Uğultulu Rüzgârlar

Kaçaktık ikimiz de. Bulunduğumuz şehirde harekât alanımız daralmış, çareyi şehri terk etmekte bulmuştuk. Diğer arkadaşların durumu da bizden pek farklı değildi. Onların evinde de saklanamazdık, bu polise açık adres vermek demekti. Yani kendi başımızın çaresine kendimiz bakmak zorundaydık.

Hatırladığım kadar o yılın Mayıs ayıydı. Gece yarısına kadar arkadaşımın tanıdığı birisi yarı ürkek, yarı çekingen gecekondusunun kömürlüğünde kalmamıza izin verdi. Serbestte olan bir arkadaşımız gideceğimiz yer her nereyse oraya götürülmemiz için bağlantı kuracak, ondan haber bekleyecektik.  Kömürlük sahibinin bir no.lu bildirisi yüzümüze okundu… “ Vatanın selameti ve ülkemizin bekası için kömürlükten hiç dışarı çıkılmayacak”…Tamam, çıkmayız… Adam ikna olmuyor… Bir kez evet demiş oldu ama deyip diyeceğine de bin pişman olmuş bir hali var…”Hani zora sokarsam acaba çeker giderler mi”…Gideceğimiz bir yer olsa eyvallah etmeyeceğiz ama dışarı kar içeri dar, kıpırdayacak halimiz yok… Kömürlükten dışarı çıkmayacağımıza ilişkin gecekondu sahibini ikna etmek ne mümkün… İkimiz de bildiğimiz bütün yeminleri dikip dikip atıyoruz ama nafile… Adam Nuh diyor da Peygamber demiyor. Sabah işe giderken kömürlüğün kapısını kilitleyecek, hava kararınca bizim hava almamıza yetecek kadar süre kömürlüğün penceresini açacak, ancak kapı hiçbir surette açılmayacak… Bizim dışarı çıkmamız kesinlikle yasak… El mahkûm, peki demekten başka çaremiz yok ki…

Cezaevi yaşamını ikimiz de biliriz. Epey bir zaman haftanın üç gününde, günde yarım saat hava almamız için açılan hücrede birlikte kaldık. Arkadaşım “ ulan dedi günde yarım saatliğine de olsa hücrenin kapısı açılınca kendimizi başıboş atlar gibi özgür hissederdik, bu pezevenk yarım saatliğine de olsa kapıyı açmayacak”.

“Yok lan dedim, yine de iyi adammış valla, şimdi bizi burada yakalasalar adamın vay başına gelecekler… Ağzım gözüm deyinceye kadar  “ yardım yataklık suçundan”  deliksiz bir sene adamı tıkarlar deliğe… Bizim bildiğimizi adam bilmiyor mu? Oğlum adamın çoluk çocuğu var, bir ay çalışmasa çocukları aç açık kalacak … Adamın önceliği kendi çoluk çocuğu”…

Neme lazım, arkadaşım kızıp köpürse de adam nezaketi elden bırakmadan bizi kömürlük hücresine alıştırmaya çalışıyor. Kalın mukavva kâğıtlarından yaptığımız döşeğimizin üzerine birer kilim verdi… Hava soğuk, kömürlük havadan da soğuk… Kilimleri başımıza çekiyoruz ama bu kez de nefes almada zorlanıyoruz… Sabahın olduğunu kömürlüğün tahta kapısının aralıklarından sızan gün ışığından anlıyoruz… Haa, bir lüksümüzü anlatmadan geçmeyeyim. Kömürlükte çay bile demliyoruz. Piknik tüpü, çay, şeker, bardak… Teşkilat tamam… Sağ olsun, adam iş çıkışı bir paket birinci sigarasını da delikten atmayı ihmal etmiyor.

“Lan oğlum diyorum, hapishanede hücrenin penceresine zulaladığımız bir paket çay için başımıza gelmedik bela kalmıyordu, unuttun mu lan o günleri”…

Bir kahkaha basıyor. “ Canım kardeşim diyor, bir gün nasıl olsa yakalanacağız, hücre yaşamımızın o unutulmaz mutlu günlerine geri döneceğiz. Bu kez o hücreden feriştahı gelse çıkaramayacaklar beni”… Kömürlüğü yaşamayan hücrenin kıymetini nereden bilsin…

“Pis küçük burjuva dedim, saray gibi kömürlüğü bulmuşsun da bunuyorsun galiba… Ben buradaki ihtişamı ne Bizans saraylarının, ne de Osmanlı saraylarının ihtişamına değişmem… Şu mimariye bak, şu mühendislik işine bak… Bu kömürlüğün projesi çizilirken mutlak bir gün bizim burada misafir edileceğimizi düşünmüşlerdir. Şu dekorasyon… Her tarafı bir ahşap mimari şah eseri… Şu halılar kıymet biçilmez ısfahan acem halıları… Yatağımız krallara layık… Hele şu boğazımızı sıkan nem, rutubet yok mu?  Tanrım verdiğin nimetlere şükürler olsun… Bizi bu zorunlu ikamete mecbur edenler Cehennem de bile ateş yüz görmeyip bizim üşüdüğümüz gibi üşüsünler, amin…”

Arkadaşım “hoca diyor vallahi sen kafayı yedin, şuradan çıksak da seni iyi bir deli doktoruna tedavi ettirsek”…

Bu hay-ı huy içinde hatırladığım kadar beş gün kaldık. Nihayet beklenen haber geldi… Güvenli bir şekilde şehirden çıkarılacağız. İlerideki benzin istasyonunda ineceğiz. Bir petrol tankerinin ambarında varacağımız yerde bizi o bölgedeki arkadaşlar alıp, gözden ırak bir yerde saklayacaklar.

Gece yola çıkacağız. Arkadaşım “ ya hoca diyor, kurbanın olayım bizi yine bir kömürlüğe hapsetmesinler. Bu kez valla bütün maharetimi kullanır kömürlükten tünel kazarak firar ederim”…

Bize kalacak yer ayarlayan arkadaşlar rahat etmemiz için işin bütün inceliklerini düşünmüşler, bir kuyumcu gibi ince eleyip sık dokumuşlar… Gittiğimiz yer Karadeniz’de bir kasabasının,  evleri aralıklı bir köyü… Dağınık bir yerleşim yeri… Derin bir vadinin yamaçlarına kurulmuş, tek tük serpme evlerden oluşan bir köy… Kocaman, mavi berrak suların çağıldadığı bir dere aşağımızda kalıyor. Konaklayacağımız ev boşmuş. Sahipleri ancak yaz tatilinde bir, bir buçuk ay gelir, sonra çalıştıkları şehre giderlermiş… Ev, ormanla çevrilmiş demeye gerek yok ki, her taraf orman… Bizi getiren arkadaş sabah görüşmek üzere evine gitti… O gün ne açlığımıza aldırdık, ne susuzluğumuza… Kaba yün döşeklere kendimizi atar atmaz ikimiz de uyuya kalmışız.

Arkadaşımız yorgun olabileceğimizi düşünmüş, erken vakitte gelip uykumuzun bölünmesini istememiş. Biz uyurken kuşluk vakti gibi çıkagelmiş… Kalktığımızda kahvaltı sofrası hazırlanmış, çaylar demlenmiş… Mis gibi Karadeniz ekmeği, geniş bir tepsi içinde bin bir türlü kahvaltılıklar… Cezaevindeki hücre yaşamından, dışarıdaki beş altı günlük kömürlük yaşamından sonra alışılması zor bir ihtişam…

Bir iki gün etrafı tanımaya çalıştık. Fındık bahçelerinin dik yokuş tarlalarında yürüdük, dereye indik, dere sularının nasıl bu kadar mavi berrak aktığına imrenerek baktık. Soğuklar kırılmıştı ama hava geç vakitlerde üşütecek kadar soğuktu. Evimizin elektriği yok, yakın sayılabilecek çevre evlere elektrik verilmiş ama bizim ev sahibi uzakta olduğu için henüz elektrik kablosu çektirmemiş. … TV, buzdolabı,  çamaşır makinesi tastamam. Elektrik olmadığı için kullanılamıyor.  Gaz lambasıyla aydınlanıyoruz.  Karadenizli arkadaşımız yetenekli, becerikli biri. Kasabadan elektrik malzemeleri, kablo, ampul yüklenip geldi. O gün epeyce elektrik işiyle uğraştığı. Komşunun evinden kablo çekti… ,Üçüncü gündü, evimizin içi ıpıl ıpıl aydınlıktı artık.

Gecenin geç vaktiydi… Karadeniz hep esintilidir ya bu esintinin ötesindeydi. Bir fırtına koptu. Rüzgar, ağaçları kökünden sökecek gibi sarsıyor, dalların, yaprakların çıkardığı ses kulaklarımda uğulduyor… Damdaki kiremitlerin çatırtısı fırtınaya karşı direnen dalların çıkardığı sese karışıyor, uzaktan kesik kesik köpek havlamaları geliyor. Çocukluğumda beni çıldırtan manzara bu gece buraya taşınmıştı. Bütün uykum kaçtı. Nedendir bilmem ama içimi ürpertiyle karışık bir gariplik duygusu sardı. Üstüme bir gömlek, bacaklarıma eşofmanları geçirip dışarı çıkacağım.

Arkadaşım kapıyı çaldı “ uyudun mu hoca” dedi. “Yok dedim, uyku tutmadı”.  Hava soğuk. Battaniyelerimize sarınıp dışarı çıktık. Süt beyaz ay ışığında bütün ova ayaklarımızın altında kalıyor. Dulda bir kuytudan manzarayı seyrediyoruz. Gökyüzü, kendini donatan yıldızlarıyla sessiz, sakin… Fırtınalar yeryüzünün altını üstüne getiriyor. İkimiz de konuşmadan önümüzde uzanan düzlükteki ışıklı evleri, arkamızda karanlıklara gömülmüş ormanları izliyoruz.

İki adım önümüzdeki çelimsiz ağaç fırtınanın bütün saldırılarına canını dişine takarak karşı koyuyor. Saldırılara gövdesiyle, dallarıyla yapraklarıyla karşı koyuyor.

Sessizliği arkadaşım bozuyor. “ Söylesene hoca diyor, saldıran fırtına mı olmalıyız, direnen şu çelimsiz ağaç mı”?

Yanlış bir soruya doğru cevap verilmez ki diyorum. Fırtınanın saldırısından da, çelimsiz şu ağacın saldırıya karşı direnişinden de payımızı almazsak…

“Yani diyor”.

“Yani diyorum, ikisi de mükemmel bir öğretmen. İkisinden de alacağımız çok ders olmalı.  Belki de diyorum bizim önümüze bir pratik, girift, karmaşık, zor bir denklem koyuyor tabiat, denklemin çözümü için de bize ipuçları veriyordur”…Toplumsal yaşamla doğal yaşamın mükemmel bir kesişim noktası… Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama “gök kubbenin altında mükemmel bir kaos var, çözüm için her şey var, çözecek iradeye ihtiyacımız dışında”…demişti.

İyice üşümüştük. Gece geç vakte kadar fırtınayla ağaçların düellosunu izledik. Sabaha karşı fırtınanın şiddeti azaldı. Rüzgâr uğultuları başımı koyduğum yastığın atından gelir gibi geliyordu kulaklarıma… Uzaktan havlayan köpek ulumalarıyla harmanlanan akan derenin berrak sularının çıkardığı sesle süslenen rüzgar uğultularının mükemmel senfonisinde, derin derin içinize çektiğiniz binlerce çiçeğin iç bayıltıcı aromasında gel de uyku tutsun seni, gel de uyu… Bu senfoninin bir eksiği uzaktan geçen bir yük treninin geceyi bölen kesik kesik homurtusuydu…

Burada kaldığımız süre içinde ihmale gelmez bir görev gibi akşamın basıp havanın kararmasıyla battaniyelerimize sarınıp kuytu yerde serin, üşütücü rüzgârların uğultusunu dinledik.

Sakin bir geceydi… Sessizce geceyi dinliyorduk. Arkadaşım ayağa kalktı, eliyle gökyüzünü işaret ederek hoca dedi “şu fırtınaların kamçıladığı rüzgârlar nereye gidiyor, önlerine kattıklarını nereye götürüyor,  tekrar kopsa, bizi de önüne katıp upuzun kanat kanatlar taksa, biz de albatroslar gibi gökyüzünün engin maviliğine uçsak, hiç durmadan uçsak, uçsak, uçsak… Gökyüzünün en derin yerlerine kadar uçsak, serinlesek, yıldızlarla kucaklaşsak,  oradan izlesek dünyayı”.

Havda ılık bir esinti vardı. “Buradaki esintiden serinlemedin mi” dedim. Gözüme baktı doğru dedi, esinti çok hoş, çok güzel… Keşke vücudumuzu serinleten esinti ruhumuzu da serinletseydi”…

“Söylesene dedi, bu cehennemin kapılarını kırmayı başarabilecek miyiz”?

“Şayet yaşarsak aynı hücrede buluşuruz” diyemezdim ki…

Buruk bir gülümsemeyle gözlerimi yere diktim, sustum.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.