Şehrin en uç kıyısındaki bir mahallenin terk edilmiş bir evinde, akşam olup gece karanlığının basmasıyla zaman zaman yanıp sönen ışıklar, mahalleliye tuhaf gelmeye başlamıştı… Bazı günler, yaz sıcaklarının nefes aldırmaz bununda, tek tük, ayda yılda bir mahalleli kadınların evin viraneye dönmüş bahçesinde akasya ağaçlarının dallarına dolanmış, yapraklarıyla haşır neşir olmuş, bahçenin yıkık duvarları boyunca uzayıp giden sarmaşığın koyu gölgesinde dinlenip nefeslenmesinin dışında kimse uğramazdı. Akasya ağacına dolanan sarmaşığın koyu gölgesinde nefeslenen kadınlar, evlerine dönerlerken bahçeden ebegümeci toplayıp akşamüstü havanın serinlemesiyle evlerine dönerlerdi. Bunun dışında viraneye dönmüş harapdar eve kimsenin uğradığı olmazdı.
Bu virane evde, zaman zaman kısa bir süreliğine yanıp sönen ışığın kerametine kimsenin akıl sır erdirdiği yoktu. Giderek mahalleli, terkedilmiş evdeki yanıp sönen ışığın sırrını çözmeyi kendilerine iş edinmişti. Rivayetler mahallenin sınırları aşmış, her kafadan yükselen sesler terkedilmiş bu eve dair sayısız söylenceler doğurmaya başlamıştı. Herkes bu sırrı çözmenin peşine düşmüştü. Birbirinden farklı, birbiriyle ilgilisi alakası olmayan o kadar çok, o denli yaygın rivayet üretilmişti ki, herkesin rivayeti kendine göreydi ve kendi rivayetinin dışındaki her şey diğerleri tarafından “hadi canım sende” bilgiçliği ile saf dışı bırakılıyordu.
Nihayetinde matrak Mustafa noktayı koydu… Evin altında Miskin baba denen muhterem bir zatın yatırı vardı… Yatır söz konusuysa bütün akarsular dururdu… Durdu da… Böyle birinin olup olmadığını kendi de bilmiyordu, onun işi gırgır geçmek, milleti makaraya almaktı. Kendi matrağının bütün mahalleye sesten hızlı ulaşmasına, yıldırım hızıyla kabul görmesine kendi de şaşmıştı ama bir kez söz ağızdan çıkmıştı, geri alınamazdı ki… Matrak Mustafa’nın rivayeti bütün rivayetlerin üstüne çıktı, hepsini silip süpürdü… Mahallede herkes tarafından kabul görmeye başladı. Matrak Mustafa rivayetine ayaküstü uydurduğu hadisleri, ayetleri, delil gösteriyor, ahalinin cehaletine yukarıdan bakmayı da ihmal etmiyordu. Öyle ya, bunca ilim irfan sahibi Matrak Mustafa bilmeyecekti de kara cahiller mi bilecekti.
Orada bir yatır vardı, Miskin Baba efendimizin yatırı. Matrak Mustafa’nın ev hakkında bir tek bilgisi vardı, o da adamın evini barkını terk edip başka diyarlara göçtüğüydü. Mahalle halkı buna öylesine inanmıştı ki, Miskin baba hazretlerinin nurunu gözüyle görenlerden, canlı şahit olanlardan geçilmez olmuştu. Mahalle halkının karakola şikâyeti üzerine polisin eve girmesiyle çıkması bir olmuştu. Evde o günkü toplantıda boyacı Halis, kerametin sırrının Miskin baba hazretleri değil, Matrak Mustafa’nın uydurması olduğunu anlatmış, herkesi gülmekten kırıp geçirmişti… Yabancı, boyacı Halise göz kırparak “Halis sen yetenekli bir arkadaşsın, Matrak Mustafa’yı bizim adımıza örgütledin galiba demiş” arkasından uyarısını sertçe tekrarlamıştı. Arkadaşlar diye söze başlamış “böyle giderse meselelerimizi konuşacağımız başka güvenli bir yerimiz de olmayacak” diye adeta ültimatom vermişti. “Bu evde bir ışığın yanması herkesin dikkatini çeker” diye de arkadaşlarını uyarmıştı. Sıkıyönetim zamanıydı, muhbir vatandaşların pek revaçta olduğu günlerdi. Nereli olduğu bilinmezde ama şivesiyle hangi yöreden olduğu ayan beyan belli olmasına rağmen kimse de bunu kurcalamazdı. Arkadaşlarının nezdinde bir yabancıydı o.
Yabancının sert uyarısına boyacı Halil nezaketini bozmadan karşı çıktı. İçlerinde en yaşlısı oydu. “Biz dedi keşke hocanın yalanlarını anlatsaydık”. Yabancı şaşkınlığını gizlemeden “nedir o” der gibi gözüne baktı. Yüzüne bir tebessüm yerleştiren boyacı Halis “nereden başlamalı ki “dedi.
Bu mahalle yakın zamana kadar hem şehre yakın hem de şehirden uzak bir yerdi. Derme çatma, beyaz badanalı evleri, güzel şirin bahçelerinde boy veren akşamsefalarının mis gibi kokusuyla, çayırı, ormanı, billur gibi kaynak suları, derelerinden şırıl şırıl akan dupduru sularıyla uzayda asılı kalmış, bir başka gezegen gibi bir yerdi. Bu evin sahibini tanırım. İyi bir insandı, işinde gücünde biri. Komşularıyla hiçbir hırına gürüne şahit olan olmamıştır. Kızı üniversitede öğrenciydi, oğlu haylazdı, sanayide çalışırdı. İyi bir motor ustası oldu. Kızı, sıkıyönetim tarafından aranmaya başlamıştı. Öyle silahla bıçakla işi olan bir kızcağız değildi. İşçileri sıkıyönetime karşı greve çağıran bildiri dağıtmış. Bir muhbir vatandaş da ihbar etmiş. Sen misin sıkıyönetime karşı grev çağrısı yapan bildiri dağıtan, afiş asan… Gözaltında uzunca bir süre tutuldu, işkence gördü. Tutuklanıp hapse atıldı. Cezaevinden çıktıktan sonra da rahat bırakmadılar. Polisler zırt pırt evlerini bastı, bununla da yetinmediler. Kızın anasına babasına, amcasına dayısına da rahat yüzü göstermediler. Habire karakollara çekildiler, eziyet gördüler. O ipe sapa gelmez oğlanları bile zıvanadan çıktı. Onu da yakaladılar, hapse attılar. Konu komşu birbirimizin evinden çıkmazdık, her akşam birimizin evinde misafirliğe giderdik. Aman başımıza bir iş gelir diye evin sahibi Hasan emmiye selam vermeye korkar olduk. Baş edemedi adam, çoluğunu çocuğunu toplayıp bu şehirden gitti… Bu ev onun evi… Kaç yıldır kullanılmıyor, harabeye döndü.
Şu gördüğün ev mahallenin ta ucunda bir gece kondu olarak kaldı. Bu mahalle bağlık bahçelikti. Milletin bağı bahçesi vardı, çalışır çabalar Allah ne verdiyse çoluğunu çocuğunu alın teriyle geçindirirdi. Şu arkamızdaki gökdelenlerin, otellerin, alışveriş merkezlerinin olduğu yer koca bir tepeydi, gür, balta kesmez ormandı. Kocaman çayırlık alanlarımız vardı… Atlarımız vardı, mahallenin gençleri atların yelelerine yapışır, kuş gibi uçardık. Atlarımız bizim için kutsaldı, evimizden ailemizden birisi gibiydiler. O kadar yakındık birbirimize… Çayırlarımız, otlaklarımız yok edildi, atlarımızın kişnediği ovalar yok edildi. Karşı koyduk koymasına da gücümüz yetmedi… Atlarımız da gitti elimizden, sırtına bir kaşağı vurmayanlar, avucundan bir tek şeker, bir avuç arpa yedirmeyenler atlarımızın da sahibi oldular. Ahırlara doldurulan atlarımızın her biri zelve gibi inceldi, değnek gibi sipsivri oldu. Biz otlaklarımızın, çayırlarımızın peşine düşüp, inatla atlarımızı buralara sürdükçe kudurdular. Bir şey daha söyleyeyim mi, atlarla olan yakınlığımızı bile kıskanmaya başladılar. Gece çayırda bırakırdık atlarımızı, hiçbir yere gitmezlerdi. Yayılırlar, su içerler, kişnerler, çocuklar gibi oynaşırlardı. O gün hepimiz çayırdaydık. İş makinelerini sokmadık, önlerine yattık. Önce bizi ezin geçin dedik. Sonra vazgeçtiklerini söyleyip iş makinelerini çektiler, hepimiz evlerimize döndük. Bekçi Yusuf atların halini görmüş “bu ne” dedi “atların kimi yaralı kimi ölmüş, çayırda yatıyor.” Yüreğimiz ağzımıza geldi. Nefes nefese çayıra koştuk, bekçi Yusuf’un dedikleri doğruydu, elimizde kalan birkaç at da ya iyileşemeyecek kadar yaralanmış. ya da öldürülmüştü. Nasıl da üzgün görünüyorlardı şerefsizler. Sağlığında sırtından kırbacı eksik etmeyenler, öldüğünde atların başını okşadılar.
Şimdi ne görüyorsun… Bir tek bağ, bir tek bahçe, şırıl şırıl akan duru dereler mi görüyorsun. Bu mahallede bir tek ata rastladın mı? Her şeyimiz, geçim kaynağımız, işimiz gücümüz elimizden alındı. Neden korkacağız… Burada toplanıp gizli kapaklı ne yapıyoruz… Millete olanları anlatmak için yol arıyoruz. Neden kendimizi yasa dışı olarak görelim ki… Kimi aşından ekmeğinden ettik, kimi sefalet mahkum ettik. Biz sadece bize sefalete mahkûm edenlerin yasalarını tanımadığımızı niçin açık açık söylemeyelim, evlerine kapanmış insanlar niçin, asıl bizi sefalete mahkum eden onların yasası demeyelim…
Bizim yapamadığımız fırsatçılar yüzleri kızarmadan yapıyorlar. Matrak beş parasızdır ama bunlardan beslenir, bunların adamıdır… Yatır matır diyerek adamın evini yok pahasına almak için kaç kez elçiler gönderdi, amacına ulaşmak için de halkın cehaletini kullanıyor.
Dalıp gitmişti yabancı. Televizyonda bir şirket yetkilisi, kendisini çevreleyen fedailerinin ortasında direnen mahalleliye ateş püskürüyordu. “Yalın ayaklılar, baldırı çıplaklar”… Kalabalıktan biri “lan bok herif” dedi, “fedailerin olmasa korkudan donuna sıçacaksın”. Boyacı Halis “arkadaşlar” dedi, “bu manzarayı unutmayın, bir gün bu mikrofondan yalın ayaklılar, baldırı çıplaklar konuşacak, bunlar da fedaileriyle birlikte ayakta dinleyecekler”…
“Yine de” dedi yabancı “Tedbirli olmalıyız, sağlığımızda sırtımızdan kırbacı eksik etmeyenler öldüğümüzde başımızı okşayacaklar. Burası vurulmuş atlar ülkesi” dedi.