Şehirlerin sokaklarına, caddelerine, meydanlarına serpilmiş çakıl taşlarıydılar, ufacık tefeciklerdi de adlarının neden cüsselerinden büyük olduğuna bir anlam veremezdim. Kantarda çekilseler sekiz okka çekmezlerdi amma mesleğinin erbabı dülgerler gibi yeryüzünün enlemini boylamını arşınlayıp, bok heriflerin boka çevirdiği dünyayı çöplüğe atıp, çocukların gülüşüne çiçeklerin rengini katarak yeniden kurma cüretlerini nereden aldıklarına da, ölü şehirlerin neden onlarla canlandığına da akıl sır ermezdi. Öyle adlandırırlardı kendilerini “biz çakıl taşlarıyız” derlerdi. Bilmem mi canım dedim çakıl taşlarını, bazen fırtınalı denizlerin dalgalarının kamçıları derilerini soyuncaya kadar yıkanırlar, bazen yazın sıcak kumsallarında sere serpe güneşlenirler. Değişik renklerde değişik büyüklüklerdedirler ama ne yalan söyleyeyim hiç birinin kir pas tuttuğunu görmedim, imrenilecek kadar lekesiz, pürü paktırlar.
“Pek alasınız, pek hoşsunuz da dedim, denizlerin güneşli kumsalından çıkıp şu kepazeliğin kol gezdiği bizim aramıza neden geldiniz, rahat tepti mi sizi?.
Yüzünü asıp “ ne konuşuyor bu salak herif” diyenler de oldu, koluma girip tek tek, kelimelerin üstüne basa basa anlatanlar da oldu. Böyle tanıştım çakıl taşlarıyla.
Televizyonun karşısında kanepeye kaykılmış, yarı uykulu gözlerle izlediğim filmin o sahnesi, iğne batar gibi battı beynime, uyku dünek kalmadı. O sahne, filmi pür dikkat izlettirdi bana. Olay hangi ülkede geçiyordu, filmi baştan izlemediğim için olayın geçtiği ülke de dikkatimi çekmedi. Havada helikopterler dolaşıyor, aşağıda peş peşe sıralanmış lüks arabalar meydanda toplanmış kalabalığa doğru geliyorlar. Uzay yolcuları giyimli, fedai tipli kişiler fırlayıp ortadaki arabanın kapılarını açıyorlar, arabadan .. cık ağızlı, siyahlara bürünmüş, portakal kafalı, domuz karınlı, bastı bacak birisi iniyor, …cık ağızlı adam fedailerinin ortasında kürsüye çıkıyor. Eline tutuşturulan mikrofona, şeye benzeyen ağzını açmasıyla “ biiiiz” dediğini anlıyorum, gerisi kakafoni, ne konuştuğu pek anlaşılmıyor, kem küm etmeye başladı. Gülmeye başlıyorum, “ mikrofon bile adamın ne …cık ağzını beğendi, ne de …cık ağzından çıkacağını tahmin ettiği ..ikindirik şeyleri…”Mikrofon kendini karıncalaştırdı, protesto ediyor” dedim.
Kürsünün etrafında telsizlerden yayılan anonslar kalabalığın ortasına çığ gibi düşüyor, kalabalık birbirini ezercesine meydandan kaçıyor. Durumu bir kadın spiker açıklıyor. …cık ağızlı adamın fedailerinin mesajlarını okuyor. ”Endişeye mahal yok, her şey kontrolümüz altında… Demin meydana gelen vahim olayın failleri etkisiz hale getirilmiştir. Nereden geldikleri belli olmayan iki çakıl taşı beyefendinin dişlerinin arasına girerek dilini hareketsiz bırakmış olup…
Filmin bu sahnesine kadar bu yönleriyle tanımadığım çakıl taşlarını sevmeye, onlara yakınlık duymaya başladım. Grevlerde, boykotlarda, işgallerde gösterilerde, meydanlarda, sokaklarda her yerdeydiler. Öylesine olağandı ki yaptıkları iş, kimse kimseye bir paye vermezdi, kimse de yaptıklarından dolayı zaten bir paye beklemezdi. “Galiba derdim tanrı bunları böyle yaratmıştı, bunlar da tanrının kelamına uyarak üstlerine düşeni yapmaya çalışıyorlar”. Kendi aralarında it gibi didiştiklerine de tanık oldum ama şu yaban iti kılıklılardan birinin içlerinden birine saldırması karşısında, o binlerce çakıl taşı kirpi gibi toparlanır, dikenleriyle saldırganlara dünyayı dar ederlerdi.
“Biz çakıl taşlarıyız, hem inceliği ve zarafeti temsil ederiz, hem de ağızlarındaki boku halka bulaştıranların dillerini burkar, kursaklarına durur, yutkunmalarına fırsat bile vermeyiz” diyen o çelimsiz adamı tesadüfen gittiğim bir formda izlemiştim…
Yeni bir dünya yaratacaklarmış, bu dünya savaşın da sömürünün de olmadığı bir dünya olacakmış. Bu dünyanın mimarları da savaş bilmeyen, bu düzenin kirine pasına hiç bulaşmamış çocuklar olacakmış. Gerisini dinlemedim bile, bunlar bana göre şeyler değildi, kızlarla iç içe partiler, danslar, diskotekler, çakır keyif olacağım vur patlasın çal oynasın âlemler dururken bana neydi elin savaşından sömürüsünden… Ben hayatımı yaşamaya bakarım arkadaş…
Okuduğum Üniversiteden tanıdığım bir grup bir derneğe gitmek için toplanmışlardı, içlerinde kırıklandığım kız da var. “Geliyor musun” dedi. Lafa bak, gelmem mi hiç. Ben de zaten oraya gidiyordum dedim. Alttan alta süzdü beni. Dernekten içeri girdiğimizde forumda gördüğüm o abi bir grup arkadaşıyla çay içip, sohbet ediyorlardı. Kapıdan girer girmez tanıdım onu. Grubun başını çeken kişi beni tanıştırdı, “aramıza yeni katıldı” dedi. Nerelisin, hangi okulda okuyorsun gibi beylik sorulardan sonra grubun başını çeken kişi o abinin kulağına bir şeyler fısıldadı, dört beş kişi bir odaya girip kapıyı kapatmalarıyla çıkmaları bir oldu, beni yalnız bırakıp gittiler. O kız da onlarla birlikte gitti iyi mi… Oysa ben buraları bilmem, hiç gelmedim ki. Ben o kız için geldim ama o da beni bırakıp onlarla gitti… “Aman dedim gidersen git ya, başka kız mı yok”…
Abi yalnız bırakmadı beni, çay ısmarladı, masanın sohbetine davet etti. Göz ucuyla oradakilerin birbirlerine karşı davranışlarını izliyorum. Benim alışık olmadığım jargonlarla konuşuyorlar, birbirlerine karşı nasıl da saygılılar… Ben buraya bir kız için gelmiştim ama oradakilerin nezaketleri, birbirlerine karşı davranışlarındaki saygı, hitap tarzları büyüledi beni. Bundan sonrasında kimsenin kılavuzluğuna ihtiyaç duymadan buraya gelip gitmeye başladım. Toplantılar, seminerler, sorular, tartışmalar…
“Arkadaşlar, faşist saldırılar…” diye söze başlayan kişi beni oraya götüren gruba öncülük eden arkadaştı. Bölüm, bina kat sorumluları oluşturmalıymışız, saldırılarda birlikte hareket etmemiz için buna ihtiyacımız varmış… Sorumluluk üstlenecek kişiler gönüllü seçiliyormuş… Bulunduğum bölümün sorumluluğunu üstlenmem için gönüllü oldum. Toplantı dağıldıktan sonra beni bir köşeye çekip neler yapmam gerektiğini anlattı… Kardeşçe bir ses tonu sevecen, sevgi dolu…
İyi de benim hiç deneyim tecrübem yok ki… Keşke daha kolay olan sınıf sorumluluğunu seçseydim, koca bölümün sorumluluğunu nasıl kaldırabilirim ki… Ne kadarını başardığımı bilmiyorum. Artık iç içeyiz. Saldırılar, kayıplarımız, zaaflarımız, eksikliklerimiz konuşuluyor. Tartışmalarda, önerilerde söz sahibiyim. Bir toplantımıza katılan o abi “ bir çakıl taşı daha saflarımıza katıldı, hoş geldin” deyip elimi sıktı.
Artık onlardan, içlerinden biriydim. Övünmek gibi olmasın ama içimizde korkak olanına hiç rastlamadım. Hepsinin gözü karaydı ama bazılarının gözü daha karaydı, kapkaraydı. Hani alnına silah dayasan geri adım atmayacak cinsinden. Ben gözü kara olanlardan mıydım, kapkara olanlardan mıydım, bilmiyorum… Yoo, nasıl bilmem. Tabi ki bal gibi biliyorum. İçlerinde en çekingen, en iğreti olan bendim. Laf aramızda onların cesaret skalasının yanında ben korkak bile sayılırdım.
Severlerdi beni. Hiç birisinin benim çekingenliğimi, korkaklığımı başıma kakınç ettiklerini görmedim. Zor zamanlar yaşıyorduk. Zor, çok zor zamanlar… Yitirdiğimiz arkadaşlarımızın cenaze törenlerinde ağzımızı bıçak açmazdı. Bu gün o zehir zıkkım yaşanan günleri kimin nasıl adlandırdığı umurumda bile değil. Benim gözümde o günler insanın mekânsal, ruhsal ve bedensel varlığının, dahası namusunun, onurunun kuşatmaya alındığı melun işgale karşı dişle tırnakla direnilen günlerdi. O günlerde tesadüfen karşılaştığımız abim, çakıl taşlarının iricelerinden biriydi. Yıllar sonraki bir karşılaşmamızda kahvede, çay sohbetimizde derin bir iç çekişle ayağa kalkıp kalabalıkları işaret ederek “ acıyorum bu insanlara, eminim hayatlarında mutluluk nedir hiç bilmediler, bu gidişle de insan olmanın onurunu hiç tatmadan fani ömürlerini tamamlayıp birer birer göçüp gidecekler” dedi. Bir süre o hiç konuşmadı, ben de doğrusu konuşacak bir şey bulmadım. Donuklaşmaya başlayan sessizliği bozmak bana düşmüştü. Ona, bir forum sonrası yurdun kantininde bir simit peşinde on kişimizin koştuğu o gün, üniversitenin basamaklarına yığışan, sigaralarını tüttüren kızlı erkekli bir grubun ortasında estetik bir bedensel hareketle milleti nasıl kahkahaya boğduğunu anlattım. “ Neymiş” der gibi gözüme baktı. “Unuttun mu dedim “ Hallimiz itten beter, keyfimiz paşada yok” demiştin, millete nasıl da moral kaynağı olmuştun. Yok dedi, onu ben değil, sen söylemiştin. Yanında fotoğraf makinesi bulunan bir kız arkadaşımız da “ kıpırdama, öylece dur, fotoğrafını çekiyorum” demişti, unutur muyum hiç. Benim hatırladığım bu espriyi onun yaptığıydı ama ısrarla o espriyi yapanın ben olduğumu söyledi. “Bak dedi, bir şey itiraf edeyim mi sana, aradan kaç yıl geçti, o gün o esprin milleti gülmekten kırdı geçirdi, ben de güldüm, hem de gözlerimden yaş gelinceye kadar güldüm ama notunu da o gün verdim. Senin yoldaşım olmanla övündüm, kıvanç duydum. Müneccimliğim tuttu, bu kuşatmayı yardığımızda bu çocuk aynı espriyi patlatacak, bizleri yine kahkaha krizine sokacak dedim. Kuşatmayı kırabilecek miydik, senin ve senin gibi yeteneklerin ortaya çıkarabileceği bir ortam yaratabilecek miydik, yoksa bu kuşatma bizi de yutup yok mu edecekti… Bu çıldırtan bir belirsizlik ortamında aşağı yukarı herkesin endişesi ortaktı, herkes aynı endişeyi taşıyordu. . Bir de neden korktum biliyor musun, o güne kadar kitle hareketlerinde gözünün karalığından korktum. Yahu insan hiçbir şeyi, geleceğini, istikbalini, yiyeceğini, giyeceğini umursamayabilirdi ama sen hayatını da umursamıyordun, senin için endişeliydik. Hatta seni kitle eylemlerinden çekmeyi, sana engeller çıkarmayı düşündük. Tatlı sert seni azarladım, hiyerarşiyi senin için değiştirmeyiz, sana ne deniliyorsa uyacaksın yollu yarı tehdit yarı azarlar tavırlar takındım… Önüne geçmek ne mümkündü… Bizi, adeta sana engel olmakta çaresiz bıraktın. O esprini arkadaşlara anlattım, yahu dedim içinde bulunduğu durumdan zerre şikâyeti yok, eminim cebinde dolmuş parası yok, bırakın bir öğün yemek yemeyi, bırakın geceleyecek bir evinin olmasını, cebinde simit parası yok… Bu kadar çaresizlik içinde “ halimiz itten beter, keyfimiz paşada yok” diyen birini engellemek ne mümkün… Umarım korktuğumuz başımıza gelmez.” Sen bizim için hem övünç kaynağımızdın hem de endişe. Nasıl başardın bunu, nasıl sevdirdin kendini kitlelere. Sen bir tek kişiydin, yüzlerce binlerce insan korkuyla, endişeyle seni bekliyor, seni gördüklerinde yüzleri gülüyor, kendilerine güven geliyor. Buna akıl erdiremezdik. Sonunda kendimizce bu sırrı çözmüştük, sana ilişkin diğer arkadaşlarımız da benimle aynı kanıdaydı. “Tamam demiştik “ bu çocukta şeytan tüyü var”… Ne güzel gülmüştü abim benimle inceden inceye matrak geçerken. Konuşurken kah abi diyordum, kah adını söyleyip abi diye düzeltiyordum. “Abi dedim, teşekkür ederim ama sanırım abartı payı gerçeğin payını geçiyor. Filanca, filanca arkadaşlarımızı elbette tanıyorsun, ben sonradan tanıdım ama siz benden önce tanıyordunuz. Yahu bu arkadaşlar bastığı yeri titretiyordu, azamet, karizma, duruş… Ben çıraktım, bu övgüye daha çok onlar layık, ama senin yüce gönüllülüğün bu övgüden bana da pay ayırdı, bana da galiba sana teşekkür etmek düşüyor, teşekkür ederim”.
“Haklısın dedi, bu arkadaşlarımızın birçoğu bugün aramızda değil. Kimisi direnişin bedelini canıyla ödedi, kimisi burada barınacak olanaklarını kaybedip yurt dışına gitmek zorunda kaldılar. Onlar her türlü saygıyı layıkıyla hak ettiler elbette. Sen zamanla çıraklığı atlatıp benim bulunduğum konuma geldiğinde o azametli, yere basarken toprağı titreten, o karizmatik tipler yok muydu, üstelik benim zamanımda bir avuçtuk, senin zamanında kocaman bir kitle, bir aile olmuştuk. Hadi bana o azamet abidelerinin ateş altında kaldığımız o günlerde olsun, üstümüzden panzerlerin geçtiği, kaburgalarımızın yere yapıştığı yenilgi sonrası dönemde olsun ne yaptıklarını, hangi kapılardan medet beklediklerini bilmediğini söyle, sakla gerçeği… Bu tiplerin ne mal olduğunu sen daha yakından yaşadın, tanığı oldun, benden daha iyi biliyorsun. Bir çoklarının Pir Sultanın Hızır paşası oldukları sır mı?… Aramızdaki fark, sen bütün sürecin sorumluluğunu üstlenip kendini günah keçisi yapıyorsun, ben taşları yerine koyuyorum, bu kadar mütevazılık fazla. Herkesin kendi günahı ve sevabıyla tartılmasından yanayım”… Abimi sinirlendirmiştim. Bu kez sessizliği o bozdu. O günlerin en çok konuşulan it sürülerinin saldırısını senin tek başına püskürttüğünü duyduğumda göğsüm kabarmıştı, içim içime sığmamıştı. Aradan uzun bir zaman geçti. Ben senin yöneticindim, itiraf edeyim ben bunu göze alamazdım. Tek başıma o it sürüsünün içine dalıp inlerine kadar sürme cesaretine sahip değildim, aklımın ucundan da geçiremezdim. Elbette durumumuz gereği sen beni tanımıyordun, sonradan tanıdın ama ben seni biliyor ve tanıyordum. Tevazuunun böylesini gereksiz görüyorum, fazla buluyorum. “içlerinde en korkağı bendim galiba” diyorsun ya, bir an için benimle alay ettiğini bile düşündüm, ironi yaptığını düşündüm. Birçok kitle eyleminde izledim seni, açıkça cesaretinle, çabukluğunla beni hayran bırakırdın. Sen, o pislik güruha saldırırken gözünü karartıp önünde hiçbir engel tanımayan bir kaplan kadar korkaktın… Bizler, piyasaya laf üreten, afi satan insanlar, ya da sirk tacirlerinin gösteri maymunları değiliz, ateşimiz içimizde harlanır.
Devrimcileri, bütün diğer insanlardan ayıran laf kalabalıkları, afi ve caka satmaları değildir, eylemleri ve davranışlarıdır. “
Benimle sohbet eden, geçen zamanın izinden süzülüp gelen zekâsı, alçak gönüllüğü ve nezaketiyle çakıl taşlarımızın iricesinden biriydi…
O öldü.
İnanmadınız değil mi?
Ben de…