İki derenin içinden geçtiği, iki tepenin yamacına kurulmuş köyümüzde sonbahar kendini bir başka türlü hissettirirdi. Yazın nefes aldırmayan boğucu sıcakları ikindiye doğru çekilmeye başlar, yerini kuzeyden gelen okşayıcı esintilere bırakır. Köyün yaşlıları serinliğin başlamasıyla bastonlarına dayanarak birer birer köy meydanında görünmeye başlarlar. Kimi sırtını duvara dayar, bastonunun yardımıyla ayakta durur, kimileri de sıcak kumların üzerine uzanır, uyuyakalırlardı. Akşam havanın kararmasıyla İbrahim ağanın gaz lambasının yarı alacakaranlık, kös kös aydınlattığı ölgün ışığın gözlerine düşmesiyle birbirlerine bilgiç bilgiç “yatsı olmuş yahu, bizim evimizi barkımız yok mu” bıkkınlığı içinde bastonlarına dayanarak ve ezberledikleri duaları mırıldanarak ağır ağır ayağa kalkarlar, evlerinin yolunu tutarlardı. Herkes herkese laf yetiştirirdi ama hiç kimse diğerini dinlemezdi. Oğlunu, gelinini çekiştirenleri mi dersin, çeşmeden helkeleriyle su taşıyan genç kızların başını çevirip bir tarafa bakmalarını bıyık altından gülerek “filancanın oğluna işaret verdiğinden” dem vuranlarını mı dersin, filancanın gelininin ne edepsiz bir yaratık olduğunu, hem de gözüyle görenleri mi dersin… Böylelerini Allah kimsenin başına vermesindi… Güz mevsiminin kış aylarına rota çevirdiği son aylarında, sinsi bir yılan gibi tepelerden köyün içine dalan kalın sis tabakası epey bir süre istenmeyin zoraki bir misafir gibi arsız arsız dağlarımıza, ovalarımıza, köşemize bucağımıza musallat olur. Gelişi ayrı bir derttir, gidişi ayrı bir dert…
En çok da köye inen sisin, beraberinde getirdiği soğuk havayı ihtiyarların tepelerine kara bulutlar gibi çöken kederli yüzlerinden anlardınız. Sıcak havalarda birbirleriyle buluşup sohbet ettikleri, bazen şakalaşıp bazen dertleştikleri, dedikodu yaptıkları, yarenlik ettikleri köy meydanı sıcağını kaybetmiş, kırağı basan, çiğ düşen, bir ölü kadar soğuk yüzüyle güz, ihtiyarlara köy meydanının kapılarını kapatmış olurdu. Erken bastırırdı soğuklar, çocuğundan yaşlısına herkes patlıcan gibi morarmış suratlarıyla tıkılır kalırdı bir, bilemedin iki odalı evlerine… Yazın köyü ayağa kaldıran çocukların şamatasından, bağırış çağırışlarından eser kalmazdı… Biz çocuklar da kıstırılıp kaldığımız evimizde, ana-babamızın yanında ele avuca sığmaz afacanlığımızdan eser kalmaz, birer kuzu kesilirdik. Tepelerden sarkarak köyü avucunun içine alan kalın sis bulutları köyü ıssızlığa boğar, ses soluk kesilirdi… Dışarıdan gören birisi de bütün köylülerin bir gecede hakkın rahmetine kavuştuğunu sanırdı. Son güzün erken inen soğuk gecelerinin bu saatinde gözle görülen sadece dere yamacına kondurulmuş kerpiçten yapılma toprak damlı iğreti evlerin ahşap pencerelerinden dışarı sızan sarı solgun ışıklarıydı. Karanlığın basmasıyla ne meydanı aydınlatan İbrahim amcanın köy odasında asılı göz lambasının sarı ölgün ışığında yarenlik eden yaşlıların sesi işitilir, ne de akşamın o saatinde köye inen koyunların melemeleri, sığırlarının böğürmeleri, eşeklerin anırmaları ya da köpek havlamaları duyulurdu.
Güz hasat mevsimidir, köylünün yıl dokuz ay on ay boyunca dere tepe, kâh at-eşek sırtında, kâh kağnıların ardında yayan yapıldak koşturmasının meyvelerini toplamaya başladığı güz… Sürü, gök tepeden köyün içine sallanmasıyla yapağı kokusu sarar, koyunlar, keçiler boyunlarına takılan çanların çıkardığı tiz seslerle yalınkılıç ahırları, köyün bütün sokaklarına dalarak ahırları fethetmeye çıkarlardı.
Ya boynunda kalın, sivri uçlu tasmasıyla davar çobanlarının arkasında, dilini bir karış dışarı çıkararak kostaklana kostaklana yürüyen davar köpeklerine ne demeli… Sürünün öncü, vurucu güçleri… Yiğit misiniz, sürünün bir tek koyununa, kuzusuna yan gözle bakın, geniş dudaklarının içinden sivri, keskin kocaman dişleriyle caydırıcılıklarının etkin ve etkili biçimde hemen ilan ediverirlerdi.
İçimizde en fırlatma olanımız benli Bekir’di, hepimizi sorguya çekerdi: “Koyunlar sürü olmasaydı çoban köpekleri olur muydu?” … Bir ağızdan cevabımız “olur” u söylerken boğazımızı yırtarcasına bağırırdık. Yaşıtımızdı ama “ lan salaklar” derdi, büyüyünce öğrenirsiniz, “koyunların sürü olmaktan kurtulduğu gün çoban köpekleri de olmayacak, Siz de korkunuzdan altınıza sıçmayacaksınız” … Büyüdükçe, aklımız erdikçe benli Bekir’in çocuk aklıyla sadece bizim köyde olduğunu sandığı çoban köpekleri etrafımızı çepeçevre öyle bir sardı ki, korkumuzdan altımıza sıçmakla kalsak buna da “şükür” derdik ama daha beteri ağzımıza sıçtılar… Belki de haklıydı benli Bekir, koyunlar hala sürüydü, çoban köpekleri de, dilleri bir karış dışarıda, boyunlarındaki yırtıcı tasmalarıyla sürüyü güden çobanın korkutan alametleriydi…
Akşamüstleri kuran kursundan ipi kıran biz çocukların, bağ bostan hasadından dönenlerin heybelerinden bir mısır koçanı, sepetlerinden bir salkım üzüm koparmak için sırnaşarak arkalarından koştuğumuz, kadınlara illallah dedirttiğimiz, havanın kararmasıyla da sonu gelmez bağırış çağırışlarla gece yarılarına kadar “çam devrildi” oynadığımız güz… En çok da biz çocukların sevdiği mevsim, sevimli güz…
Sonbaharın kışa evirilmesiyle, karşı tepelerden yükselen kalın sis tabakası bir anda köyü avucunun içine alır, göz gözü görmez olurdu. Başımı gökyüzüne çevirir, ayın duru, süt beyaz ışığını dünyaya göndermek için kendisini kuşatmaya alan, karartan sis bulutlarını dirseği ile itekleyerek, boğuşa boğuşa santim santim ilerlediğini görürdüm. Boğuşma esnasında ay dörde, beşe, altıya bölünür, bir an gözden kaybolur, karanlıkta görünmez olur, ben önümü göremem, ayağım bir taşa, bir ağaç parçasına takılır sendeler, düşerdim. Avcı Mehmet’in çifte kırmalı tüfeğini ne zaman ateşleyeceğini sabırsızlıkla beklerdim. “Yetiş Mehmet abi, zebaniler ay ışığını esir aldılar”. Avcı Mehmet’in çifte kırmalı tüfeği patlar patlamaz ay, dağılan parçalarını yeniden toplamaya başlar, yeniden hücuma geçer, ışığıyla önümü açardı. O an gaipten sesler duyardım, sıcak, içten gülümseyen bir dost sesi gibi… “sendelemelerine, düşmelerine aldırma, kalk, yeniden yürümeye başla” … Ben mi öyle hissederdim, herkes aynı şeyi mi hissederdi bilinmez ama kendimi sisin içinde kaybolmuş, bir daha evin yolunu bulamayacağım, ortalıkta tek başıma kalacağım hissine kapılırdım. Ay ışığı gaipten bana seslendiğinde de bu durum hoşuma da giderdi, o an gözümü gökyüzüne diker, tek başıma yedi başlı canavarları püskürten bir kahraman olurum, kılıcımı kuşanır, fişekliğimi belime takar cenge çıkardım. Varsın sis görüşümü kapatsın, o canavarları ininde bulur, hepsinin kellesini uçururdum.
Garip, sihirli bir hava yaratırdı sis.
Gündüz vakti sisin içinde, geceleri zifiri karanlıkta sektirmeden yolunu bulan tek kişi avcı deli Mehmet’ti. Günlük güneşlik vakitlerde el içine çıktığı pek görülmezdi ama bir köyü sis bastığında kavaklara tüneyen ala kargaları vurmak için, bir de geceleri ayın simsiyah bulutlar tarafından ışığını karartan zebanileri kovmak için ortalıkta görünürdü. Ayı esir alan zebanilerin hangi dilden anladığını en iyi avcı Mehmet bilirdi. Zebanilere namlusunu doğrultur, peş peşe fişekliğini boşaltana kadar ateş ederdi. Pabucun pahalı olduğunu gören zebaniler arkalarına bakmadan kaçarlar, ay zebanilerin elinden kurtulur, nurlu ışığını yeniden köyün üstüne salardı.
Gündüz vakti ise, soğukların ansızın bastırıverdiği bu güz aylarının sisli havasında avcı Mehmet elindeki çifte kırmasıyla bahçe duvarının arkasında pusuya yatar, sırtını duvara dayayarak gözünü dallardan ayırmazdı. Her bir ala karga vuruşunda çok sevap kazanırdı, çok…
İyi nişancıydı deli Mehmet, tek kuruşunu boşa harcamadığı köyün dilindeydi. Ala kargalar leş yerdi, onların kavakların dallarında gaklamaları hayra alamet değildi. Ölümüz dirimiz vardı, çoluk çocuğumuz vardı, bu melunlar köye tebelleş olmasınlardı… Öyle ya, avcı Mehmet çifte kırmalı tüfeğini duvara asmak için almamıştı ki, bu günlerde işe yaramayacaksa tüfeği ne yapsındı.
Ahalinin az çok dışarı çıktığı mevsimlerde pek gören olmazdı avcı Mehmet’i, mevsimlikti o, güzün sis basmış havalarında ya da ayın ışığının zebaniler tarafından kesildiği gecelerde herkesin içerde olduğu zaman avcı Mehmet dışarda olurdu.
Mevsimlikti avcı Mehmet.
Göz gözü görmeyen kalın sis bulutları içinde yönünü şaşıran sığırcık sürüleri körlemesine uçarlar, erken havalanırlardı tünedikleri söğüt dallarından. Evlerin bahçelerinden çıkıp kokusunu dağlara taşlara taşıyan susam gülleri de öyle gelinlik duvağı çekilip alınmış genç kızlar gibi büzülüp kalırdı. Çiçekleri pörsür, kapanıverirlerdi içlerine… Ayak basmadığımız hiçbir köşesi kalmayan kırağı düşmüş yamaç ovalar parmak sallarcasına “hadi şimdi gelin de göreyim” dercesine biz çocukları tehdit ederdi. İçinde saklambaç oynadığımız çayırların kadife yumuşaklığındaki kamış dalları iyelerimizi kıracak acımasız birer sopaya dönüşürdü.
O, her mevsim olduğu gibi güzün sisli havalarında da kışın ayaz kesen gündüzlerinde, gecelerinde de sahipsiz kalmış köyün bekçisi gibi hep dışardaydı, meydandaydı… Deli Fadime… Zaten bir lokmacık aklı olsa sisin insanı alıp götürdüğü, ayazın insan eti yediği bu mevsimde dışarıda ne işi vardı deli Fadime’nin… Oğlu yaşındaydı avcı Mehmet deli Fadime’nin… Siyaset günlerinde oğlunu kaçırmışlar, bir daha haber alamamış oğlundan… Ne ölüsü ne dirisi… Aklını yitirmiş. Avcı Mehmet deli Fadime’nin oğlunun da iyi arkadaşıymış, bir yedikleri içtikleri ayrı gidermiş. Bir süre de deli Fadime’nin oğluyla birlikte hapis yatmışlar… Köyün dedikodusuna göre avcı Mehmet de az değilmiş hani, Avcı Mehmet Deli Fadime’nin üstünü başını alır, kışın deli Fadime’ye dağdan odun indirirdi… Oğlu gibi severdi avcı Mehmet’i deli Fadime… Bir tek o hoşnut değildi avcı Mehmet’in ala kargaları vurmasından… Yakasını bağrını çekiştirir, elinden tüfeğini almaya kalkar, gücü yetmeyince de ilenerek çeker giderdi. Avcı Mehmet deli Fadime’nin arkasından koşar gönlünü alırdı,” leş yiyenlere tahammülüm yok” derdi.
Güzün ilk günleriydi. Köyde herkes on beş güne varmadan bıktırıcı sisin köyü basacağına ilişkin ağız birliği etmişti. Mal maşat, davar sığır yaylımdan köye çekiliyordu. Bekçiler, avcı Mehmet’in cansız bedenini yarı gömülü bir tarlanın sınırında bulmuşlar. Cenazesini köye getirdiler, dualar okundu, mezarında hatimler indirilerek toprağa verdiler. Sis mevsimiydi. Köyün üstünde simsiyah bulutlar dolaşmaya başladı, hava kararmaya yüz tutmuştu. Ahali mezarlıktan ayrılıncaya kadar simsiyah bulutların yerini apak, bembeyaz bulutlar aldı. Bir üzüm salkımı gibi inmeye başladılar köyün üstüne. Ansızın sağanak bastırdı. Ne sağanaktı ama… Bu mevsimde pek yağmayan yağmurlar köylüleri şaşırttı. Hani bardaktan boşanırcasına derler ya, aynen öyle. Herkes kaçıştı, sığınacak bir yer bulmak için. O sağanağın altında bir tek kişi kaldı… Deli Fadime…
Yarı kambur beliyle elindeki bastonuna dayanarak yüzünü gökyüzüne çevirdi, hançeresini yırtarcasına durmadan bağırıyordu.
“Bu bulutlar sis bulutları değil, avcı Mehmet’in yas bulutları, yas bulutları, yas bulutları” diyerek olduğu yerde döndü durdu yağmurun altında.