Çocukluk işte… Sanki hiç büyümeyecektik, sanki hayatın meşakkati kâbus gibi omuzlarımıza çökmeyecekti de bu ekmek elden su gölden harcı âlem günler hiç bitmeyecekti. Anamızın süpürgesi kıçımızda, babamızın tokadı yüzümüzde patlasa da biz o gece yarılarına kadar süren itiş kakış oyunlarımızdan hiç vazgeçmeyecektik. Yazın tarla bağ, mal maşat işlerinden pek fırsat bulamasak da kışın ayazında, yarı belimize kadar gömüldüğümüz karın içinde, burnumuzu çeke çeke, debelene debelene birbirimizi elimizle koymuş gibi buluverirdik. Çorak damlı evlerin pencerelerinden yer yer sokağı aydınlatan kasvetli, yarı ölgün ışıkta gölgelerimize basıp geçerdik. En çok da köyün üstüne gecenin çökmesiyle evimize dönerken üstüne basarak geçmek zorunda olduğumuz küllüğe bastığımızda ürperir, cinlerin şeytanların bizi çarpacağından bir de evlerin saçaklarından sarkan sırık gibi uzun ve sivri buzların kafamıza düşeceğinden korkardık. Köyümüzün büyükleri akşam ezanından sonra yerlerin mühürlendiğini, cinlerin, şeytanların küllükte mekân tuttuklarını anlatırlardı. Kürdün Mehmet çocukluğunda gece küllüğe basmıştı da cinlere çarpılmış ağzı yüzü ondan böyle yamuk kalmıştı. Ötelerden geçip, küllüğe yaklaştığımızda üç gulhü bir elham okursak cinler bize yanaşamazdı… Gecenin geç vakti oyundan dağılma vakti geldiğinde ürpertilerimiz başlar, hepimiz sesli sesli üç gulhü bir elham okuyarak evlerimize dağılırdık. Hamdolsun, şahsen ben bu duaları su gibi ezbere bildiğimden beni hiç cin çarpmadı. Bu gün bile bu meziyetimle övünürüm.
Köyümüzde cinlerin giremediği tek ev vardı köyümüzde. Sarı Osman Almanya’dan döndüğünde çatısı kiremitli evi yaptırmış, evin etrafını da kale duvarı gibi kalın duvarlarla çevirmişti. Köyümüzde ilk kiremitli evdi. Bizim evlerimiz kerpiç duvarlı, çorak damlı evlerdi. Sarı Osman zengindi, konak da yaptırır, köşk de yaptırırdı. Bizim babalarımız gibi iki dirhem bir çekirdek değildi ki… Zengin adamın çoluğunu çocuğunu da ne cin çarpardı, ne şeytan görürdü… Biz züğürt babaların çocukları da hasedimizden çatladığımızdan Sarı Osman’ın çocuklarına çatar, hır çıkarırdık. Giyimleri farklıydı bizden, kuşamları farklıydı. Kopuk takımıydık canım bizler, kopuk… Anamız kimdi, babamız kimdi, kimin dölü, kimin kunnadıklarıydık. Böyle ana babadan olanlar kopuk olmayacaktı da sümme haşa Sarı Osman’ın çocukları gibi ağzı var dili yok kız gibi terbiyeli çocuklar mı olacaktı… Bir Cuma namazı vaazında hoca efendi Sarı Osman’ın köyümüzün velinimeti olduğunu ferman eylemiş, Cuma cemaatine de piçlerine sahip olmalarını, Sarı Osman’ın çocuklarına dalaşmamalarını sertçe tembih etmişti. Sarı Osman gerçekten köyümüzün veli nimetiydi. Köyün ekseriyeti hasattan sonra taş çatlasın üç ay çocuklarının önüne buğur bulamaç aş koyar, kışın bastırmasıyla o da biter, çuvalda un, bacakta don kalmazdı. Zaten hasatta ne çıkardı ki, üç beş aylık erzak… O da ancak üç ay yeterdi. Allah razı olsan Sarı Osman, kışın içeri dar dışarı kar zamanlarında fakir fukaranın elini alır, birer çuval un, birer çinik yarma bulgur verir, fakir fukara da baharın ucunu görürdü. Martın ala karlı günlerinde sırtlarına sarındıkları birer mitille Ankara’nın yolunu tutar, tek odalı rutubetten nefes alınmaz odalarda sekizer onar kişi yatıp, şafak sökerken dizildikleri Ulustaki amele pazarında nasiplerini ararlardı. Sarı Osman’ın bir çuval buğdayının, bir çinik bulgurunun parası öde de bir türlü bitmek bilmezdi. Homurdananlara “elimde kâğıdınız var, hökümete mi gideyim” diye başladığı babacan gösteriye köylüler “ la havle” çekerek boyunlarını büker giderlerdi. Hasat zamanı harmandaki çeçin yarısı da Sarı Osman’ın ambarına aktarılır, o seneki borcun ödenme merasimi tamamlanırdı. Devran böyle döner giderdi. Akıllı adamdı vesselam şu sarı Osman… Velakin kıymet bilmez biz köyün veletlerinden çektiğini bacaklarındaki ağrıdan çekmemiştir. Büyüklerimiz bizi yererken “çete” derlerdi bize… Nasıl bir çeteysek baldırımız çıplaktı, ayağı çorapsız, bacağımız şalvarsız… Unvanımızdan hiç birimiz de şikâyetçi değildik elbette… Köyümüzün çete mensubu biz veletlerin hepsi, hepimiz ay yüzlüydük. Ay, bizim rehberimiz, koruyucumuzdu. Gökyüzünde dolunay ilk bize el sallardı. Hepimiz hizaya geçer, ellerimizi dolunaya doğru açar, avuçlarımıza dolan ay ışığını yüzümüze sürerdik. Dolunayın Sarı Osman’a hiç el salladığını hiç görmedik… Bizim dolunaya yakınlığımız kadar yakındı sarı Osman da Allaha… Allah da verdikçe veriyordu Sarı Osman’a… Konağının etrafındaki arazileri de yok pahasına satın alarak genişlettiği malikânesini sırça saraya çevirmişti. Bir tarafını ucu bucağı görünmeyen üzüm bağlarıyla, diğer tarafını da meyve bahçeleriyle çevirmişti. Biz veletler aramızda kurduğumuz gözü pek ipsizler çetesiyle iş bölümü yapar, dolunayın gökyüzünde görünmesiyle bir kısmımız malikâneyi taşa tutar camlarını indirirken, diğerlerimiz üzüm bahçelerine, meyve bahçelerine dalar, meyveleri anamızın patiska bezinden diktiği donlarımıza doldurur, hacıyolu bekler gibi yolumuzu bekleyen diğer çocuklara ziyafet çekerdik. Hani laf aramızda bu işin cakası da öyle hoşumuza giderdi ki, ertesi gün ne analarımızdan yediğimiz kötek, ne de köy bekçilerinden yediğimiz sopanın lafı bile edilmezdi. Bir hışımla köy meydanına gelen sarı Osman burnundan soluyarak “ aha burayı belleyin, bu piçleriniz yarının anarşistleri, devlet düşmanları olacak, Allaha havale ediyorum, Allah ıslah etsin” diye engin tecrübesiyle kadirşinaslığını konuştururdu. Sarı Osman’ın Allaha havalesi pek yerine ulaşmamış olmalı ki biz veletler ne ıslah olduk, ne de pişmanlık gösterdik…
Bir yandan homurdanırken diğer taraftan velinimetlerinin önünden geçmeyen köylülerimizden yalnızca ipsiz Hasan köy meydanında minnet gösterisinde bulunarak Sarı Osman’ın “ komşular hepinizden Allah razı olsun” cümbüşünün içine ederek “Ulan demişti avratlarını siktiklerim, bir yandan arkasından söylemediğini bırakmazsınız, canımızı iliğimizi kuruttu dersiniz, yanına geldiğinizde önünde secdeye durursunuz, karınızın istese elinizle teslim edeceksiniz, hırsız ulan bu Sarı Osman, hırsız” narasını patlattığında köylülerin başlarının omuzları üstüne düştüğünü, Sarı Osman’ın da arkasına bakmadan koşar adım tüydüğü bugünkü gibi gözümün önündedir.
O “kutsal çetemizin” ay yüzlü çocukları bizler büyümüştük, hayat mancınıkla fırlatır gibi her birimizi bir dağın tepesine atmıştı, bayramlarda seyranlarda bir iki günlük ziyaretler dışında köyle bağımız, bağlantımız kalmamıştı. Mancınığı tutan eller bedenlerimizi fırlamıştı ama o çete ruhunu o topraklarda bırakmış, bizden sonraki çocukların anneleri çocuklarını çetenin ruhuyla büyütmüşlerdi. Üstelik çete ülkenin en ücra köşelerinde bile pıtrak otu gibi yayılmıştı. Bu çocukların hikâyelerini dinlediğimde “bak şu Allahın işine dedim, ulan sarı Osman biz bir avuçtuk, bizimle baş edemedin de şimdi bunca çocukla mı baş edeceksin”.
O günlerin çocukluk arkadaşlarımdan birisiyle eski günlerimizi yâd ediyorduk. Bulunduğumuz şehrin her mahallesinde boy atan çocuklardan söz ettim, içim kıpır kıpırdı. Arkadaşımın mimiklerinde kendi sevincimi göremedim. Dalgındı, sanki bir şeyler söyleyecekti de, onu söyleyeceklerinden caydıran bir şeyler vardı. “Hayrola, endişelisin, pek neşen yok galiba” dedim.
Yutkundu. Endişeyle göz ucuyla etrafına bakındı. Sarı Osman’a rahat yüzü göstermedik, illallah ettirdik herife. İyi de yaptık, iyi ki de yaptık. Lakin o zaman sarı Osman yalnız bizim köydeydi, özel korumaları, dalı budağı yoktu. Aradan geçen zamanda sarı Osmanlar öylesine çoğaldılar ki, dünyanın her yerlerindeler. Halkın kılcal damarlarına dişlerini öylesine geçirdiler ki bizim sarı Osman bunların yanında masum bile kalır. Topları oldu, tüfekleri oldu, paralı askerleri bile oldu. Sarı Osman’ın oturduğu malikâneye dalarken kimse bize kimlik sormuyordu. Üzüm bağlarına, meyve bahçelerine destursuz dalıyorduk, malikânenin camlarını taşlarken avlunun içinde kelebekler gibi uçuyorduk. Şimdi herifler sırca köşklerde oturuyorlar, köşkleri kilometrelerce öteden modern teknolojinin son derece gelişmiş aletleriyle korunuyor. Oturdukları sırça köşklerin yakınından uçan sivrisineklere bile kimlik soruyorlar, sinekler uçarak bile bu köşklere giremiyor. Eskinin sarı Osmanları bizleri Allaha havale ediyorlardı, yeni sarı Osmanlar cellatlarına havale ediyorlar.
Oturduğumuz kafenin önünden geçen caddedeki sırça köşkü gösterdi… Lan dedim bizim köyden bile büyük bu köşk be… Cadde boyu yürümeye başladık. Fazla yanaşmayalım diye endişesini söyledi. Israr ettim yürümek için. Kızlı erkekli bir kaç çocuk yüzünü köşke dönmüş, nanik yapıyorlar, dillerini çıkarıyorlar. İmrenerek baktım yüzlerine, hepsi ay yüzlüydü… Arkadaşım “Çocuklar başınıza iş alacaksınız, hadi dedi uzaklaşın buradan, şu silahlı amcalar kızarlar sonra” dedi. Çocuklar söylenenleri dinlemiyorlar bile, dil çıkarmaya, nanik yapmaya devam ediyorlar… O an, tam o an bizim kutsal Çete’nin haşarı, ele avuca sığmaz ay yüzlü çocuğu oluverip, karışıveriyorum içlerine. “Hadi be çocuklar diyorum, Sarı Osman sırça köşkünden başını bile çıkaramasın, daha hızlı, daha hızlı”… Ben de onlar gibi dilimi çıkarıyorum, nanik yapıyorum.
Arkadaşım çocuklara “amcaların sizi dövmesinden korkmuyor musunuz” diyor.
“Biz çocuğuz diyorum, büyüyünce belki korkarız” .
Arkadaşım şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor.
Ay Yüzlü Çocuklar
Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.