’yi bir bütün olarak, kadrolarıyla, örgütleriyle, yandaşlarıyla demokratlıkla yan yana getirmek, böyle bir beklenti içine girmek safsalaklığın ötesinde patolojik bir vakıa olmakla özdeştir, gerçekle alay etmektir. Sorun dinsel muhafazakâr tutum ve davranışın ötesinde küresel kapitalizmin içinde bulunduğu duruma ilişkin iktidar seçeneğidir, kadrolarının bu iktidarla uyumudur. Bu iktidar seçeneğinin adı faşizmdir, kadroların tasfiye/yenileme hareketi de bulunulan aşamaya uygun yapısal inşadır. Olan biten de budur, sürecin kendine uygun koşullarda ilerleyişidir. Bu nedenledir ki A. Davutoğlu’nun bir çırpıda Parti genel başkanı ve başbakan yapılması ve aynı yöntemle apar topar alaşağı edilmesi Türkiye’ye özgü “uzun bıçaklar gecesidir”. Faşizmin lider tipolojisi faşizmin kendisi gibi mutlak buyurgandır ve itaat eden kadrolar ister. AKP’nin kuruluş aşamasında “Dindar muhafazakâr” görünümüyle bir araya gelen ve aşamalarda tasfiye edilen A.Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi kurucu unsurlarını bir araya getiren faktör toplumsal yaşamın dinsel paradigmalar üzerine kurulmasıdır. Ancak AKP’nin kurduruluş ve iktidar yapılmasının amacı toplumsal yaşamın dinsel paradigmalarla dönüştürülmesinin ötesinde, dinsel paradigmalardan etkilenen toplumsal kitlenin faşizmin kitlesel tabanı haline getirilmesidir. Sürecin gelinen aşamasına uyumsuzluk gösteren kadroların tasfiyesi ve yerlerinin amacın daha açık olarak tanımlandığı ve buna uyum sağlayan kadrolarla doldurulmasıdır. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız, tasfiye edilen yalnız A. Davutoğlu’nun değil AKP kurucu kadrolarının bile süreçten haberdar olmadığına ilişkin iddiamızın dayanağı budur. Bu başlıktaki yazılarımızda faşizmin iktidar daralması olduğuna ve AKP’nin kendi içinde hızla sürece ayak uydurmayanları şaşkınlık yaratacak şekilde tasfiye edeceğine daha önce değinilmişti. AKP’nin içinin yansıyanın/yansıtılanın ötesinde kaynayan kazan olduğu da sürpriz değildir. AKP’yi iktidara taşıyan kadro ya da ona oy veren kitlelerin beklentisi Siyasal İslam’ın toplumsal yaşam biçimine dönüştürülmesiyle sınırlıdır. Sürecin gidişata uygun şekillenmesi AKP içinde süreci kavrayamayanlar açısından gerçekten beklenmedik bir durumdur, adeta bir sürprizdir ve olanı biteni anlamlandırma kapasitesinden yoksunlukları nedeniyledir ki meseleyi “yol arkadaşlığı, ahde vefa” gibi düşük yoğunluklu yakınmalardan yukarıya çekememektedirler. Böyle bir tespitin doğruluğu “AKP dağılır, dağılıyor” kolaycılığına izin vermez. Tersine, AKP faşizmin inşasına ayak uyduramayan kadroları tasfiye ederek lidere mutlak itaatle bağlı militer kadrolarla iç yapısını sağlama alacaktır. İkna edilemeyen, taraftar olmayan kitlelerin malum yöntemlerle “bitaraf” edilmesi faşizmin bilinen, kanıksanan yöntemidir ve şaşılacak bir yanı da yoktur. Asıl sorun faşizme karşı mücadelenin örgütsel, kitlesel gücünün yaratılmasıdır. Faşizm, AKP’yi iktidar yapan küresel kapitalizmin AKP üzerinden gizli ajandasıdır ve AKP R.T.E nin nezdinde faşizme yönelmek zorundadır, yoksa küresel kapitalizm bu göreve amade olacak AKP’nin alternatifi bir başka faşist örgütlenmeyi yaratacaktır. Bu tercih küresel kapitalizmin içinde bulunduğu sürekli kriz nedeniyle yönetememesinin zorunlu bir sonucudur. Kaldı ki, faşizm kapıyı kırmak için son eşiğe yaklaştıkça faşist lider, mutlaklığına dolaylı ya da dolaysız itiraz edecek bir tek bir kişinin varlığına bile tahammül edemeyecektir. Keçenin ibikleri başkanlığın ele geçirilmesiyle toplanmış olacak ve daha farklı türden tasfiye biçimleri de artık sıradan uygulamalar olarak yerini alacaktır. Şimdiden hedef göstermeler ve gösterilen hedefi bertaraf etmeye aday kadrolarda saldırganlığın ”görev psikolojisi” yaratılmıştır. Eşiğin aşılması aşamasında kitlesel saldırılar beklemek kehanetten sayılmamalıdır. AKP’nin yönelimi siyasal İslam temelli faşizmdir ve sürece ayak uyduramayan kadroların tasfiyesi, lidere mutlak itaate hazır kadrolarlın oluşturulması sürece uygun düşen bir işleyiştir. Bilindiği gibi SA’ların kurucusu ve Nazi partisinin kilit adamlarından Ernst Röhm Nazi partisi içinde Hitlere karşı güç toplamasının bedelini kendi çevresiyle birlikte Hitlerin emriyle canıyla ödemiştir. Her ülkenin kendine özgü bir “uzun bıçaklar gecesi” vardır. AKP’nin kurucu kadrolarını tasfiye biçimi de bize özgü bir uzun bıçaklar gecesidir. Olacakların, olanları aratacağı günler kapıya dayanmıştır.

Dünya edebiyatının klasikleşmiş ünlü Fransız yazarı Honore da Balzac’ın tavizsiz, sıkı bir kralcı olduğu bilinir. Feodalizmin iktisadi, sosyal siyasal olarak gücünü tükettiğinin, ekonomik ve siyasal iktidar boşluğunun genç burjuvazi tarafından doldurulacağının kaçınılmazlığının farkında olan Balzac “Kralım, size çok bağlıyım ama iktidarınız gücünü tüketti” deme dürüstlüğü namuslu aydın tanımını belleklere kazımıştır. AKP’nin iktidar olmasında “ileri demokrasi, insan hakları, demokratlık rüyası görenler” aydın olma adına AKP’nin meşrulaşmasında ve kitleselleşmesinde görevlerini “layıkıyla yerine getiren küresel kapitalizmin güdümlü aydınlarının” siyasal İslam’ın halaycı başlarının, AKP’nin kendilerine ihtiyaç kalmayınca kapı önüne konulmaları karşısında pişmanlık sırasına girmelerindeki samimiyetsizlik olanca arsızlığı ile devam etmektedir. İktidar olurken Gülen Cemaati ile birlikte yürüyen, AKP nin iktidardaki gücünü pekiştirince Gülen Cemaatine tekmeyi vurmasını içine sindiremeyen ve hala meşreplerine uygun demokrasinin varlığına iman etmiş olanların da yakalarına iliştirdikleri “aydın kimliği” ile olanı biteni kavrayamadıklarından serzenişleri ayyuka çıkmaktadır. Belki “ bu onların sorunu” deyip geçmek bir rahatlama vesilesi bile olabilirdi… Ancak… Şayet bu unsurlar hala kendilerine açık “sol kapılar” bulabiliyorlar ve açmazlarındaki illeti kitlelere bulaştırma gayretini sürdürüyorlar ve sözüm ona “ sol kapılar” da bunları uzaktan gelen saygın misafirler gibi karşılamaya can atıyorlarsa durum değişmelidir. Bireysel olarak kendi güç ve kapasiteleriyle mücadelenin içinde yer almaları elbette kendi bilecekleri bir şeydir, ancak güç odaklarına yamanma girişimlerini sinsice mücadeleye hastalık olarak taşımalarına göz yumulamaz. Faşizme karşı mücadele sınıf mücadelesinin en karmaşık ve çetrefil olanıdır. Faşizmin yenilgiye uğratılması sınıf mücadelesine önderlik etme kapasitesine, bilgi ve deneyimine sahip devrimciler örgütünün, sınıf partisinin öncülüğünü kaçınılmaz kılmaktadır.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.