Yağmurdan Sonra

Eskiden çok yağardı böylesi yağmurlar. Görmüş geçirmiş yaşlılar ansızın bastıran sağanağa “kız nazı, birazdan geçer” derlerdi. Önce çiselemeyle başlar, aldırmazsınız, her ne iş yapıyorsanız işinizi bırakıp bir duldaya ya da bir duvar dibine sığınmak aklınızın ucundan bile geçmez,   birazdan kesilir dersiniz. Sonra poyrazın kamçıları yüzünüze acı bir tokat gibi inmeye başlar başlamaz, ateş kıvılcımları saçan şimşekler çakmaya,  yeri göğü inleten gök gürlemelerinin ardından gökyüzünden yeryüzüne ulanmış bir sicim gibi düşen damlalar gözünüzü bile açmaya fırsat vermeden sizi sudan çıkmış balığa döndürür.  Yaşlıların “ kız nazı” dediği bu muydu acaba…

Çocukluğumdan aklımda kalan sağanak yağmurlar bir anda bindirir, kısa sürede hafif bir esinti eşliğinde yerini günlük güneşlik bir havaya bırakırdı. İçinizden “ rahmetin kutsallığına bakın dersiniz, yağmur, sadece havadaki kötü kokuyu, toz bulutlarını temizlemez ki, asıl amacı biz insanların içindeki kiri pası temizlemek olsa gerekir”…

Buğday başakları her zaman mis kokuludur da yağmurdan sonra daha başka bir mis kokuludur. Çiçeklerin kokusu buğday başakların kokusuna, buğday başaklarının kokusu toprağın kokusuna karışan kokuyu ta içinize çekersiniz… Müteşekkirsinizdir, doğaya ve hayata sessizce teşekkür edersiniz. Bin bir aromalı mis kokulu ıtırları kıskandıran doğanın yağmurdan sonraki kokusunu derin derin genzimize çekmemizin nedeni, bahse girerim içimizi dışımızı temizleyip bizi insan kılığına soktuğu içindir.

İkimiz de bozkır yörelerinin insanlarıydık. Köyler kasabalar gibi değildi ki… Çavlanları kıskandıran derelerin suları kaç değirmeni döndürmeye yeterdi de artardı bile… Bağlarımız, bahçelerimiz gürül gürül akan suların bolluğunda cennet çevirirdi dağları taşları… Evimizin önündeki yaşlı zerdalinin dalları sığırcıkların konar-göçer mekânıydı.

O kasabalıydı. Beton ev, beton sokaklarda büyümüştü. Benim için pek görkemi olmayan kıç kadar parklar kasabalının nefes alma yeleriydi.

Kasabaya da yağmur yağardı elbet ama yağmurdan sonra ne kokusunu sere serpe salacağı toprak vardı, ne aromalarını genzinize çekeceğiniz envai türlü çiçek kokuları,  ne de dallarından sığırcıkların havalanacağı türlü çeşitli ağaçlar…

Galiba çocukluktan ergenliğe geçiş dönemimizde kasabanın toprak zeminli boş arsalarında top oynarken biz köylü çocuklarının yağmuru altında ıslanmamıza aldırmazlığımız ile kasabalı çocukların hemen sığınacak bir yer aramalarının sebebi alışkanlıklarımızdı.

O, kasabalıydı, gözü açık, cin gibi. Biraz da kabadayıydı kasaba yaşamına pek ayak uyduramamış biz köylü çocuklarına karşı… Delikanlılıkta istikbal vaat eden arkadaşımın racon kesmekteki mahareti de fena sayılmazdı, eksikliklerini çabucak giderir, kasabalı kızların pekâlâ da prensesi olabilirdi.

Biz köylü çocukları genellikle kendi aramızda oynardık ama Pazar günleri sahayı dar ederlerdi bize. Bizim takımı kasabalı Pelelerin takımıyla oynamaya mecbur ederlerdi. Bizim ayağımızda kara lastik ayakkabılarımızın üzerinde inşaat işçisi babalarımızın ya da abilerimizin muhtemelen bitpazarından ucuza aldığı kadife pantolonlarımızla pazen gömleklerimiz vardı. Onların ayaklarında adının sonradan krampon olduğunu öğrendiğim tosbağa kılıklı ayakkabılar ile çizgili formaları vardı. Biz nefesi kesilmeyen tazılar gibi durmadan koşsak da maçın sonucu değişmezdi, biz sıfır, bilemedin bir, ya da iki… Kasabalılar otuz, kırk… Allah ne verdiyse… Biz koşardık, maçı onlar kazanırdı…

O Pazar günü ansızın bindiriverdi sağanak. Kasabalılar çil yavrusu gibi dağılıp duvar dibine sindiler. Biz köylü çocukları yağmurun bir anda çamura çevirdiği sahada hala güle oynaya top peşindeyiz.

Ortaokul ve Lisede aynı sınıfta olmasak bile aynı okuldaydık. Tanıyordu beni… Koşarak yanıma geldi, aynı yaşta olmamıza rağmen bir abi korumacılığı dürtüsüyle “ avanak avanak ne dikiliyorsun, sırılsıklam olmuşsun, üşütüp hasta olacaksın” dedi, kolumdan çekiştirerek duvarın dibine sürükledi.

Lise ikide başlayan arkadaşça yakınlığımız lise son sınıfta yoldaşlığa dönüşmüştü… O, bir köylü çocuğu gibi içine kapanık olmadı ama kasaba delikanlılığının patentini de yırtıp attığından kasabalı kızların prensesi de olamadı. Benim köylü çocukluğumsa beni çoktan terk etmişti. Aynı şehrin aynı Üniversitesine birlikte geldik. Daha doğrusu, benim bir yıl önce geldiğim Üniversiteyi bırakıp “ mecburi nedenlerle” buraya gelmemle birlikte o da yine aynı “ mecburi nedenlerle” buraya geldi. İtiraf etmeliyim, “ortama uyum sağlaması” biraz zaman aldıysa da meseleyi çabuk kavradı. Bir sohbetimizde “ üzerimize düşen işin ağırlığını ancak kavrayabildim” demişti.

“Tamam, işte dedim, buradan diplomamızı alır, bol maaşla öğretmen olarak atanırız, hayatımızı yaşarız”…” Ne diyor bu ya”  der gibi hınzır hınzır yüzüme baktı, belindekini sımsıkı kavrayarak  “ en kutsal diplomamız gelecek kuşaklara insan onuruna yaraşır bir dünya bırakmak” dedi.

Dünyanın daraldığı yıllardı… Ülkelerin, şehirlerin, cadde ve sokakların daraldığı yıllar. Can hıraş bir yaşam… Hangi sokakta ensemizden bir kurşun yiyeceğiz, hangi caddenin sarı şeritle çevrilmiş bir köşesinde ahalinin korku dolu bakışlarını üzerimizden kaçırdığı bir seher vakti üstümüzün bir gazete parçasıyla kapanacağını ikimiz de bilmiyoruz. Bilmiyoruz ama böylesi bir sonun kaçınılmazlığını iman etmiş müminler gibi umursamıyoruz da… Av hayvanları bile bizden daha şanslı. Hiç olmazsa avcısının kurşunundan kaçan bir tavşan gizlendiği inde bir süre izini kaybettirir… Bizim avcılarımızın maşallahı var, her yerdeler. İnimize çekildiğimizde bile radarlarındayız.  Nereden bilebilirdik ki aradan geçen onca yıllara rağmen ne avların ne de avcıların değişeceğini… Üstelik bugünün avcılarının dünyanın yoksul ülkelerini avlanma alanına dönüştürüp yoksul insanlarını topluca avlayacaklarını… Hayat işte…

Bir gün yakalanacağız dedim, hazırlıklı olmalıyız,  işkencelerin ağırlığı çözülmeler konusunda beni endişelendiriyor”. Sohbeti matraklığa vurdurdu, “gençliğimizde kasabanın sahasında koşturduğumuz topu hapishane bahçesinde de koştururuz, ne gam” dedi.

Belki de dedim, tabutlukta paslaşırız”.

Kırılacak bir belimiz var dedi,  belki kırmaya güçleri yeter ama eğecek bir başımız yok.”

İşte kaçınılmaz son… Ben yakalandım… O, aranıyor. Avcılarımız hedef büyüttü. Yaşlısı genci, kadını kızı herkes “kral çıplak” diyen herkes hedefte… İçeride haberlerini alıyorum… Kitle katliamcılarına karşı halk direnişlerinde efsaneleşmiş… Göğsüm kabarıyor.

İşkenceden ve uzun hapislik yıllarından kalbi yara aldı. Dışarı çıktığımızda başka bir şehrin kasabasında yaşayan kızını ziyarete geldik. Kızı büyümüş, genç kız olmuştu.  Hasret giderdiler, sarıldılar birbirlerine. Hasretle, özlemle sarıldılar baba kız…

Şehre döndüğümüzde ansızın sağanak bindirdi, hava karardı.  Gök gürültüsünün ardından karanlığı delip geçen şimşeklerin aydınlığı saman alevinin aydınlığı kadar sürüyor, yanıp sönüveriyordu… “Şimşekler de bize benziyor dedi, tam karanlığa haddini bildirecek derken, koyu karanlık alev dilli şimşeklerin aydınlığını boğuveriyor”… Sessizce birbirimize baktık.

Sağanaktan kaçmak içimizden geçti mi, bilmiyorum. Kaçmadık. Yürüdüğümüz cadde adeta suyu yatağına sığmayan dereler gibi dolup taşıyor. Saçakların altına sinmiş ahali bize bakıyor. Muhtemelen aklımızın pek yerinde olmadığına hükmetmişlerdir. Ayakkabılarımızı çıkarıp elimize aldık, pantolonlarımızın paçasını sıvadık.  Üstümüzde ara vermeden yağan yağmura, altımızda belimize kadar yükselen suya aldırmadan salana sallana yürüdük. Üstümüzde kuru, el kadar bir bez parçası kalmayıncaya kadar ıslandık.

Eve geldik, Islanan elbiselerimizi çıkarıp üst üste attık. Çamaşır yığınına bir tekme attım “geç kaleye” dedim, “top oynayalım mı?”. Uzun uzun kahkahalarla güldü.

Şimdi Yaşadığım şehirde gündüz yağmaya başlayan çocukluğumun o ince uzun sicimler gibi yağan yağmurları hiç kesmeden gece de devam etti. Gök gürültülerinin ardından çakan şimşeklerin yalazı geceyi bölüyor,  kararmış havayı aydınlatıyor. Beynime anılar üşüşüyor, ürperiyorum.   Yağmur yağıyor sicim sicim…

Gece uyku tutmadı, gök gürültüsü sustu, şimşeklerin çatal dilli alazı geceye saldırmıyor… Yağmurdan sonra sabaha karşı balkona çıktım, sokakta kimsecikler görünmüyor.

Arkadaşımla yaşanan anılar uzun, uzundan da uzun bir yol gibi önüme seriliyor.

İçimde bir burukluk…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.