Gülümseten sözler

Çocukluğumuzla, aradan geçen bunca yıl sonrasının zaman skalası ne kadar uzundu, ya da ne kadar kısaydı… Galiba sorunun cevabı iki dönem arasındaki boşluğun nasıl doldurulduğuna bağlıydı. Onun için zaman aralıkları o kadar kısaydı ki, metreye vursanız bir kulaç… Sol elini uzatsa çocukluğunu, sağ elini uzatsa elli yıl sonrasını yakalayabilirdi. Bunun için miydi sık sık çocukluğuna dair yolculuklara çıkması…

Birlikte büyümüştük… O atılgan, kararlı ve gözü kara, esmer ve kara kuru, çelimsiz biriydi. Ben ağırbaşlı ve çekingen, beyaz tenli ve ona göre pısırıkça biriydim. O, bağ aralarında koşarken ayrık otlarından, ısırganlardan paçayı kurtarmanın, ben değip dalaşmadan öteden dolaşmanın ustalarıydık. Ayvalar çiçeğe durduğunda, önce çiçeğin bayıltıcı kokusunu içimize çekip sonra birer ayva çiçeği koparıp yakamıza takmak için dere tepe aşarak, yayan yapıldak onca yolu tepmek ortak yanımızdı. Kuran kursuna birlikte gider, köteği yiyeceğimizi bile bile hocayı birlikte delirtirdik. Ay karanlığında erik ağaçlarına birlikte tırmanır, kokusuyla köyü boydan boya sarmaş dolaş kuşatan susam güllerini birlikte çalardık. İğde dalının dikenli yapraklarına sarıçiğdemi birlikte donatır, ev ev dolaşarak her eve bir çiğdem çiçeğini birlikte armağan ederdik. Bazen evlerden kovulduğumuz da olurdu, bizi kovan evin penceresine birlikte taş atar, pencerelerini kırardık. Dolunay zamanı ayın ışığını birlikte avuçlarımıza doldurur yüzümüze sürerdik. İyi çocuklar mıydık bilinmezdi ama ipsiz sapsız iyi arkadaşlardık vesselam…

Çocukluk dönemimizin bitmesiyle babası onu kasabaya okumaya gönderdi, ben bir süre daha ipsiz yaşamın sefasını sürmeye devam ettim. Okulun tatil zamanlarında köye gelir, büyüklü küçüklü eli sopalılara birlikte posta koyardık… Okullar açıldığında o okula, ben malın davarın ardına giderdim. Elimiz iş tutar yaşa geldiğimizde o okumaya büyük şehirlere gitti, ben amelelik etmeye büyük şehirlere geldim.

Artık onunla mevsimlerin, günlerin bütün zamanı birlikte değildik ama ailesinden ona dair sık sık haberler alırdım.
Köyde söylentiler dolaşmaya başlamıştı. Anarşistlere karışmıştı, her yerde onu arıyorlarmış, devlete karşı gelmiş. Okulu da bırakmış, kaçakmış. Ne yalan söyleyeyim, benim içime bir kurt düşmüş, meraklanmaya başlamıştım. Artık onu ayda yılda bir de olsa göremiyordum, anlamıştım bir hikmet olduğunu… Bir gün, iş çıkışlarında toplandığımız amele kahvesinde bizim köylüler anlatıyordu. Çalıştıkları patron paralarını vermemiş de o arkadaşlarıyla çalıştıkları inşaata gitmiş, dayamış patronun ensesine tabancayı, bizim köylülerin bir yevmiyesi yerine on yevmiyeyi alıp vermiş köylülerimize. Para teklif etmişler, yemek ısmarlayacak olmuşlar, beş kuruşlarını kabul etmemiş.

Köyü sık sık Jandarmalar basıyormuş da kaşla göz arası gözden yitip gidiyormuş. Buna en çok da ben inanırdım. Nasıl bilmem o ataklığını, çevikliğini… Yakalayamazlardı onu, Taş olur toprağa karışırdı, su olur derelere karışırdı, kuş olur uçardı da tövbe yakalanmazdı.

Gün oldu kaçamadı, yakaladılar onu, uzun süre hapis yattı. Asılacak dediler, her gün radyolar, gazeteler onun haberini veriyorlardı. Üzülenler de oldu, el ovuşturup sevinenlerde…

Bir gün köye biz emsal birisi geldi. Onu sormuş. Aradan uzun zaman geçmişti, kimse nerede olduğunu bilemezdi. Muhtar beni çağırttı, “aha dedi, bilirse bu bilir, onun en yakın arkadaşıdır”. Cezaevinden çıkmıştı, yaşadığı yeri biliyordum. Çekindim, geçmişte onu yakalamak için çok geldiler köye. Acaba yine böyle bir durum mu vardı, arkadaşımın başına yine bir iş mi açacaklardı…

Sert çıktım, “ sen muhtarsın, bilsen bilsen sen bilirsin dedim, ben nereden bileyim”… Adam umduğunu bulamadı, arkasına bakınarak gitti. Akşamüzeriydi. Kaçaklık döneminde ona çok yardımı dokunan, benim de tanıdığım bir abiyle geri geldi. Abi beni kenara çekip “ korkulacak bir şey yok dedi, bizim eski arkadaşlarımızdan, uzun süre görüşememişler, ziyaretine gelmiş ama nerede olduğunu bilmiyor”. Birlikte arabaya binip köyü çıktık, kasabada tenha bir kahveye oturduk. Hal hatır filan… Bana “çekingen davranmakta haklısın dedi, it uğursuzun birisi de olabilir. Hala peşini bırakmadılar, açığını arıyorlar” dedi.

Arkadaşımı nereden tanıdığını anlattı. Dışardan filan tanışmıyorlarmış. Onun yattığı cezaevinde görevliymiş, oradan tanıyormuş. “Senin arkadaşının zekâsından çok çekinirlerdi “dedi. Güldüm, zekidir benim arkadaşım dedim.
Onu cezaevinden sorguya götürme görevini yanındaki bir görevliyle kendisine vermişler. Onların görevi sorguculara teslim etmekten ibaretmiş. Duvarları buz gibi soğuk, çatıları mide bulandıracak kadar çirkin tek katlı bir binada teslim edeceklermiş sorguculara. Ben yarı açık kapıdan içeri girdim… “Galiba sorgulamayı, yani işkenceyi bu lanet odada yapacaklar diye geçirdim içimden”…

“Getirdim” dedim. Masada bir adam oturuyor, sivil giyimli…”Getirdim” dediğimi duymadığını sanmıyorum ama hiç ses seda çıkmadı. Sesimin tonunu yükselterek istenen kişinin hazır olduğunu tekrarladım… Kafasını önüne eğmiş, çıt çıkmıyor adamdan, ses seda yok… Üçüncü kez ses tellerimi patlatırcasına verdim ki, ses bombası atılmış gibi binanın camları şangırdadı. Deveboyunlu tombalak herif bana “sağıra mı bağırıyorsun lan “ narasıyla suratıma öyle bir tokat aşk etti ki, yediğim tokatla sarsıldım, sersemledim. Duvara yaslanmasam yere düşecektim. Adam, tombalak, uzun, deve gibi bir şey… O çelimsiz, zayıf… Deve gibi herifin yanında virgül gibi kalıyor. Bu çam yarması herif çelimsiz cüsessiz muhatabına hırsla kinle bakarak bir tokat da ona aşk etti, çelimsiz muhatabını sendeletti… Biz iki görevliye çelimsiz arkadaşınızın kollarından tutmamızı emretti,, hıncını alıncaya kadar arkadaşınızı yumrukladı, yere yığılana kadar kudurmuş gibi coplamaya başladı, kafasına gözüne Allah ne verdiyse… Üstündekileri çıkarıp coplamaya yeniden başladı. Nefes nefese kalan tombalak herif çıldırmış gibiydi “Bağır lan, bağır, bağır, bağır… Buradan cesedini çıkaracağım”…arkadaşınızın gıkı çıkmıyor, inadından bağırmıyordu. Yaptığı tek şey başına gelen cop darbelerinden elleriyle yüzünü, gözünü ve başını korumaya almaktı. Çam yarması herifin sesi kısıldı, tıslamaya başladı…

Bitkin düşmüş sesiyle bize kaldırın şunu diye emretti. Yediği darbelerden ayakta duramayan arkadaşınızı bir sandalyeye oturttu. Kızıyor muydu, yalvarıyor muydu kestirilemeyen bir ses tonuyla “Şu kadarcık cüssenle bizi gece gündüz arkandan koşturan sendin ha…”. Dedi. Omuzları üstüne sök-tak bir mekanik bir alet gibi eğreti yerleştirilmiş kocaman kafasıyla oturduğu koltuktan bir hışımla kalkarken sağ elindeki copuyla meşin çizmelerini döve döve arkadaşınızın burnunun dibine kadar geldi… “Sendin ha dedi, sendin ha…”

“Sadece ben değildim” dedi arkadaşınız, biziz… Bütün arkadaşlarımız, bütün devrimciler”… Göğsümün nasıl kabardığını anlatamam. Keşke onun yerinde olsaydım, o tekme tokatları ben yeseydim, ne çare… Arkadaşınızın örgütün başı olduğuna, çözülmediğine, örgütü ele vermediğine inanıyorlardı. Habire de üstüne üstüne geliyorlardı.
Elindeki copu sallayarak “ ya dedi, siz ha… Bütün devrimciler ha…” dedi, gözüyle işaret ederek elindeki copu bana verdi… Arkadaşınızla bir an göz göze geldim… Anlamıştı arkadaşınız çaresizliğimizi, gülümsedi, gözüyle onaylarcasına “ vur “ dedi. Hızla kaldırdığım copları usulen vurur gibi yavaşça indiriyordum… Dayanamadım, gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı… Mahcuptum. Tombalak bir ara pencereden dışarıyı seyretmeye başladı, bu kez copla duvarlara vurmaya başladım. Arkadaşınıza “ kurban olayım bağır biraz dedim, bu herif seni öldürecek”…Ters ters bana baktı… Ben duvarı coplarken görmüş. Bana öyle bir bağırmaya başladı ki, bağırırken şakak damarları parmak gibi şişmiş, gözleri yuvalarından dışarı fırlayacak gibiydi… Hırsla Elimdeki copu aldı. Bir cop darbesiyle bitkin düşmüş arkadaşınızı sandalyeden düşürüp yere yığdı. Ardından benim kafama, gözüme, nereme denk geldiyse copları indirmeye başladı, pestile çevirdi. Ne garip, herif haşatımı çıkarıncaya kadar beni coplamasına rağmen bağırmadım, cesedini çıkaracaklar neredeyse, o bağırmıyor, bağırmayacağım dedim, utandım arkadaşınızdan, ne yalvardım, ne bağırdım.

Ayağıyla yerde yarı canlı yatan arkadaşınızı yeniden tekmelemeye başladı. “ bağıracaksın dedi, yalvaracaksın…” arkadaşınız, çam yarmasının kendisine baktığı kinle baktı “ hastir” dediğini duydum, çam yarması duyduysa bile duymazlıktan geldi, arkadaşınıza “Beni mi döveceksin, öldürecek misin beni lan orospu çocuğu”… dedi.

Konuşmak için canını dişine takan arkadaşınız “ dövmek de, öldürmek de bizim işimiz değil dedi, biz katil değiliz, o alçaklık size aittir, hepiniz katil, tümünüz alçaksınız” dedi can havliyle…”Dünyayı biz kana bulamadık, insanları yerlerinden yurtların biz etmedik, dağ bayır canlarını kurtaracak bir delik aramaya biz mecbur etmedik. Yerin dibine batası düzeninizi sürdürmek için ha bire öldürdünüz, ha bire öldürüyorsunuz… Katiller”…

Bir yandan tekmelerken bir yan da “ eee dedi başka ne diyeceksin bakalım”.

Arkadaşınız sırtını duvara dayadı, belini doğrulttu. “Size söyleyeceğim bir katar uzunluğunda söz var aslında, hepsi dışarıda sırada bekliyorlar, bir işaretimle şu odayı dolduruverirler… Lakin siz buna değmezsiniz” . Beklediği tokat gecikmedi, gözünden yıldızlar uçuştu… Kinle baktı tombalak herife, kuruyan ağzına biriktirdiği son tükürüğü çam yarmasının yüzüne yapıştırdı…

Bayılmıştı arkadaşınız. İki kişi kollarından tutup sürüklüyorlardı. Üşüyordu, ağzındaki dişleri takırdıyordu. Üzerindeki elbiseyle soğuk duşa sokmuşlardı kendine gelmesi için. Külçe gibi hücreye bırakıp gittiler.

Yıllar sonra arkadaşınızla karşılaştığımız açık hava çay bahçesinin sandalyesinde geçmişe dalıp giden arkadaşınız an be an, etiyle kemiği ile ürpererek o günleri yaşıyordu.

Zifiri karanlıkta sokak lambaları olmayan kenar mahallelerin sokaklarında, dağda bayırda tökezlemeden yürürmüş. El yordamıyla bilirmiş engelleri, engebeleri. Sezgisi güçlü, içgüdüleri kılavuzuymuş… Bir köpek burnu kadar da hassasmış burnu… Avcıların kokusunu almayı iyi bilirmiş. Avcıları “ tam kıstırdık, işini bitirdik” dedikleri anda kanat takar uçar gidermiş, eli böğründe kalırmış avcıların… Bir de çocukluktan gelme bir alışkanlığıymış açık havada geceleyip uyumak. Yıldızları seyredermiş, zifiri karanlıkta, kendisine ışıklarıyla yön gösteren yıldızları… En çok da kutup yıldızını severmiş… Rivayete göre darda kalanlara kutup yıldızı yol gösterir, istikamet verirmiş. Kutup yıldızları, kendini kuşatarak yaşam ışığını hapseden simsiyah bulutların saldırılarında bağırmazlarmış, sessizce ve inatla devam ederlermiş aydınlatmaya… Yaşayan, göçüp giden arkadaşları onun kutup yıldızıymış…

Onlar dedi “ gecelerin zifiri karanlığında çıkan ay, ıpıl ıpıl ışıklarını salan yıldızlardı yalvarıp yakarmadan devam etmişlerdi yollarına…

Onlar, gündüzlerin ısıtan güneşiydi gülümseyen yüzleriyle…

Kederlenmişti, hüzünlüydü biraz. Ya dedi “beyinleri, vicdanları zifiri karanlık olanlara gecelerin kutup yıldızı ne yapsın, ışık saçan yıldızları ne yapsın”…

Arkadaşınızla karşılaştığım o melun günü hiç unutmadım. O zifiri karanlık hayat memat günlerindeki sözleri aklıma geldikçe içimi bir ferahlık kaplar, gülümserim,

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.