Deli

Şehrin her mahallesinde onun ayak izleri vardır. Çoluk çocuk tanımayan kimse de yoktur. Pejmürde bir kılıkla gezer. Gömleğinin yeni eskimiş pırtılı çıkmıştır, yaz kış giydiği ayakkabılar ayakkabılıktan çıkmış öylesine eski püskü hale gelmiştir ki, yırtıklarından çorapsız ayaklarının parmakları görünür, ayakkabılarıyla yürümez, adeta sürükler onları. Kıvırcık saçları, hafif kambur beliyle imamesi kopmuş tespihini sallamayı da ihmal etmeden sola yatık yürürken, kusursuz bir kenar mahalle apaşı profili çizer… Şehir sakinlerinin az çok toplu olarak oturup dinlendikleri, sohbet ya da yarenlik ettikleri, oyalandıkları kahvehane, pastane gibi yerlere destursuz dalar erkeklere çalımını atar, “siz yiyin için, ben açım lan aç, iki gündür açım” derken haraç kesmeye gelmiş eski kulağı kesik kabadayılar gibi geriye kaykılarak “ boşaltın lan ceplerinizi” emrivakiliği ile postasını atar, kadınların masasına geldiğinde o hoyratlığı yerini,   İngiliz centilmenlerinin nezaketine bırakır, onlara gülümsemeyi de ihmal etmez. Tanırız delimizi, tanıyanlar şamatanın coşkusuyla, tanımayanlar ürkek ve yan gözle bakarak eline üç beş kuruş sıkıştırarak başlarından savarlar. Övünmek gibi olmasın bizim deli beni pek sever. Oturduğum pastaneye geldiğinde masanın üzerinde duran sigaramdan teklifsiz yakar, dumanı ciğerlerinin her bir köşesini dolanmadan ağzından burnundan katiyen dışarı bırakmaz. Benim masama teklifsiz oturur. “ Abbas’a bir çay, iki tane de poğaça”… “ abi sen çok iyi bir adamsın be”… “abi, şu masadakilere bak bana öcü gibi bakıyorlar”… “Yapma Abbas, onlar da seni severler, rahat ol”… Çayını içer, poğaçalarını yer, masadan kalkarken benim paketten arakladığı bir dal sigarayı kulak arkası etmeyi de ihmal etmez. Günlük haracını kazasız belasız temin eden Abbas gayet memnun başka diyarlara doğru yol alır. Bu deliyle muhatap olmamı içlerine sindiremeyenlerin homurtularını da çoğu kez ben duymazlıktan gelirim.

Kış güneşi ikindiüstü burnunu gösterdi. Sırtımızı güneşe vererek kış güneşinin tadını çıkarıyoruz. Sohbet yerinde. Eski ama eskimeyen arkadaşlarız. Bir arkadaşımız nefes nefese geldi. “ Kalkın dedi, işi tamirhanedekilerin üstüne yıktım, işten kaytardım bugün, gidelim”… Hasta olduğunu duyduğumuz bir arkadaşımızı ziyarete gideceğiz. Kış güneşinin altında tatlı tatlı gevşerken mayışan gövdelerimiz isteksiz olsa bize boyun eğdi, mayışmanın zamanı değildi. Doluştuk arkadaşımızın külüstür arabasına. Arkadaşımızın evi şehir merkezinden epeyce uzakta, onun evi daha da uzakta. Mahalleden ayrılıp onun evine yöneldiğimizde asfalt bitti, toprak yoldan epeyce daha gideceğiz. Arabayı kullanan arkadaşımız “ herkes bildiği en etkili duayı okusun da araba yolda kalmadan bizi eve kadar götürsün”. Dedi.

Allahtan arabaya ne göz değdi, ne nazar… Sağ salim hasta arkadaşımızın evine gittik. Usulünce geçmiş olsun dileklerimizi ilettik, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını, telefonlarımızın yirmi dört saat açık olduğunu, istediği zaman herhangi birimizi aramasının yeterli olacağını tembihledikten sonra hasta ziyaretinden çıktık.  Zemheride Ağustos sıcağı… Güneş bütün ihtişamıyla  “ gel gel” ediyor. Mahalleye girişte önümüze çıkan parkta ahali seyran ediyor, çocuklar kovalamaca oynuyor, masalar dolu, her masada bir semaver… Kasisli toprak yolda sesi soluğu çıkmayan bizim arabanın körün taşı gibi tam da parkın kıyısında zınk diye sesi soluğu kesiliverdi. “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” dedim, şu sıcağın altında bir semaver çay içmeden kimse beni yerimden kımıldatamaz. Arkadaşlar da anlaşılan bahane arıyorlarmış,  hazine bulmuş gibi arabadan atlayan parka daldı. Araba sahibi arkadaş burnundan soluyor “ ulan ibneler diyor, ben bozuk arabayla dağ başında kaldım, siz sefa peşindesiniz”…”Gel diyorum sıkma canını, şimdi bir çekici çağırınız, doğru sanayiye bizim Mustafa’nın dükkânına, sararız Mustafa’nın başına, tıkır tıkır yapar. Ama o da sana “ulan ibne ziyareti neden bensiz gittiniz derse karışmam valla”,,,

Benim dışımda arkadaşlarım kent kökenli, memur çocukları… Onlar yazın okul tatillerinde bilmem nereye denize giderlermiş, bir-bir buçuk ay dinlenirlermiş… Öyle anlatırlardı çocukluklarını, ilk gençlik yıllarını… Birisi “ valla burası cennetten bir parçaymış lan dedi, tam bir tatil beldesi”… Lan oğlum dedim, se de bu el kadar parkı Bahamalar, Şeyseller cenneti diye yutturacaksın, senin görmediğin ne tatil yerleri var daha”… Beni çocukluğumdan beri tanıyan bir arkadaşım göz kırptı, “ mavran on numara” dedi. Tatil hayranı arkadaşım “ sen nereden biliyorsun lan Bahamaları, Şeyselleri”… Valla dedim bir kez orta sondayken babamla Bahamalara bir kez de Liseyi bitirdiğim yol Tıp Fakültesini kazanmamın hediyesi olarak tur ile Şeysellere gitmiştim, gerçekten cennetten oralar bir parça”…

Köylü doğmuşluğuma mı verirsiniz, köylü kalmışlığıma mı verirsiniz bilemem ama tatil sohbetlerine ilişkin epeyce bilgiç bilgiç konuşmuşluğum vardır da şu tatil denen şeyin ne menem bir şey olduğunu hiç anlamadım.  Biz köylü çocukları için tatil, yaz sıcağı beynini dele dele malın davarın peşinden koşmak,  tarlada tırmık çekmek, harmanda döven sürmekten ibaretti. Benim babamın bir ayağı amelelikte, bir ayağı toprakta… Ne amelelik karın doyurdu, ne toprak… Öyle yaşadı, öyle de tamamladı ömrünü daha gencecik yaşında…

Gerçi oğlum “ baba bu yaz şuraya tatile gideceğim” dediğinde “ evet, evet iyi olur oğlum, yoruldun git dinlen” derim de şu tatil mereti insanı nasıl dinlendirir bir türlü aklım almaz. Hani “ iti tatile göndermişlerde boynunda tasmasıyla gitmiş” derler ya, galiba ben de bir iki kez denediğim hane halkıyla gittiğim tatile boynumda tasmayla gitmiş olacağım ki itiraf edeyim dinlenmek yerine yoruldum.

Tabi sohbet arkadaşlarıma bunları söyler miyim hiç. Biri hariç diğerleri tatil beldeleri konusundaki uzmanlığımı gözümün içine bakarak dinliyorlar. Kendi anlattığımdan da öncelikle ben sıkıldım. Konuyu değiştirmek istiyorum… Yapay zekâ, teknoloji filan… Derken bizim deli yanı başımızda bitivermesin mi?.

Çekine çekine yanımıza yaklaşıyor. “Gel dedim, çekinme, bunlar benim arkadaşlarım”… Çay ikram ettim, sigara tüttürüyor… Abbas bizden genç, neredeyse yarı yaşımızda… Avurtları çökmüş, beli kamburlaşmış… Onu tanımayanlar bizden büyük olduğundan kuşku duymazlar…

Abbas diyorum seni gençleştirelim mi?. Gözüme bakıyor, …Seni gençleştirelim diyorum, bütün kadınlar peşinden koşsun…Hoşuna gidiyor Abbas’ın, gülüyor.  Diğer arkadaşlar birbirleriyle sohbet ediyorlar. Biz onları duymuyoruz, onlar bizi…

Doğru mu söylüyorum, tiye mi alıyorum, pek emin değil… Şaşkın, tereddütlü “nasıl” der gibi gözüme bakıyor.

Hani diyorum, şu dolar milyarderi zenginler var ya, genç kalmak, hatta ölümsüz olmak için dokuz on yaşlarındaki çocukların kanlarını kendilerine aşılatıyorlarmış… Çocuğa işkence ederken alınan kanı daha etkiliymiş, bunu deniyorlarmış genç kalmak için… Bir zengin, çocuğunun kanını satmayacağına göre muhtemelen fakir fukaranın eline üç kuruş sıkıştırıp onların çocuklarının kanını alıyorlardır.

Abbas ansızın ayağa fırlıyor, göz bebekleri büyüyor, çay bardağını yere çarpıyor, yanan sigarayı ağzına soktu, çiğneyip tükürdü. Korktum Abbas’ın bana saldıracağından…

“Abi dedi insan kanıyla beslenenlerin ölülerini, çocuk kanıyla gençleşenlerin de dirilerini sikeyim”…

Sustum kaldım. Ne dersiniz,  “ delidir, ne derse yeridir”…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.