Kambur

Yıllar önce, yere paralel uzanmış bedenini taşıyamayan bacaklarına söylene söylene, apartmanın merdiven başlarında dura dinlene, devasız derdine derman aramaya gelmişti ilk buraya.  Yıllar geçmişti aradan, şimdi yine aynı yerdeydi, aynı doktorun şifalı ellerinden şifa bulmak için gelmişti. Şu doktorlar ne yetenekli insanlardı… Tanrının eğri büğrü, iş olsun diye yarattığı kulunu tornadan çıkmış gibi kusursuz biçimde yeniden yaratmışlardı. Dam duvarına yapıştırılmış hayvan tersi gibi eğri büğrü yüzünden heykeli dikilecek kadar yakışıklı bir erkek yüzü, Pazar artığı patlıcanın tesadüfen kaşlarından aşağı ağzına doğru uzanan burnundan estetik şaheseri bir burun, salyangoz ağzı gibi belli belirsiz açılıp kapanan ağzından divan şairlerinin bile tasavvur edemediği kıpır kıpır dudakların çevrelediği bir ağız,  hamam böceklerinin ışığı gördüğünde kaçtıkları duvarların oyuk çukurlarına benzeyen yamuk duvar yaralarından iki şehla göz yaratmışlardı. Dahası, şu sırtındaki kambur… Yıllardır herkesin iğrenerek baktığı, alay ettiği, küçümsediği, otururken, kalkarken bir türlü kendine hareket olanağı vermeyen sırtındaki şu kambur… Hülasa yeniden yaratmışlardı.   Merdivenleri ikişer üçer basamak çıkarken zıpkın gibi fırlıyordu. Tereddütlüydü, doktor aynı maharetini gösterip şu ruhuna yapışan kambur illetinden  de kendini kurtarır mıydı, yoksa yüzüne şöyle bir bakıp “ senin derdin çaresiz” der gibi acıyan bakışlarla mı bakardı yüzüne. Kendisi doktor olsa, hiç duraksamadan ve hiç çekinmeksizin bir çırpıda “ siktir git, aşağılık yaratık “ der, kıçına da iki tekme yerleştirirdi.   Muayenehanenin kapısına geldiğinde karabasanların hücumu artıyor,  kendini aşağılıyor,  bir toz zerresi kadar küçülmüş, bir tahtakurusu kadar da iğrenç buluyordu kendini.  Parmağını birkaç kez zile uzattıysa da vazgeçti. Sokağın yolunu tuttu, hızlı hızlı yürüdü.  İçi içine sığmıyordu, bu dertle yaşayamazdı, elini yüzüne alıp muayenehanenin ziline basıp doktordan derdine derman isteyecekti. Derdinin dermansız olduğunu kendi de biliyordu.   

Eski mahallesine gitmeliydi. Tövbe valla, hiç kimse tanıyamazdı “mahallenin kamburunu”. Nereden bileceklerdi o itilen, kakılan, alay edilen kamburun kendisi olduğunu. Selvi dalı gibi dimdik, filinta gibi bir adamdı. Şoförünü çağırdı “ çek” dedi.  

Karakolun önünden geçerek kahvenin bulunduğu caddeye yöneldiler. Kahve, caddenin bir arka sokağındaydı. Kaldırım taşlarıyla döşeli dik yokuştan mahalleye çıkılırdı ama o kamburunun ağırlığından dolayı dik yokuşu çıkarken ecel terleri dökerdi.   

Tek katlı, eğreti bir ahşap kapıdan girilen, basık tavanlı, kırmızı kiremitli kahvenin yerinde devasa bir apartman yükselmişti. Apartmanın tepesine bakarken sanki boynunun kopacağını hissetti. Upuzun bir şeydi. Dik yokuşu tırmandı, ara sokaklara girip çıktı… Kendisini tanıyan olmazdı elbette ama onun tanıdığı birileri mutlaka çıkmalıydı, onlara kendisini soracaktı, hani diyecekti “ bu mahallede bir kambur vardı, ne oldu, öldü mü, yaşıyor mu?”   

Yeni yetmeler “duyduk ama tanımıyoruz” diyeceklerdi, eskiler de “ haaa diyeceklerdi, “o orospu çocuğu mu, o aşağılık namussuz herifi mi soruyorsun, götü varsa gelsin hele, anasını sikeriz onun” diyeceklerdi. Bir an, kendisi   kendini tanıyan mahalleli oluverdi, o da mahallelinin eskilerinin sözünü tekrarladı “ orospu çocuğu, hele bir gelsin anasını sikeriz onun”…  

 

Ağzındaki bakır çalığı tükürüğünü yere tükürdü, okka gibi tükürüğü, nalçalı topuklarıyla üzerinde döne döne ezdi, asfalta yapıştırdı. Kendini tanıyan çıkmayacağından emin olmasına karşın korktu, geriye çekilip ezdiği tükürüğe baktı. Ürperdi. Tanıyanlar çıkarsa kendini de böyle üzerinde döne döne ezerler miydi?. Yolda karşılaştığı çocuğa buralarda bir kahvehane olup olmadığını sordu, çocuk yetişkin adam tavrıyla parmağıyla işaret ettiği yönde bir kahvehane olduğunu söyledi.  

Eski kahvenin ilerisinde devasa apartman bloklarının altında genişçe bir alandı kahvehane. Kahveyi buldu, içeri girmedi. Çay getiren orta yaşlı garsonu tanımıştı,  arkadaşlarının “pis bıyık” dediği kişiydi.  İki dal sigarasının birini yakıp kambura ikram eden pis bıyıktı… Pis bıyık, kamburun arkasından baktığını hissedince geri döner, göz işaretiyle “ hayrola” der gibi ihtiyacını sorduğunda yandaki derme çatma lokantadan getirttiği çorbayı rahatça içsin diye kahvenin en tenha yerindeki masada oturanları kaldırır, kambura tahsis ederdi. Bilirlerdi pis bıyığın kamburu koruyup kolladığını… Kambur bilmez miydi pis bıyığın ne yaman, ne gözü kara birisi olduğunu. Pis bıyığın kahveye gelen birisiyle kucaklaştığını gördü. Yeni gelene pis bıyık bir sandalye çekti, aceleyle iki çay kapıp getirdi. Bir şeyler konuştular, ne konuştuklarını duymadı. Yalnızca el kol işaretiyle birbirlerine bir şeyler söylediler. Yeni gelenin pantolonu, gömleği harç, çimento ve yağlı boya lekeleriyle kaplıydı. Muhtemelen inşaat işçisi ya da boya badanacılık yapıyordu.  Tanımıştı, “Uzun” du yeni gelen. Uzunun saçları önden kısmen dökülmüş, yer yer beyazlamıştı. “Uzun”un birden kendini tanıyacağını düşünerek ürperdi, “Uzun”un affı olmazdı… Maazallah…  

O gün mahallenin semt pazarıydı. Pazar kalabalığının içine girdi. Pazar akşama doğru ucuzlardı. Mahalleli yoksuldu, alışverişini ya akşam ucuzluğunda yaparlardı ya da alışveriş imkânı olmayanlar pazar artıklarını toplamak için günün kararmasını beklerlerdi. Kambur, gece pazarının müdavimiydi. Pazar artıklarını torbasına doldurur, kambur sırtına yükler, evin yolunu tutardı. İkindiüstü pazarın dağılma, tezgâhların toplanma vaktiydi. İkindiüstü pazarın kalabalığına karıştı. İtiş kakış ilerlemeye çalışırken bir sesin “önüne bak be kardeşim” dediğini duydu, sesi hemen tanımıştı, isteği dışında o tarafa dönüp bakacağından ödü patladı. Hemen yön değiştirip ileride kendini duldalayacak kalabalıkların arasından sesin geldiği yönü gözetlemeye başladı.  Kamyonete yüklemeye çalıştığı tezgâhın ağırlığından terin suyun içinde kalan “Sarı” nın ta kendisiydi. Eskiden “Sarı”nın babası da pazarcıydı. Sarı, boş bulduğu zamanlarda pazarlarda babasına yardım ederdi. Gerçi Sarının da babasına yardım etmek için pek boş zamanının olduğu söylenemezdi ya…  

Kambura en çok harçlık veren, sırtına yazın gömlek, kışın kazak, ayakkabı alan da “Sarı”ydı. Sarı, babasından aldığı harçlıkları arkadaşlarıyla paylaşır, kamburu özellikle gözetirdi.   

Hazreti Musa’nın Firavuna okuduğu lanetlerden bin beterini kendine okuyarak, kendini lanetleyerek, hor görerek, küçük görerek kendini pazarın dışına attı. Nasıl olsa kahvede kendini tanıyan çıkmazdı, doğru kahveye kırdı.   

Issız bir köşeye bir sandalye çekip oturdu. Masanın üstündeki peçeteyle terden sırılsıklam olmuş alnını, yüzünü sildi. Nefesinin daraldığını hissetti… Kendini, sırtında kamburuyla basık çatılı, bakımsız, özellikle kışları içerisinin sigara dumanından porsuk boğması olan o eski kahvede buldu. Gözleri Pis bıyığı, Sarıyı, Uzun’u aradı, görünürlerde kimsecikler yoktu.  Sırtında kamburuyla, kendisinin pek de adam yerine konularak “bir sandalye çek” otur denilmeyeceğini bile bile masalara yaklaştığı, kiminin gözünün altından, kiminin açıkça “siktir git ulan amına koyduğumun kamburu” dediği günlerdeydi.  “O çocuklardan” birisinin gelmesi için gözünü yola diker sabır taşı kesilirdi. O çocuklar dedimse kendisi onlardan birkaç yaş daha büyük olduğu içindi. Kamburun tek sahip çıkanı, onu adam yerine koyanlar bu çocuklardı. Mahalle, namlı bir gayri meşrular yatağıydı. Büyüğünün küçüğünün işi mesleği gayri meşruluktu. Kadını erkeği, çoluğu çocuğu bu alanda ihtisas yapmış uzmanlardı. Ne yapsınlar, geçim nafakalarını bu yollardan sağlıyorlardı. Gayri meşruluğun eylem alanı Uyuşturucudan kumara, gasptan cinayete uzanan, çevre mahalleleri de içine alan geniş bir alandı. Bu pazarda yok yoktu. Gerçi kamburun bedeni el verse âlim Allah gayrimeşruluğun destanını yazar, hepsinin tozunu silkerdi ama ne çare kendini zor taşıyordu.   

Para, bir kamburda yoktu. Kahvenin, hatta mahallenin tamamı gayrimeşruydu ve paraları vardı. Sarı, Uzun, Pis bıyıkta da para vardı, onlar da gayrimeşruydu.   

“Sarı”nın kambura çorba ısmarlayıp cebine harçlık koyduğu bir gün kambur Sarı”ya“ Sizin arkadaşlarınız da gayri meşru ama siz onlara benzemiyorsunuz” demiş, Sarı, dünyanın en güzel, en sevecen gülüşüyle “biz gayrimeşru değiliz, devrimciyiz” demişti. Demişti de yüzündeki endişeyi, tedirginliği de gizleyememişti.   

Bırakın yazın ısıtan yüzünü, bu ülkeye hiç olmazsa serinlik katacak bir bahar da gelmemişti. Genellikle on bir ay kıştı. Eh, bazen güneşin yüzünü göstermesiyle hemen kaçıp gitmesi bir olurdu ama bu mevsim ne bahar aylarıydı, ne de yaz. Sonbahardı…  

Bulutların, yırtıcı kanatlarını leşçi akbabalar gibi gererek çocukların üstüne üstüne geldiği günlerdi. Kambur bu arayışın sonucu olarak seçilmişti. Cepteki sigara paketindeki sigara taneleri bile arama taramalarda tek tek sayılır, herkes bir bahaneyle alınıp götürülür , en iyi olasılıkla filanca cezaevinde olduğu haberi alınırdı. Teslim olmak akıllarının ucundan bile geçmezdi ama göz göre göre de yırtıcı akbabalara yem olmak da neyin nesiydi. Elbette önlemlerini alacaklardı. Kambur bu arayışın sonucu olarak seçilmişti.  Kimse ondan kuşkulanmazdı. Onun oraya, bunun buraya taşınmasında, şunun getirilip bunun götürülmesinde biçilmiş kaftandı. Arkadaşları, kamburla ilişkileri daha senli benli olan Sarıya verdiler bu görevi. Sarı konuştu Kamburla. Bir tek şartları vardı. Sadece verilen işleri yapacak, hiçbir şekilde soru sormayacak,  hiç kimseye hiçbir söylemeyecekti. “Bilmece gibi bir şey” diye geçirdi içinden kambur.   

Verilen görevlerde epey dikkatli davranıyor, denilenlerin dışına çıkmıyordu. Gerçi yaptığı işi kendisinin dışında başkası yapsa eline yüzüne bulaştırırdı, kendisi hem pratik hem de çok dikkatliydi. Zamanla neler getirip götürdüğünü anlar gibi oluyordu ama pek de emin değildi. Onu ilgilendiren bahşişin bolluğuydu. Şu birkaç ay içinde eline geçen para kendini Karun gibi zengin etmişti. Böyle bol kazançlı bir iş başka nerede bulunabilirdi ki… Ona söylenen yere gidiyor, eline teslim edilen paketi verilen adrese teslim ediyordu. Şimdiye değin hiçbir arama engeliyle de karşılaşmamıştı. Gerçi aramalarda sıraya o da giriyor ama polisler kambura diplomatik pasaport sahibi büyükelçi muamelesi yapıyor “geç” diyorlardı.   

O gün şafak vakti mahallenin bütün sokaklarını panzerler tutmuştu. Polisler her girdikleri evi hallaç pamuğu gibi atıyorlar, önüne gelen yaşlı, genç, kadın erkek, çoluk çocuğu sürükleyerek arabalara bindiriyorlardı. İstisnası, çok yaşlılar ve  çocuklardı.   

Kamburun evine de geldiler. Yaşlı anasıyla kamburu buldular, çıkıp gittiler.  

Devam eden günlerde mahallenin kahve ya da duvar dibi haber ajansları, kahveye her gün alınan gazetenin sekiz sütunda manşetten verdiği haberde “sol bir örgütün çökertildiği, bütün militanlarının yakalandığı” haberleri yer alıyordu.   

Akşam TV haberlerinde Sarının, Pis bıyığın, Uzunun bitkin düşmüş halde fotoğraflarını gördü. Ne zaman çıkarlardı Allah bilirdi. Ne şanstı be, altın yumurtlayan tavukları kesilmişti. Sarı, Uzun, Pis bıyık kamburun altın yumurtlayan tavuklarıydı. Tavuklara değilse bile altınlara üzüldü.   

Malzeme ve para işiyle uğraşan Sarı, evlerine bitişik komşunun gecekondusunun kömürlüğüne girip, oradan paraları desteleyip kendine kocaman bir koli olarak teslim ediyordu.  Kömürlük Sarı’nın komşusunun gecekondusunun kömürlüğüydü, bu evden kimse alınmamıştır. Zaten evde koca bir karıdan başka oturan da yoktu, koca karının neyini arayacaklardı. Kamburunu yokladı. Kömürlük dedi, tekrar kamburunu yokladı. Aradan epeyce zaman geçmişti. Arama taramalar bitmiş, mahalleli kalanlarıyla hayatlarına kaldığı yerden devam ediyordu.  

Gecenin inmesini bekledi. Kamburunu çeke çeke kömürlüğe gitti. Etrafını kolaçan ederek kömürlüğün telle bağlı kapısını açtı. İçerisi nem ve rutubet kokuyordu. El fenerini kömürlüğün önüne arkasına, köşelerine tuttu. Görünürde bir şeyler yoktu. Odun aralarına bakmak için bir iki kütük parçasını çekiştirdi. Neredeyse altında kalacaktı, istif edilmiş odun demeti yıkıldı. Bir iki parçayı daha çekip sağına soluna göz attı. İki odun arasına sıkışmış pazen ipe benzer bir bez parçası aşağı doğru sarkmıştı. Önemsemedi.  Odunların istif edilirken koca karının fistanından kopardığını düşündü. Dışarı çıkmak üzereydi ki bez parçasını tekrar çekiştirdi. Bez parçası bir türlü eline gelmiyordu. İnatla, ısrarla bütün odun parçalarını tek tek alıp bir tarafa yığdı. Beyaz torbanın uçları görünüyordu. Heyecandan bayılabilirdi, hayatını kurtaracak hazinenin ipi elindeydi. Daha hızlı çalışmaya başladı, kollarının feri tükenmişti, eline birkaç parça odun kıymığı batmış, kanatmıştı. İçim kanıyor dedi, hıh odun kıymığıymış… Sen de…  

Beyaz un çuvalı torbası artık elindeydi. Ağzı sıkı sıkı düğümlenmişti. Parmaklarıyla düğümü açamadı, yanında bıçak aradı, bıçak almamıştı üstüne. Dişlerine verdi çuvalın ağzının bağlayan ipin kesilme işini. Isırdı, çekiştirdi, sövdü… İlmik çözüldü. Elini un çuvalına daldırır gibi daldırdı torbaya. Bir tomar kâğıt parçası… Heyecanla, soluk soluğaydı, eline gelen ilk deste Karun’un hazinesinin yalnızca küçücük bir parçasıydı. Çuvalı silkip desteyi saymak geçtiyse de içinden, olur ya biri görürdü. Hazineyi almak için kamburu kör testereyle keserlerdi. Kimsede arayıp sormazdı. Zaten adam yerine bile konulmuyordu, kim ne yapsındı kendini… Desteyi torbaya koyup ağzını aynı iple sıkı sıkıya bağladı.   

Paraydı bu, her şeyin ve herkesin üstünde.  Açmadığı kapı, satın alamadığı şey, bulamadığı çare var mıydı? Her şeyin çaresi değil miydi?. Kamburun, yamulmuş suratının, çipil çipil gözlerinin, çürük patlıcan görünümlü burnunun, sümüklü böcek görünümlü ağzının çaresi para değil miydi?.  

Doktorun zilini çalıp muayenehaneden içeri girdiğinde doktorun sekreteri kız kamburun görüntüsünden neredeyse çığlık atacaktı… Ama o artık zengindi ve kimse ona öte git diyemezdi. Doktora “beni baştan yarat, parayı düşünme“ dedi. Doktor kamburu aşağıdan yukarı süzerken içinden “sen parayı düşünme” diye tekrarladı, memnun memnun gülümsedi.   

Doktor gerçekten kamburu yeniden yaratmıştı. Öncelikle kamburunu…Kambur, eliyle kamburunu yokladı. O, biçimsiz şey doktorun usta elleriyle bir daha gelmemek üzere çıkıp gitmişti. Bir dizi ameliyat ve iyileşmenin sonunda doktor büyükçe bir ayna getirdi. Bu ben miyim dedi, o kambur adam mı bu?. Kendisi kendisini bile tanıyamamıştı. Kambur başka birisiydi, aynada görünen adam başka birisi.   

Kambur, cömertliği ile doktoru şaşkına çevirmişti. Doktor memnundu müşterisinden, Allah her doktora böyle müşteriler versindi.   

Bu boy, bu pos, bu yakışıklılıkla o mahalleye yakışmazdı. Her karşılaştığında dilini çıkaran pasaklı Aysel bir de şimdi görsündü kendini…  

Bu mahalleden, bu şehirden, bu ülkeden gidecekti. Daha çok parası vardı, yatırımlar yapar, parayı işletir, parayla para kazanırdı. Öyle yaptı. Şatafatlar ülkesine gitti. Paraya para kazandırdı… Banka, borsa inşaat…Gecelik ve günlük metresleri onu övgüleriyle göklere çıkarıyordu. Lüks villasında her gün vur patlasın çal oynasın gününü gün ediyordu.  Lüks eğlence mekânlarının, kumarhanelerin, barların pavyonların en tanınmış simasıydı.   

Mahalleyi ziyaretinden sonra yaşadığı şatafatlar ülkesine döndü. Villasında görkemli bir parti düzenledi. Yaşadığı çevrenin önde gelenlerinin tümünü davet etti.   Uyuşturucu Baronları, çete başları, beyaz kadın tacirleri, bankacıları, borsacıları ve aklına gelen gelmeyen herkes davetliydi. Salona girdiğinde göz ucuyla şuh kadınların kendisine yakın olmak için rekabetlerini izledi. Dans, müzik ve alkol başlamamıştı daha… Uzunca bir masanın üstüne çıktı. Gelenleri selamladı… Lütfederseniz dedi size, beni hiç tanımadığınız yönlerimden söz edeceğim… Sadece kendimden… Kimseyi kırıp darıltmayacağım.   

“Ben” diye başladığı konuşmasında gerçekten kendinden söz etti… Kamburluğundan, ülkesinde yaşadığı yoksul, itilip kakılan, horlanan yaşamından…. Sırtındaki kamburdan çok acı çektiğini, ağzının, gözünün, burnunun çarpıklığından, bunları nasıl düzelttirip böyle kadınların arkasından koştuğu birisi olduğundan, servetinin kaynağından söz etti… Salondakiler ağzı açık ayran budalası gibi dinliyorlardı kamburu.   

İşte böyle dostlarım dedi… Şimdi herkes benim dalkavuğum… Tabi param için. Kadınlar lüks arabalarım, param ve yakışıklılığım nedeniyle benimle bir gece yatmak için çevremde fır dönüyorlar.   

Ülkemden yeni döndüm. Kamburumu düzelten doktorun muayenehanesine gittim. Teşekkür edip, “doktor diyecektim, sırtımdaki kamburu kazıdın, kambur birisinden estetik harikası bir insanı, beni yarattın. Şimdi aynı kambur ruhuma yapıştı doktor, çok acı çekiyorum, her ne istiyorsan al, ruhumdaki kamburumu kazı, kurtar beni bu dertten. İstersen beni eski kambur yap, yoksul, itilen kakılan, korkunç görünümlü kambur” …Gel gör ki zilini çalmaya cesaret edemedim. Şimdi aranıza yeniden döndüm.   

Sizleri tanıyınca benim gibi ruhlarını emeksiz para kirlerinin oluşturduğu tepe gibi kamburuyla yaşayanların hiç de az olmadığını gördüm. Bizler ruh ikizleriyiz, bakmayın adlarımızın, renklerimizin, dillerimizin farklı olduğuna… Hepimiz birbirimize benziyoruz.  Kirli ve aşağılık… Hepimiz, herkes, burada bulunan ya da bulunamayan ruh ikizlerimizin hepsi… Ruhlarını şeytana satmış yeryüzü elitleriyiz.  

Saygı değer baylar bayanlar, hepiniz düzgün giyimli, düzgün görünümlü insanlarsınız. İçimizdeki kamburu kendimizden başka gören birisinin olması ne şans…  

Kadehini kaldırırken “ruhumuzdaki kirli kamburlara” dedi.   

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Yorumlar kapatıldı.