“Kuşlar ikiye ayrılır” demişti; kırlangıçlar ve diğerleri… Çocukluk arkadaşımdı, çelik çomak oynadığımız, ay karanlığında komşu bahçelerinden erik çaldığımız veletlik günlerinden tanırdım onu… O günden bu güne, çocukluktan saçının saklının ağardığı bugüne kadar hiç mi değişmezdi insan. Dün neydi ise bugün de oydu. Kuşlara hastalık derecesinde tutkun olduğunu bilmez olur muyum? Babasının surat asmasına, anasının köteğine rağmen avlu dolusu güvercinleriyle düşüp kalkmasını mı dersiniz, kışın buz tutan toprak üstünde yiyecek arayan sığırcıklara, kilerden gizli gizli arakladığı has buğdayla ziyafet çekmelerini mi dersiniz, suratına okkalı bir tokat yiyeceğini bile bile ala karga avcılarına ana avrat sövmelerini mi dersiniz… Kuşlara tutkunluğuna ilişkin sayılanların eksiği vardı da fazlası yoktu. Onunla sohbetimizde topal Yusuf’un kendini çobandeğneği ile nasıl dövdüğünü ballandıra ballandıra anlatmıştı. “Yediğim dayak da güzeldi, yaptığım işte güzeldi” dedi yüzüne yerleşen bir hüzün aralığında.
Yazın sıcağına dayanamayan bıldırcınlar ırgatlık zamanı ekin destelerinin altına girerek sıcaktan korunmaya çalışır. Bütün köylüler de bilir bunu. O sene ekin biçmeye tarlaya giden anasının babasının arkasına düşüp ırgatlık tarlasına gider. Öğle sıcağının bastırmasıyla çayırlık alanın yanı başındaki çeşmeden su içen bıldırcınlar arkalarından yarı korku yarı endişe içinde en yakınındaki ekin destelerinin altına gizlenirler. Gelen tehlikeyi sezerler mi bilmem ama bir tehlike anında kaçmazlar da, destenin altında elini uzatana boynunu uzatırlar, onlar da uzatılan boynu koparırlar. Bıldırcınların ekin destelerinin altına gizlendiğini uzaktan gören avcılar ellerinde sopalarıyla sökün ederler. Avcıların her biri bir desteye dağılır, birkaç bıldırcın yakalama hevesiyle elini destenin altına sokanların eli boş kalır. Nasıl olur derler, sürüyle bıldırcının destelerin altına girdiğini ta uzaktan gördük, Allah’ın hikmeti midir nedir, hiç birimiz bir tane bile bulamadık. “Evet der arkadaşım ben de gördüm. Hepsi birlikte havalandılar, ta şu tarafa uçup gittiler. Belki oradaki destelerin altına girmiştir”. Bilirler avcılar, tecrübeyle sabittir bıldırcın etinin lezzeti. Çabuk da pişer. Ateşe şöyle bir göster, sonra o lezzetli etlere dişlerini geçir… Topal Yusuf kurnazdır, diğerleriyle birlikte gitmez, geride kalıp arkadaşımı sıkıştırır. Arkadaşımın toplayıp torbasına doldurduğu bıldırcınlar cıvıldamaya başlar. Topal Yusuf bıldırcınların torbaya doldurulduğunu anlar, arkadaşımın elinden torbayı almaya kalkar. Elindeki değneği Allah ne verdiyse topal Yusuf’un torbaya asılan koluna yapıştırır. Torbayı omuzlayıp kaçarken ayağı tökezler, yere yıkılır. Topal Yusuf da ona Allah ne verdiyse tekme tokat ağzını burnunu haşat eder, torbayı alır sıvışır.
Bir an duraksadı. “Ne çok benziyor yaşamlarımız bıldırcın kuşlarının yaşamına” dedi, Bizi bir torbaya doldurdular, boynumuzu vurdular.
“Kim lan dedim bizim boynumuzu vuranlar, anaları onları bizden daha mı yiğit doğurdu”.
“Siktir git lan dedi, benimle kafa mı buluyorsun, onlarca bıldırcını topal Yusuf gibi bir pezevenk midesine indirdiyse mesele yiğitlikte değil, bıldırcınların kellesini koparanların farkına varmamasında, kellesini onların eline uzatan bıldırcın aymazlığında. Avlanacağını bile bile bok mu var ekin destelerinin altına saklanıyorsun, seni avlayacaklarını, kelleni ele geçirenlerin seni afiyetle pis midelerine indireceklerini bilmiyor musun? Niye teslim oluyorsun, kanatların var uç git ötelere. Uçmayı bilmiyorsan o kanatları niye taşıyorsun”…
“Nerede hata yaptık diye çok düşündüm. Hayatlarımızı, avcılarına boynunu uzatan bıldırcınlara benzetiyorum. Güya kendilerini ekin destelerinin altına gizleyerek savunmaya geçtiklerini sanıyorlar. Neyi savunuyorsunuz lan, o ekin desteleri topal Yusufların av alanı, o alanı zapt ettin mi de pısırıklığının adını savunma koyuyorsun. En iyi savunma saldırıdır diyen o mübarek adamı dövme yaptırıp kollarımıza bacaklarımıza kazıdık, tişörtlerimize kazıdık da bir türlü beynimize kazıyamadık, hatta onlarla aramızda ortak yanlar arayanlarımız da az değildi içimizde hani… Senin olmayan neyi, nereyi savunuyorsun ki”…
“Kırlangıçlar öyle mi ya… Kanat teline elini uzattırmaz, dikkatlidir, her an tetiktedir, sezgileri güçlüdür. Rüzgâr nereden eseceğini, saldırının nereden geleceğini saniyesinde bilirler… Yakalamak için uzat bakalım elini kırlangıçlara, şaklabanlık yap, şirin gözükmeye çalış, aptal aptal tuzağına düşeceğini bekle… Nah alırsın… Bir kanat çırpışıyla pırrr…
Kırlangıç olamadık, torbaya girmeye hazır aptal bıldırcınlığımıza da değme övgüler düzdük…
Ben köyde doğup büyüdüm. Samanlığın penceresinden kırlangıçlar girer çıkardı. Nasıl çabuk, nasıl pratik uçarlardı. Pencereden samanlığa girerken etrafı kolaçan edeler, rüzgâr gibi pencereden içeri dalarlar, göründükleri gibi kaybolmaları bir olurdu. Dört beş metre yüksekliğindeki samanlığımızın tam orta yerinde kolon görevi gören, kucak kavuşmaz bir direğin en tepesine yuva yapmışlar. Yuvaya çıkmak için birkaç kere direğe tırmanmaya çalıştıysam da başaramadım. Direğin kalınlığına kollarım yetişmiyor, bir düşersem işim tamam… Harman bitiminde samanlığa konulan samanlar direği yutarlar, yuvaya ulaşmaya bir iki metre kalırdı. Düşsem de samanların içine düşerdim, çok çok yumuşak yığının içine gömülürdüm. Aylarca samanlığın samanla doldurulmasını bekledim. Bu süre içinde de evimizin arka tarafındaki yükseklikte bulunan samanlık penceresinden samanlığa süzülüşlerini izler, aşağı iner boş samanlığa girer gelişlerini, uçup gitmelerini, tekrar dönüşlerini izlerdim.
Bir tane yuvaları vardı. O güne kadar kırlangıçların yuvalarını nasıl yaptıklarını bilmezdim. Kırlangıç yuvaları sanki Allah vergisiydi de, getirilip oraya konmuştu. Ya da bir müteahhite sipariş verilmiş de onlar o evi geitirip oraya yerleştirmişti. Bahara doğruydu. Samanlığa giren her kırlangıcın ağzında çer çöp var, çamura belenmiş gibi tırnakları çamur çaylak içinde… Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum ama bir tane olan yuva sayısı üçe çıkmıştı. Civcivlerin cıvıltısı dışardan duyuluyordu. Nihayet hasat bitim zamanı samanlık samanla doldu, beklediğim an gelmişti. Pencere hizasına gelmiş samanların üstüne çıktım. İki tane kırlangıç yuvalarında uyuyor… Tam istediğim gibi… Uyuyorlar… Direğe tırmanıp, benim gizemini çözemediğim bu kuşu tutacağım, kanatlarına bakacağım, gagalarına bakacağım. Yok, öyle kellesini koparma niyeti hiç taşımadım. Belki okşayıp, sevip salıvereceğim. İnat edip direğin ta ucuna kadar tırmandım, bir elimle direğe sımsıkı yapışırken, öbür elimle bir parmak ötemdeki yuvaya elimi uzatmamla pırr diye uçmaları bir oldu… Tekrar tekrar denedim, bana uyuyor numarası yapıp, elimi yuvaya uzattığımda pırrr… Galiba “senin ne bokun soyu olduğunu, bizi yakaladığında ne halt edeceğini bilmiyoruz” diye düşünmüş olmalılar. O günden bu güne dişiyle, tırnağıyla yuvalarını kuran bıldırcınlar benim için mücadelenin ve emeğin sembolü, minnetsiz, baş eğmez, gerdan kırmaz onur sembolleri olmuştur.
Bizim için risk taşıyan her olayda onların çabukluğunu, sezgilerini, kanat çırpışlarındaki zarafetlerini düşünürüm. Gerçek bir şölendir.
Sadece yaşadığımız o süreçte kendimiz ya da diğer arkadaşlarımız adına söylemiyorum. Hepimiz adına söylüyorum: Bıldırcınlar gibi, avlanacağımız ekin destesinin altına başımızı sokmaktan kurtulup, kırlangıçlar gibi uçmayı başardığımız gün bu rezilliklerden de, bu kepazeliklerden de kurtulacağımızı ne zaman anlayacağımızı merak eder dururum.
Eeee der gibi gözüne baktım.
Lafı nereye getireceğini biliyorum dedi, O kadın mı?
Evet dedim. Yüzüne yerleşen ifadeden mahcup oldum. Adanmış bir hayatın sembolüydü, densizlik ettim, böyle bir sorunun en son sorulacağı kişilerindendi. Haklısın dedi, insanlaşmaya giden kapıyı açıp “ bu taraftan yürüyün ” demek kolay da yürümek öylesine zor ki…
O, bıldırcın olmayı seçti dedi, boynu vuruyorlar.
Bir an suskunluktan sonra “ Eee dedi, “Geldik bu güne”.
“Ne dersin, bıldırcın olup sinmek mi, kırlangıç olup uçmak mı?.