Fırtına

Bozkırların bıçak gibi kesen soğuğu ile beynin içinde fokurdayan cehennem sıcağının ortasında büyüyen birisinin sahil kasabasının gizemli şafağına uyanmasındaki şaşkınlık nasıl tarif edilebilir ki… Uzaktan duyulan belli belirsiz köpek havlamaları ile horoz seslerini sahile vuran dalgaların sesleri bastırıverir… Köpek havlamaları ve horoz sesleri, çocukluğumuzda tahta iskemleli açık hava sinemalarında izlediğimiz filmlerin bir iki sahnesinde görünüp kaybolan figüranlardır. Asıl oğlan ve kasabalıların ağzının suyunu akıtan edalı güzel ise şafakta sahile vuran dalgaların çıkardığı sese eşlik eden ıssız kasaba sokaklarının serinliğidir. Ateş böcekleri gibi birbiri üstüne binen, birbirleriyle oynaşan, kayıp giden, yerinden kımıldamayan, bir tepeye çıkıp elinizi uzatsanız avcunuzun içine konacak kadar size yakın ve gökyüzünü dolduran yıldızlar, şafağın ağarmaya başlamasıyla birer ölgün ışığa dönerler, ortalık ağarınca da birer ikişer, sizi dehşete düşürecek kadar vakur, gürültüsüz, sessiz sedasız gökyüzünü terk ederler. Kulağınıza ilk çarpan sokaklara ilk çıkan simitçi çocukların gürbüz sesleri ile balıkçı motorlarının uzaktan gelen homurtularıdır. Sahil boyu keskin iyot kokusu genzinizi, akranlarının kız arkadaşlarıyla sahilde sallanışına gıpta ile bakan oyun çağındaki simitçi çocukların canhıraş bağrışmaları içinizi yakar. Vay be dersiniz, bizim oraların kentli çocukları kızları koluna takıp şehrin upuzun caddesinde son model arabalarıyla fink atarken onlara gıpta ile bakan kapıcı çocukları da buraların simitçi çocukları olmuş… Bir şeyler düğümlenir gırtlağınıza, yutkunamazsınız… Canınız sıkılır. Lan oğlum dersiniz kendi kendinize, tanrının özene bezene yarattığı şu sahil kasabasının büyülü ortamının tadını çıkarmak yerine, dertlerini üstlenmeye mi geldin buraya, sen kendine her şeyi dert edinmenin ustası mısın a salak oğlum… Hastasın sen hasta… Kendine dert edinme hastasısın… Sahilin büyüleyici ortamını bırakır, iç sokaklara çekilirsin. Daracık sokaklarda araç trafiği başlamıştır, kapçılar apartman çöplerini dökmek için sokaklara inmiştir. Yandaki fırından taze ekmek kokusu havada dolanır durur. Mis kokları birbirine karışan rengârenk çiçekler bütün renkleriyle, bütün narinlikleri ve nezaketleriyle sokağa dökülmüştür… Günaydın, herkese günaydın… Sabah güneşine birer birer açılır beyaz badanalı evlerin panjurları… Koltuğuna birer ikişer ekmek sıkıştıranlar sessizce evlerinin yolunu tutarlar. Bunların hepsini dışardan görür, bilirsiniz de o evlerin mutfaklarında et ki kaynar, dert mi kaynar, işte bir bunu bilemezsiniz… Kasaba, sahiliyle arka sokaklarıyla sessiz ve sakindir. Balıkçılar teknelerini boşaltır, ağlarını yamarlar, esnaf dükkânları birer ikişer açılmaya başlar… Sokağın telaşlı gürültüsü dalgaların sesini kesmiştir, ak köpüklü dalgalar uslu bir çocuk gibi sessizce sahili dövmeye devam eder.
Çay ocağında hasır iskemleler üzerinde sohbet eden sayıları on kadar kalabalıktan biri “ fırtınadan önceki sessizlik” dedi. Güldüm, içimden “ hadi lan oradan çokbilmiş, ortalık günlük güneşlik” dedim. Daha ne konuştular, duymadım. Kalktım misafir olduğum evin yolunu tuttum.
Her şey ansızın başladı. Günlük güneşlik kasabayı güneyden simsiyah bulutlar çevrelemeye başladı. Nazlı nazlı ısıtan güneş görünmez oldu, vakit ikindi olmasına rağmen ortalık gece görüntüsüne boğuldu. Denizden kasabanın içlerine doğru esen meltemin sahilde, sokaklarda oluşturduğu hortum evlerin çatılarını uçuruyor, dükkanların levhalarını söküyor, kasaba ahalisi göz açıp kapama hızında birbirine sokuluyor, hortum belasının vereceği zararlardan korunmaya çalışıyordu. Azgın dalgaların boyu sahili aşıp caddedeki arabaları önü katıp sürüklemeye başladı. Balıkçı tekneleri önce birbiriyle tokuşup sırt üstü sulara gömülüyordu… Çay ocağında konuşmalarına tanık olduklarım fırtınaya aldırmadan kasabanın meydanına çıktılar. Aralarında telaşlı bir koşuşturma başladı. Misafiri olduğum arkadaşımın evi, kasabanın kenar mahallesinde, tepeden sahili gören bir yerde. “Lan oğlum dedi, herkes pılıyı pırtıyı toplamış kaçarken adamlar meydana çadır kuruyor, delirmiş lan bunlar” dedi. Pencereden gördüğüm manzara arkadaşımın söylediği gibiydi. “ Evet dedim, çıldırmış bunlar”. Maden işletmesinin grevci işçileriymiş.
Denizin dalgalı çırpınışlarında kıyıya vuran dev dalgalar şehir ahalisinde, dalgaların şehri yutacağına ilişkin kaygılı beklentilere sebep olmuş, halk korku ve endişelerini içlerine hapsederek evlerinden aldıkları günlük eşyalarıyla şehri çevreleyen tepelere doğru katar katar insan seli oluşturmuştu. Yaz bahar aylarının akşamüzerlerinde iğne atsan yere düşmeyen liman çevresinde dev dalgalara dalıp çıkarak çığlıklar atan kıyıya vuran balıkları avlamak için birbirleriyle yarışan martılarla, ıslak tüyleriyle sürüler halinde dolaşan köpek sürülerinden başkaca canlı yoktu… Parklarda cıvıldaşan çocuklardan, akşamları tepeleme dolan kafelerden eser kalmamıştı. Ağaçlara tüneyen sığırcıklar, balkonlara yuva yapan kumrular da tünedikleri balkonları, ağaç dallarını terk edip bilinmeyen diyarlara doğru kanat çırpmışlardı. Sanki zalim işgalci bir hükümdar şehri işgal etmişti de de martıların ve köpeklerin dışında bütün canlıları, kadın erkek, çoluk çocuğun hepsini kılıçtan geçirmişler gibi şehir bomboştu, geriye kalbi durmuş, kulakları sağır, gözleri görmeyen ölü bir şehir kalmıştı. Ya kuşlar… İnsansız kör, sağır, dilsiz ve kalpsiz bir şehrin ürküntüsünde yaşamaktansa yönü belirsiz diyarlara uçup gitmişlerdi.
Korkulan oldu. Dev dalgalar şehri yuttu, her şey sular altındaydı. Şehrin parkları, meydanları, müzeleri, sinema salonları, tiyatro salonları her yer ve her şey sular altındaydı… Dev dalgalar insana ait sevgileri, umutları, acıları ve anıları da yutmuş, ahali Cebrail danası gibi cascavlak, çırılçıplak kalıvermişti. Yüksek tepelerin koyaklarına yerleşen ahali birbirlerinden saklayarak gizli gizi tepenin doruklarından şehri seyrederlerken kimisi gizli gizli, gözyaşlarını göstermeden ağlıyor, kimisi iç çekmekten nefes alamıyor, yüzleri mosmor kesiliyordu.
Kasabayı bizimle birlikte pencereden seyreden arkadaşımın babası “ bu yaşa geldim dedi, böyle bir şeyi ne duydum, ne de tanık oldum”. Arkadaşım itiraz edecekti, babası sözünü kesti… Oğlum dedi, burası sahil kasabası, dalgaların yükseldiğine birçok kez tanık oldum, ama bu kadarını hiç görmedim. Asıl benim şaştığım mucize meydana kurulan grev çadırlarına dalgalar dokunmuyor. Etrafından dolanıp gidiyor. Gözlerim beni yanıltmıyorsa dalgaların grev çadırlarına hiç dokunmadan etrafından dolanıp gitmesi bir mucize değilse nedir… Hiç dikkatimizi çekmemişti arkadaşımızın babası fark edinceye kadar. Gerçekten yaşanan bir mucizeydi, aklımız almıyordu. Dalgaların yuttuğu kasabanın ortasında bir cennet adasıydı sanki grev çadırları. Grevciler oldukça soğukkanlı, gücü tükenmiş, takati kesilmiş kadınları, yaşlıları, çoluk çocuğu dalgaların önünden kapıp çadırın içine sokuyorlardı.
Herkes ayaktaydı. Sabaha karşı fırtına dinmesine dinmişti ama kasabada da taş taş üstüne bırakmamıştı. Yüksekten bakıldığında suların yuttuğu kasabada görünen sadece yüksek apartmanların tepeleriydi. Ayakta kalan sadece grev çadırlarıydı.
Mucizeyi arkadaşımın babası açıkladı.
“Çocuklar dedi, bu mucize yeryüzünün ve gökyüzünün emeğe saygısıdır, herkese ders olsun”.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.