Devrimci Sınıf Hareketinin Güncel Sorunları
Bölüm-1
Türkiye devrimci hareketinin bugün içinde bulunduğu durum kuşkusuz dünya devrimci sınıf hareketinin içinde bulunduğu durumun bir özeti, bir yansımasıdır. Genel görünüm, yaşam alanları elinden alınmış, çaresiz, dahası sindirilmiş ve ürkütülmüş devasa bir kütlenin, muazzam yığınların burjuvaziye teslim olmuşluğudur. Sınıf hareketinin sorunlarına samimiyetle çözüm arayışında olanların karşı çıkacakları bir tespitten söz etmiyoruz, tersine sorunu doğru ortaya koymadan doğru çözüme ulaşılamayacağından söz ediyoruz. Sorunu atlayarak, ayakları yere basmayan, tek dertleri bu boşluktan yararlanarak sınıf hareketi arenasında sirk cambazlığı yaparak kendilerini “fark ettirmek” olan “ucuz şöhretlere” elbette sözümüz olmayacak. Seslendiğimiz hedef kitle, sınıf mücadelesinin sorunlarını ciddiye alan, dert edinen ve çözüm uğraşısında olan kişilerdir, gruplar ve örgütlerdir.
Bu günün anlaşılabilmesi kuşkusuz dünün çözümlenmesinden geçecektir. Elbette bugünün sınıf hareketinin sorunlarının, dünün sınıf hareketi sorunlarının bir kopyası, değişmezi olduğunu ileri sürüp hazır reçetelere de sığınmak gibi bir kolaycılığa kaçmayacağız. Ancak, dünün sınıf hareketinde ortaya çıkan sorunların birbirini etkileyen, birinin sebebi diğerinin sonucu olan üç ana cephede ortaya çıktığını ve bu günün sınıf hareketi sorunlarının da bu üç ana cephede cereyan ettiğini ve irdeleme ve çözüm önerilerimizin de bu üç ana cephede düğümleneceğini belirtmeliyiz. Tıkanmanın ve çaresiz kalmanın bu üç ana unsurun yeterince kavranamayışında, ideoloji ve örgütlenme ile devrimci sınıf partisinin program sorunlarındaki zafiyetin aşılamamasından olduğunu belirtmeliyiz. Soruna buradan yaklaşılmalı ve eksiklikler ve zafiyetler bu üç noktada ele alınmalıdır.
Devrimci sınıfın saflarında “ideolojik bulanıklık” yaratma girişim ve eylemi, işçi sınıfının mücadelesinin daha çok ekonomik içerikli olduğu, iş gününün kısaltılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi günlük taleplerle sınırlı “kendiliğinden sınıf olmanın” siyasal eylemsizliğini aşarak “kendisi için sınıf” olma bilincine eriştiği ve mücadele programını “politik iktidarın ele” geçirilmesi olarak belirlediği ve mücadelenin gereklerine cevap verme yetkinliğinde örgütlenmeye başladığı aşamada ortaya çıkacaktır. İleride konu etraflıca incelenecektir. Ancak dönemin özelliğinin vurgulanması bakımından, Marks ve Engels sınıf partisinin ideoloji ve programının “sınıfsız toplumu gerçekleştirme yetkinliğine sahip” olmasının zorunluluğu konusunda daha 1850 yıllarında, yani sınıf çelişkilerinin Kapitalizmin henüz tekelci aşamaya ulaşmadığı, sınıf çelişkilerinin emperyalist/kapitalizm dönemine göre nispeten daha uzlaşmazlık kazanmadığı bu dönemde uyarılarını yapmışlar, konunun hassasiyeti bakımından kendileri bizzat programın hazırlayıcıları olmuşlardır. Yine aynı dönemde sınıfsız topluma geçişin burjuvaziyle uyum içinde hareket ederek, verili mücadele yöntemleriyle gerçekleşemeyeceğini, reformizmin kapitalizmin egemenliğini pekiştireceğini, “örgütlü bir güç olarak” işçi sınıfı örgütünün/partisinin kapitalizmin bütün kurum ve kuruluşlarının parçalanmasının bir zorunluluk olduğunu ve ancak eski sınıfların direncinin bu yolla kırılacağını ve başka türlü sınıfsız topluma geçişin koşullarının düşünülemeyeceğini ısrarla vurgulamışlardır. Gotha ve Erfurt programında konu detaylarıyla incelenmiş, uyarılar ısrarla arka arkaya gelmiştir. Almanya’da Lasalcılarla, İngiltere’de Fabianlarla girişilen ideolojik ve teorik tartışmanın ana çizgileri sınıfsız topluma geçişte ideoloji-örgüt ve program çerçevesindedir. Marks ve Engelsin, 1848 Fransız-Avusturya savaşının soncunu yaşadıktan sonra bu uyarılarında daha bir ısrarcı olduğu bilinmektedir. Bilindiği gibi 1848 yılında Fransız ve Avusturya Burjuvaları bir toprak anlaşmazlığı nedeniyle birbirlerine savaş ilan etmişlerdir. Savaşın ortasında Fransız ve Avusturya İşçilerinin isyan girişimi sonucu, her iki ülke burjuvaları kendi aralarındaki savaşa bu nedenle son vererek, kendi ülkelerindeki isyancı işçilerin mücadelesini kanla bastırmışlardır. Bu olay burjuvazinin iktidara tutunmak için her karşı devrimci zoru hiçbir ahlaki kural tanımadan kullanacağını daha o zaman göstermeye yetmiştir. Yani Burjuvazinin iktidarını gerici zorun bütün araç ve gereçlerini kullanarak sürdürme kararlılığını görebilmek için ne Komün deneyimini, ne de Paylaşım savaşlarının yıkıcı sonucunu beklemek gerekecektir. Tarih sahnesine çıktığı andan itibaren burjuvazi iktidarının devamı için bütün yeryüzünü ateşe vermeye, kana bulamaya hazır olduğunu binlerce kez insanlığa yaşattığı acı deneyimlerle göstermiştir. Burjuvaziyle uzlaşma eğilimi içindeki reformist partilere karşı Marks ve Engelsin tavizsizliğini burada aramak yanlış olmayacaktır. Konuyu elbette Marks ve Engelsin uyarılarını pratiğe taşıyan Leninin bu konulardaki hassasiyetiyle ve çözümlemeleriyle sürdüreceğiz. Ancak Kapitalizmin daha bu aşamasında konuyu Marks ve Engelsin açıklıkla ortaya sermesini anlamlı bulmamızın nedeni, bu dönemde işçi sınıfı burjuvaziye karşı henüz iktidarı elde etme, ele geçirme gelişmişlik ve yeterlik düzeyine sahip olmadığı gibi, burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması için de henüz “devrim için şartlar” uygun değildir. Tersine burjuvazi bu dönemde feodal sınıfların kalıntılarını temizlerken devrimci dönemini de tüketmiş değildir. Burada altını çizmeye çalıştığımız şey Burjuvazinin iktidarını, gerici zora karşı örgütlenip ileri sürülebilecek, burjuva devlet mekanizmasını alaşağı edebilecek yetenekte bir “yaratıcı zor” un kaçınılmazlığıdır. Bu dönemde elbette işçi sınıfı iktidara talip olma yeterliliğinden elbette uzaktır ve bunu burjuvazi de bilmektedir. Ancak, özellikle sanayi devrimiyle birlikte artık burjuvazinin karşısında örgütlü bir güçtür ve burjuvazinin sömürüsüne karşı mücadele içindedir. Burjuvazinin bu dönemde işçi sınıfı üzerinde uyguladığı zor, iktidarını korumaya yönelik bir zor değildir, işçi sınıfının ekonomik demokratik taleplerini bastırmaya yönelik bir zordur. Marks ve Engelsin iktidarın ele geçirilmesinde devrimci zorun, ele geçirilen iktidarın korunmasında ve sınıfsız topluma geçilmesinde de devrimci zorun somutlaşmış biçimi olan “Proleterya Diktatörlüğünün” kaçınılmazlığında ısrar etmelerinin nedeni budur. Marks ve Engelsin Paris Komününe kadar Proleterya Diktatörlüğünü “Örgütlenmiş bir sınıf olarak Proleterya” tanımlaması nasıl yorumlanırsa yorumlansın, Sosyalizmin sorunlarına ilişkin tartışmaların yer aldığı yazı, mektup ve metinlerin bütünselliğinden çıkan sonuç “Örgütlenmiş sınıf olarak Proleterya” tanımlanmasının içeriği, daha sonra Paris Komünüyle deneyimiyle birlikte bu kavramın açıkça ifade edilir olması bir tesadüf ya da sonradan yapılmış bir “ekleme” olmayıp, Komün deneyiminden alınan derslerin de katkısıyla bu kavram artık açıkça ifade edilecektir. İrdelenecek konu sınıf mücadelesi ise, elbette sınıf mücadelesinin ileriye taşınmasının yol göstericilerinin, mücadelenin farklı dönemlerinde ve özgül koşullardaki farklı değerlendirmeleri rehberimiz olacaktır. Konuya Marks ve Engels ile başlamamızın ve yazının devamında görüşlerine başvuracak olmamızın nedeni, sınıfın iktidar mücadelesinde zafiyete düşürülmesi, daha bu dönemde planlı ve programlı bir saldırıya dönüşmüş, bunlara gerekli cevaplar bu dönemin mücadele önderleri tarafından verilmiş ve sınıf bu zafiyetlere karşı uyarılmış olmasıdır. Ancak, Marks ve Engels’ten bu yana geçen yüz elli yıllık bir zaman içinde mücadelenin yol ve yöntemlerinin saptırılması için burjuvazi -tarihten aldığı dersleri de iyi okuyarak- çabasını eksiltmek şöyle dursun, saldırılarını artırarak devam etmiştir. Marks ve Engels döneminde sosyalizme saldırılar genellikle burjuvazinin cephesinden gelirken, bu gün saldırdılar daha çok ve yoğun olarak sosyalist hareketin içinden ve “sol” görünümlü burjuvazinin paralı askerlerinden gelmektedir. O günkü saldırı ve pasifikasyonlarla bu günkü saldırı ve pasifikasyonların yöneldiği amaçta ise zerrece farklılık aramak, iyi niyet aramak saf dilliktir. Burjuvazi aldığı derslerle sosyalizmin ideolojisine, sınıfın partisine ve partinin sosyalizmi gerçekleştirmeye yönelik programına sistemli ve sinsi saldırılarını daha geniş araç ve gereçlerle ve daha geniş kitlelere ulaşarak sürdürmektedir. Bu mücadelenin şimdilik görünen en somut yanıdır. Bu gün sol içindeki ayrılıktan söz ederken de önce gerçekten sol içine yuvalanmış karşı devrim odaklarının “ sol “ olup olmadığının ölçütü bu üç kriterdir: İdeoloji, örgüt/parti ve program. Ayrışmada bu üç can alıcı sorunun turnusol görevi göreceğine inanıyoruz. Öyleyse nereden başlamalı: Bir kenara itilen ve unutturulmaya çalışılan Marksizm, Partinin inşası ve Program…
Bölüm-2
İktidardaki AKP hükümeti 12 Eylül Anayasasının Anti-Demokratik hükümlerini kaldırarak-sanki 12 Eylül anayasasının demokratik hükümleri de varmış gibi- daha çağdaş bir anayasa yapacağı demagojisi ile değiştirmeyi düşündüğü hükümleri 12 Eylül 2010 yılında Referanduma sundu ve yüzde elli sekiz bir çoğunlukla kitle desteği sağladı. Sorgulanması gereken paradoks devrimciler açısından ideolojik, emekçi sınıf açısından zihinsel bulanıklığın nedenleri ve bir kez daha “ ne yapmalı?”nın gereği üzerine düşünülmesidir. AKP’nin değiştirmeyi vaat ettiği 12 Eylül Anayasasına uzanan sürecin irdelenmesi, karşı-devrimci, gerici saptırmanın boyutlarının ve derinliğinin anlaşılması açısından kaçınılmazdır.
Bilindiği gibi 12 Eylül Anayasası, faşist darbenin toplumsal yaşamı ekonomik, politik, siyasal, kültürel ve diğer yönlerden uzun vadeli düzenleme belgesidir ve anlaşılacağı üzere bir dayatmadır. Bu dayatmanın perde arkasını görmeden, anlamadan 12 Eylülün sorumluluğunu darbeyi gerçekleştiren birkaç generale ve şürekâsına yüklemek ve referandumun sonuçlarının açıklanmasıyla “mal bulmuş mağribi” ertesi sabah generaller aleyhine suç duyurusunda bulunmak için savcılıklara koşmak ve böylelikle “ertelenemez önemdeki devrimci sorumluluğunu yerine getirdiğini ilan etmek” saflık ya da salaklık değilse, bir ikiyüzlülük ve riyakârlık belgesidir. 12 Eylül Anayasasına karşı çıkmak, ülkeyi 12 Eylüle getiren nedenlere karşı çıkmaktır ve bu görev kendisi bizzat 12 Eylülün ürünü olan Egemen güçlerin ve bu güçlerin gölgesinde lafazanlık yapanların değil, kendisi bizzat 12 Eylül Faşizminin ürünü olan AKP nin, 12 Eylül darbesine, faşist darbecilere, işkence ve işkencecilere dün methiye düzüp bugün “mış” gibi yapanların değil, bütün emekçi kesimlerin, işçi sınıfının ve devrimcilerindir. 12 Eylül faşist darbesinin perde arkası, gerçek amacı nedir? Teorik açılımlarla, istatistiksel verilerle okuyucuyu boğmak niyetinde değiliz.
Bilinen gerçek şu: Anti-Emperyalist Kemalist bağımsızlıkçı çizginin Mustafa Kemalin ölümüyle birlikte terk edilmesi sonucu, bağımsızlıkçı çizgi yerini emperyalistlerle bağımlılık ilişkilerini bırakmış, ikili anlaşmalarla bağımsızlık emperyalizme bağımlılığa dönüşmüştür. Bunun siyasal arenaya taşınması İnönü döneminde “Demokrasiye geçiş” adı altında dönemin gerici güçlerinin siyasal örgütlenmesi Demokrat Partinin seçimlere sokulması sonucu ezici çoğunlukla iktidara gelmesiyle somutlaşmıştır. Emperyalistler-DP Parti ittifakı, emperyalistlerin Kemalist Anadolu ihtilali ile kaybettiklerini geri almaya, toplumsal süreci gericileştirmeye ve giderek sömürü ilişkilerinin derinleştirilmesinin ve ülkenin yeniden sömürge haline getirilmesinin adıdır. Toplumsal ilişkilerin emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi bir süreci kapsar ve DP iktidarı bu sürecin ilk kilometre taşıdır. Bu günkü “Pentagon sekreterlerinin DP yi yere göğe sığdıramamasının, onu “Menderes-Özal-Tayyip” üçlemesi yaparak “Demokrasi ilahı” olarak göstermelerinin ardında yatan gerçek amaç da budur. Emperyalizmin ülkeye burnunu soktuğu bu süreci, giderek ülkeye yerleştiği, toplumsal ilişkilerin belirleyicisi konuma geldiği süreçler izleyecektir. Elbette bu süreç içinde, yerli Egemen güçlerle emperyalistler arasındaki işbirliği, bir ittifaktır ve her ittifak görünürde de olsa iki tarafın ortak iradesini gerektirir. Ancak, yerli egemen güçlerle emperyalistlerin ittifak halinde ülkeyi sömürmesi, giderek emperyalistlerin, yerli işbirlikçilerinin bile iradesini ortadan kaldırarak, ülkede doğrudan iradesini yansıtan, “ söyleyen ve yaptıran” sekretaryalar oluşturmasıyla devam etmektedir. Ülke yönetim bazında örümcek ağlarıyla donatılır. Kitlelerin bilinçleri emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda yeniden oluşturulup biçimlendirilir. İlkel ve gerici duygular pompalanıp körüklenir. Bunun için kitle iletişim araçları, “politik uyuşturucu” araçları olarak birbirleriyle yarıştırılır. Yazılı ve görsel basın emperyalizmin çıkarlarına uygun biçimde dizayn edilir. Yani karşı devrimin bütün propaganda ve pasifikasyon araçları, olanakları kitlelerin siyasal iktidara yedeklenmesi için “kara propaganda araçları” olarak kullanılır. Emperyalizmin bu “siyasal körleştirme yöntemi” bütün geri bıraktırılmış ülkeler için, uzman ve profesyonel kurum ve kuruluşlarca Orta doğuda, Latin Amerika’da, Orta ve uzak Asyada kullandığı “ Kara propaganda” araçları olarak kullanılagelmiştir. Latin Amerikanın Anti Emperyalist yönetimlerine karşı Faşist Diktatörlüklerin, Orta Doğuda Antiemperyalist Baas yönetimlerine karşı Krallıkların- Sultanlıkların yönetime getirilmesi aynı yöntemlerin ürünüdür ve başarılı da olmuştur. Keza Asya’da Diktatörlüklerin inşası da aynı yöntemle gerçekleştirilmiştir.
Türkiye’de DP iktidarı ile emperyalizm ülkeye burnunu sokmuştur ancak emperyalizm için bu yeterli değildir. Giderek ülkeye yerleşmesini sağlayacak iktidarları oluşturabilecek ilk adım atılmıştır. Gerisi malumdur. Askeri darbeler birbirini izleyecektir. 27 Mayıs Siyasal bir paradokstur. Bir yandan Egemen Feodalitenin iktidardaki gücü sınırlandırılmaya çalışılırken, diğer yandan Kapitalist Burjuvazinin iktidardaki gücü artırılmaya çalışılmıştır. Her ne kadar 27 Mayıs Anayasası göreceli demokratik hakları güvence altına almış ise de, ne var ki uygulamada bu Anayasada devrimcilerin korunmaya değer bir hakkı olduğuna rastlanmamıştır. Devrimcilere karşı sistemli sindirme harekâtı hız kesmeden devam etmiştir. Yani DP iktidarı ile ülkeye burnunu sokan emperyalizm 27 Mayısla kendi öz ittifakı olan güçlerin iktidara yerleşmesine de zemin hazırlamış, günün koşullarında en Amerikancı olduğunu parti programında ve kitlesel propaganda çalışmalarında ayan beyan ortaya koyan Süleyman Demirel Hükümetleri Türkiye’nin en uzun süreli iktidarları olarak iş başında kalmıştır. Süleyman Demirel hükümetlerinin ilk icraatı da, ülke koşullarına uymadığından şikâyet ettiği 27 Mayıs Anayasasının değiştirilmesi istemi olmuştur. Mevcut 27 Mayıs Anayasası emperyalizmin gelinen aşamada elde etmek istediği olanakları teslim etmekten uzaktır. Emperyalizmin iş başına getirdiği Adalet Partisi hükümetleri de, dayandığı sınıfsal çıkarları birbirleriyle az çok uyum içinde olmayan egemen sınıflar ittifakının ve bu ittifakın Meclisteki temsil oranının istenilen Anayasayı yapacak güçte olmadığından bu işin çözümü 12 Mart Faşist Darbecilerine havale edilmiştir. 12 Mart Faşist darbesi gelişen devrimci hareketi tasfiye ile işe başlamış ve 27 Mayıs Anayasasının “engel” hükümleri olan “kısmi demokratik hakları” ortadan kaldırmış, istenilen, ekonomik, politik, siyasal ve askeri yeni ikili anlaşmalar imzalanarak ülkenin sömürgeleştirilmesi yolunda önemli bir adım daha atılmıştır. 12 Mart darbesi ile 12 Eylül darbesi arasında yalnızca dokuz yıl olmasına rağmen emperyalizm-işbirlikçi sınıflar ittifakı için dahası gerekliydi, ancak yine homojenleşemeyen ve “Oligarşik” bir yapı içinde egemenliğini sürdüren işbirlikçi sınıflar yeni düzenlemeler için Mecliste uyum sağlayamamışlardır. Emperyalizm, bir yandan bir faşist darbenin görünürdeki gerekçelerini de yaratmış, sınıfsal çıkarları aynı olan kitlelerin etnik-dinsel gerici yanlarını provoke ederek birbirine düşman hale getirmiş, diğer yandan devlet desteği ile örgütlenip teçhizatlandırılan faşist çetelerin kitlesel katliamlarını teşvik ve organize etmiştir. Yaşananlar, ağız birliği etmişçesine sağ-sol çatışması olarak lanse edilmiştir. Darbenin psikolojik desteği tamamlanmıştır. Bütün faşist darbelerin elbette öncelikli hedefi sistemle uzlaşması mümkün olmayan işçi sınıfının ve devrimcilerin politik ve fiziki varlığını yok etmektir. 12 Eylül Faşist darbesi de işe buradan başlamış, devrimciler işkencelerde öldürülmüş, bir çoğu idam edilmiş, yığınla devrimci de yıllar süren hapisler yatmıştır. İşin perde arkasında ise emperyalizmin darbecilerin önüne gerçekleştirilmesi gereken program olarak koydukları Sanayi ve Banka Sermayesi, oligarşinin diğer sınıfsal bileşenlerini (toprak ağalığı ve tarım burjuvazisi) tasfiye ederek, emperyalizme en bağımlı sınıfların iktidarının önünü açmıştır. 12 Eylülden bu güne değin, emperyalizm-işbirlikçi sınıflar ittifakının en uzun vadeli programı uygulanagelmiştir. Özelleştirmelerle ülkenin bütün varlıkları yağmalanmış, işçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütlenmeleri dağıtılmış, yoksullaşma toplumun en geniş kesimlerini içine almış ve etnik-dinsel farklılık siyasal desteğe dönüştürülmüştür. Dinsel desteği arkasına alan AKP nin etnik farklılığa göz kırpması geniş kitlelerde desteğe dönüşmüş ve 2002 yılında yüksek bir oy oranıyla iktidar olmuştur. AKP nin sekiz yıllık iktidarı, ülkedeki Emperyalist/Kapitalizmin önündeki son engellerin de kaldırılmasının, bunun yasal düzenlemelerinin çabasının iktidarıdır. Referandumla değiştirilmesi istenilen ve yerine ikame edilmesi düşünülen Anayasa, özelleştirmelerin, Ergenekon davalarının, Yargı organlarının yeniden düzenlenmek istenmesinin zincirinde bir halkadır. Yani olanlar aynı zincirin halkalarıdır.
Özet olarak, ülkeye DP ile burnunu sokan emperyalizmin devam eden süreçlerde ihtiyaç duyduğu düzenlemeler faşist darbeler eliyle gerçekleştirilirken, bu süreçlerin toplamında artık emperyalizm istediği düzenlemelerin bir askeri darbeyle gerçekleşmesine ihtiyaç duymayacak kadar kurumsallaşmıştır. AKP iktidarı bu kurumsallaşmanın en net ifadesidir. Bu nedenle, emperyalist/ Kapitalizmin AKP iktidarının önüne koyduğu program, Cumhuriyet tarihinden bugüne kadar hiçbir iktidarın cesaret edemediği ülkenin açıkça emperyalizme teslimi programıdır. Bu nedenle gerek 12 Eylül 2010 Referandumu, gerek Ergenekon davaları, gerek Yargının yeniden biçimlendirilmesi bu karşı devrimin aynı amaca yönelik uygulamalarıdır. Emperyalizmin Büyük Orta Doğu Projesinin gerçekleştirilmesinde, Balkanlar ve Kafkasya’nın yeniden biçimlendirilmesinde Türkiye’ye biçtiği rol açık ve anlaşılır bir roldür. AKP ve devamı iktidarların bu rollerini yerine getirmeleri için 12 Eylül Faşist Darbe Anayasasının bile engel olarak görüldüğü ve aşılması gerektiğine ilişkin uzunca bir süreden beri Kamuoyu oluşturulduğu bilinmektedir. Bu nedenle Referanduma sunulan Anayasa 12 Eylül faşist Anayasasını bile aratacak derecede gerici bir içeriğe sahiptir. Tek fark, Emperyalizmin tercihinin artık bir askeri faşist darbeye ihtiyaç duymayacak kadar ülkede kurumsallaşmasıdır ve bu istediklerini artık kendi yarattığı ve iktidara getirdiği kurumlarla “ sivil darbe” yoluyla gerçekleştirecek olanağa sahip olmasıdır. Emperyalizmin Türkiye’deki kurumlaşmasının ifadesi olan AKP’nin iktidar olmasıyla özellikle laisizme karşı takındığı saldırgan tutum karşısında aymaz bir şekilde “ ordunun buna izin vermeyeceği”ne ilişkin inançlarının sınıfsal temeli ne kadar dayanaksızsa, kurdurulmasından iktidara taşınmasına ve iktidardaki uygulamalarına kadar ABD-AB emperyalizminin sekretaryası görevini yürütmekten ibaret varlığı ile 12 Eylül faşizmini yargılayacağına ilişkin inancın sınıfsal temeli de bir o kadar dayanaksızdır. Sözüm ona Kemalistler, Kemalizmin Mustafa Kemal ile birlikte öldürüldüğünü, Bağımsızlıkçılık kavramının ikili anlaşmalarla yeniden bağımlılık ilişkilerinin içine sürüklendiğini, medet bekledikleri Ordunun da Nato ordusu olarak emperyalizmin ülkedeki çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırıldığının farkında değillermiş gibi, nasıl laisizme karşı emperyalist kaynaklı saldırıların ordu eliyle önleneceğine ilişkin ibadet derecesindeki itaatleri suya düşmüşse, Referandumda da AKP nin 12 Eylülü yargılayacağına ilişkin “yetmez, ama evet” çiler AKP nin bizzat ABD-AB emperyalistleri tarafından kurdurulup iktidar yapıldığını ve AKP nin bizzat kendisinin 12 Eylül faşizminin sivil üniformalı devamcıları olduğunu unutmuş görünmeleri gayretleri suya düşmüş, takke düşmüş, kel görünmüştür… Bu aymazlara göre ya 12 Eylülün arkasında emperyalizm yoktu ve icraat yerli “ bizim oğlanların” bağımsız iradelerinin ürünüydü, ya da AKP yi emperyalizm kurdurtmadı! Hangisi? ABD bizzat tezgâhladığı 12 Eylül faşizminin sorumlularını, bizzat kurdurup iktidar yaptığı AKP ye yargılatacak, öyle mi? Yaklaşımın “ saflık” olarak değerlendirilmesi saflığın ta kendisi değil midir? Öyleyse, hangi çıkar ilişkileri, kendilerinin hala “ sol” bağlantılı olduğunu söyleyen “yetmez, ama evet”çileri bu noktaya sürükleyebilmiştir?.. Ayrıca, AKP’nin 12 eylülcüleri yargılayacağına iman eden “Yetmez, ama evet”çiler, 12 Eylülcülerin yargılanmasını engelleyen Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılarak, 12 Eylülcülerin yargılanmasını yasal olarak ortadan kaldıracak olan zaman aşımının önüne geçilmesini öngören CHP-BDP önergesinin bizzat AKP nin oylarıyla reddedildiğini ve isteseler de 12 Eylülcülerin yargılanmalarının zaman aşımı nedeniyle mümkün olmayacağını ne çabuk unutmuşlardır?… Siyasal gündemi takip etmiyoruz gerekçesinin arkasına sığınabilirler, bilmiyorduk diyebilirler, ancak bu durumda siyasal-politik iddiası olmayan bir insandan bile beklenen bilmediği konu hakkında fikir üretmemesidir. Ya bu tavır sahipleri “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” dirler, ya da bizi takındıkları tavrın gerçek nedeni hakkında yanıltıyorlar… Referandumda oylanan anayasa değişiminin içeriği, emperyalizmin engel olarak gördüğü, 12 Eylül Faşist cuntasının bile cesaret edemediği emperyalist işgalin ülkeyi kayıtsız koşulsuz teslim almasının önündeki ufak tefek engellerin de kaldırılmasıdır. Referandumda oylanan ve kendilerini hala sebebi hikmetini anlayamadığımız nedenlerle “sol” olarak adlandıran “yetmez, ama evet”çilerin alkışladığı anayasa referandumunun içeriği budur. Bu nedenle, Referandumda kendilerine biçtikleri “ilerici, demokrat” misyonuyla “yetmez, ama evet” diyenlerin ve bu doğrultuda çaba sarf edenlerin -saf ve salakların dışında- bilinçli karşı-devrimciler, sistemin paralı lejyonerleri olduğu açığa çıkarılmalı, demagojik lafazanlıkları ve karşı devrimci yüzleri teşhir edilmelidir. Devrimciler ve işçi sınıfı hareketi açısından, referanduma ilişkin takınılan tavrın sınıfsal içeriği doğru değerlendirilip ne yapılması gerektiği konusunda gerekli derslerin çıkarılması koşuluyla, referandum sınavının yararlı ve zengin bir deneyim olduğunu düşünmekteyiz.
Bölüm-3
Orta Doğuda ve Kuzey Afrika’da BOP projesini gerçekleştirecek iktidarların biçimlenmesinde esas faktör iktidarın ılımlı İslam üzerine inşasıdır. Bu faktörün iktidara taşınmasında öncelikle bu ülkelerdeki iktidar sahipleri kim olursa olsun zahiridir ve esas iktidar olan emperyalizmdir. Emperyalist batılı merkezlerin bir yandan İran’daki “ Şer’i İslami rejime” tahammülsüzlükleri ortadayken Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika ve Kafkasya’da “ılımlı İslami” referans alan iktidarları işbaşına getirmeleri ve bu bölgede bu referanslı iktidarları etkin kılmayı temel politik ve siyasi amaç olarak belirlemelerinin nedeni nedir?
Kapitalizmin ekonomik ve politik bir erk/güç olarak ortaya çıkması kapitalizme karşı işçi sınıfının sosyalizm talebini de beraberinde getirdi. İki sınıf arsındaki mücadele her dönemde dönemin özelliklerine göre, kâh barışçı biçimde kâh zora dayalı olarak sürgit devam etmiştir. İşçi sınıfının kapitalizme karşı yegâne silahı Marksizm’in ideolojisi ve bu ideolojinin şekillendirdiği sınıf partisi olmuştur. Öyle ki kapitalizmin tekelci aşamaya ulaşmasıyla birlikte her alanda örgütlü saldırganlığını artırmış, işçi sınıfının en masum istekleri bile kanla bastırılmıştır. Burjuvazinin mücadele araçlarının geliştirilmesi ve etkinleştirilmesi karşısında işçi sınıfı da mücadele araç ve gereçlerini artırmıştır. Toplumsal yaşamın bütün alanları burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadelenin arenası haline gelmiştir. Merkez kapitalist ülkelerde bir yandan genel ekonomik ve politik içerikli genel grevler yoluyla üretim durma noktasına getirilirken, bir yandan da işçi sınıfı yoksul köylülüğü ve kent küçük burjuvazisini yanına alarak mücadele cephesini genişletmiş ve her alanda burjuvaziye alternatif iktidar olduğunu göstermiştir.
Burjuvazinin ideolojik ve karşı devrimci zoru işçi sınıfının özellikle politik iktidar istemli taleplerini zor yoluyla bastırarak iktidarını korumayı başarmıştır. Avrupa ülkeleri burjuvalarının kendi aralarındaki fiili savaş esnasında bu ülkelerde patlak veren işçi sınıfının isyan ve ayaklanmalarını bastırmak için savaş halindeki diğer burjuva iktidarlarla anlaşarak kendi ülkeleri işçi sınıfı hareketlerini ezmeleri tarihin bir çok kez tanıklık ettiği olaylardır. Yani burjuvazi rekabet halinde ve fiili savaş durumunda olduğu diğer ülke burjuvaları ile aralarındaki sorunun tali ve uzlaşır olduğunu, kendi ülkesi işçi sınıfı ile aralarındaki sorunun ölüm kalım savaşı ve uzlaşılmaz olduğunu kendisi kanıtlamıştır. Engelsin “Burjuvazi bizi savaşa davet etmiş, daveti kabulümüzdür” deyişi hatırlanmalıdır. İşçi sınıfı yaşamın her alanında miadını doldurmuş iktidarı burjuvaziden istemiştir. İşçi sınıfının bu talebini karşı-devrimci zor yoluyla bastıran burjuvaziye karşı devrimci zoru kullanmaktan başkaca da çaresi kalmamıştır. Görünen odur ki yerkürenin büyük çoğunluğunda sosyalizm inşa edilip kapitalizmin uluslararası etkisi kırılmadıkça burjuvazi siyasal iktidarlarını silah zoruyla dayatmaya devam edecektir. Bunun açık anlamı şudur: Kapitalizmin varlığı devam ettiği sürece burjuvazi karşı devrimci zoru kullanmaya, işçi sınıfı bu zora karşı devrimci zor seçeneğini gündemine almaya devam edecektir. Bu olgu tarihsel olarak yaşananları doğrulamıştır. Gerek 1871 Komün ayaklanmasının kanla bastırılmasında, gerek 1790 Fransa’sında, 1848 Haziran ayaklanmalarında, Avusturya’da, karşı devrimci zor burjuvazinin an acımasızca kullandığı yöntem olmuş ve 1917 Ekim devrimi yaşanan bu deneyimlerin sonucu olarak diğer mücadele biçimlerinin yanında devrimci zoru kullanmadan iktidarın alınamayacağını kesin bir dille açıklamıştır.
Burada hemen belirtelim ki “zor” kavramıyla kastettiğimiz yalnızca silahlı zoru kapsamaz. İşçi sınıfının eylem ve mücadele alanlarını daraltan, işlevsiz kılan burjuvazinin bütün ideolojik, ekonomik, kültürel saldırısı “karşı devrimci zor” kapsamının içindedir. Artık her iki sınıfın arsındaki uzlaşmaz zıtlık, tarihin hiçbir döneminde bu denli net ve aralarında hiçbir ortak nokta bırakmayacak kadar uzlaşmaz olmamıştır ve her iki sınıfın birbirine karşı tahammülü ortadan kalkmıştır. Üstelik burjuvazi kapitalizmin yapısal krizlerinin yükünü işçi sınıfının dışında kalan gerek merkez ülkeler gerekse bağımlı ülkelerin yoksul kesimine ödetmesi ile bu uzlaşmazlık diğer sınıfları da işçi kapitalizmin karşısına dikmiştir. Merkez kapitalist ülkeler ile bağımlı ülkelerin çalışan kesimleri de sınıf mücadelesinin içine çekilmiştir.
Kapitalizmin iç çelişkilerinin ürünü olan Birinci ve İkinci paylaşım savaşlarının çatlağından SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist iktidarlar inşa edilmiş, kapitalizmin bu alanlardaki varlığına son verilmiş, pazarları daraltılmıştır. Sorun sadece pazarların daralmasıyla kalmamış, aynı zamanda merkez kapitalist ülkeler işçi sınıflarının burjuvaziye karşı iktidar mücadelesinin ve bağımlı ülkeler halklarının ulusal Kurtuluş mücadelelerinin de esin ve moral kaynağı olmuştur. Bu iki sürecin ardından birçok bağımlı ülke emperyalizme karşı vermiş olduğu Antiemperyalist mücadelelerde başarı sağlamış politik-siyasi bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Asyada Vietnam, Kamboçya, Çin, Afrika’da Angola, Yeni Gine, Latin Amerika neredeyse kıtasal olarak emperyalizme başkaldırmıştır. İşçi sınıfının ideolojik ve örgütsel mücadelesi Ulusal Kurtuluş mücadelesi veren bağımlı ülkeler örgüt ve partilerinin de esin kaynağıdır. Yani Marksist ideoloji ve mücadeleye öncülük artık yalnızca merkez kapitalist ülkeler işçi sınıflarının mücadele rehberi olmayıp, aynı zamanda emperyalizme bağımlı ülkelerin ulusal kurtuluş savaşı veren örgüt ve partilerinin de kabul ettiği bir rehber ve yol gösterici olmuştur. Bu ülkelerde sosyalizmin o günkü koşullarda mümkün olup olmadığının tartışılması bu yazının kapsamı dışındadır. Bunu tartışmıyoruz. Ama örneğin Vietnam’da, Laos’ta Kamboçya’da Gine Basao’da, Angola’da, Eritrede, Kıtasal Latin Amerika’da antiemperyalist mücadeleye öncülük eden bütün örgüt ve partiler Marksizmden esinlenmişlerdir ve tümü “Komünist” sıfatıyla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Mücadele aynı zamanda yer kürenin hemen hemen tümüyle geniş sempati yaratmış ve destek görmüştür.
Tarihten sadece devrimciler ders almaz. Küresel kapitalizmin bugünkü yeniden örgütlenmesinde burjuvazinin tarihten aldığı ders budur ve ideolojik ve kültürel saldırılarının temelinde Marksizmin etkisinin kırılması vardır. Marksizm ideolojisi ve örgütsel yapısıyla burjuvaziyi ürkütmüştür ve kitlelerin hafızasından silinmesi, hiç olmazsa bu etkinin sınırlandırılması bu günkü saldırısının temel nedenidir. Hatırlanmalıdır ki, Kapitalizmin ortadan kaldırılması sorunlu bir düşman olarak gördüğü SSCB ile ilişkileri 1970 lerden sonra değişmeye, “prestroyka, glasnost” gibi burjuvazinin “yok etme” ağaç kurtları kavramları aklıevvel solcuların ve goygoycu liberallerin derin övgüleriyle SSCB yönetiminin içine salınmıştır. Bu kavramlarla sözüm ona sosyalizm yumuşatılmış, artık burjuvazi ile birlikte yaşamaya karar verilmiştir. Aslında verilen karar sosyalizmin içine salınan öldürücü virüstü ve zamanı beklemek gerekecekti. Kapitalizmin beklediği sosyalizmin ölümünü ilan etme zamanı nihayet 1990 larda gelecek ve Gorbaçovla başlayan Truva atlarının kalenin içine sokulmasıyla Yeltsin adlı sarhoş ölüm ilanını açıkça okuyacaktı. Ancak bir kez daha hatırlatalım ki bu süreç yoğun bir kaşı devrimci ideolojik saldırıyla başlamıştır ve uzun süre bu bombardıman ardı arkası kesilmeden bütün iletişim, propaganda araçlarıyla devam edilmiştir. Sosyalizmin kalesinden ilk delik böylelikle açılınca bunun arkası gelmiş ve kale fethedilmiştir. Karşı devrimci İdeolojinin etkinlik kazanması sosyalizmin fiili varlığına son vermekle yeni bir aşamaya gelmiştir. Kapitalizm daha 1980 lerde başlattığı bu ideolojik saldırının doğuracağı boşluğu özellikle İslam ülkelerinde İslamcı güçleri örgütleyerek doldurmayı planlamıştır. Bir yandan SSCB ile yumuşama politikalarını devreye sokarken bir yandan da İslam ülkelerinde İslamcı güçleri SSCB ye karşı kullanmak üzere örgütlemekte ve savaşa sürmekteydi. Afganistanda islamcı Talibanı örgütleyen ilerici Babrak Karmal ve Necibullah iktidarına karşı savaştıran ABD ve diğer emperyalist ülkelerdir. Daha sonra “baş düşman” ilan ettiği El kaide ve Usame Bin Ladinin de ABD imalatı olduğu bilinmektedir. Ancak ne zaman boynuz kulağı geçmiştir ve İslamcı örgütler emperyalizmi hedef tahtasına kaymaya başlamıştır, yaratıcısı emperyalizmin de hışmını üzerine çekmiştir. Sorun bu örgütlerin şeriatçı filan olması değildi elbette. Kapitalizmin hizmetinde olup olmadığı esas kriterdi. El Kaide ile Talibanla savaşan, İrana burnundan soluyan Emperyalist/Kapitalizm Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap emirlikleri gibi şeriatçı rejimlerle can ciğer kuzu sarmasıdır. Artık yukarıdaki giriş açıklamasından sonra sorunun cevabı açıktır. Kimliği ve kültürü İslam olan orta Doğu ve Kuzey Afrika için yeni bir ideoloji yaratılıp bu ideoloji iktidara taşınmalıdır ve emperyalizm için korkulu rüya olan sosyalist ideolojinin kitleler üzerindeki etkisi kırılmalıdır. Siyasal İslam bu noktada Kapitalizmin ölümünü geciktirmeye aradığı çaredir. Kapitalizm “Siyasal İslam” ile iki kuşu birden vurmayı hedeflemektedir. İlk amaç sosyalist düşüncenin, ideolojinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak, ikincisi tamamen kendi imalatı olan bu ideolojinin kendi buyruğundaki unsurlarını iktidara taşımaktır. Bu nedenle BOP nin ideolojisi siyasal islamdır ve Kapitalizm kendi imalatı bu türün iktidar yapılması ile BOP kapsamındaki ülkeleri yeniden düzenlemektedir. Az çok Demokratik geleneği olan ülkelerde seçimler yoluyla, demokratik geleneği olmayan ülkelerde ise silah zoruyla bu iktidarların başa getirilmesinin nedeni budur. Bu iktidarlar iktidar oldukları ülkelerin yaşam biçimlerini siyasal İslam ideolojisine göre yeniden düzenlemekte, adeta dayatmaktadır. İktidarın eski yapı taşları yerinden sökülüp atılmaktadır. Balyoz ve Ergenekon gibi davaların iç yüzü budur. İddia edildiği gibi darbelerle hesaplaşmak, faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkarılması gibi kimsenin bir derdi de yoktur. Güncel olanı bu arada anımsatalım: “Devlet sırrı” denilen arşivlerin ortaya çıkarılması için AKP nin verdiği önerge neyin üstünü açacaktır?. Örneğin ABD nin protesto eylemlerinde devrimcilerin üzerine salınarak Kanlı Pazar olaylarının yaratıcısı Milli Türk Talebe birliğinin rolü de “devlet sırrı” olmaktan çıkarılarak teşhir edilecek midir? O günün Milli Türk Talebe Birliği yöneticilerinin bugün iktidarın etkili ve yetkili şahsiyetleri olmasının bir anlamı olmalıdır. Devrimciler her karşı devrimci iktidarlarca yok edilmeye çalışılmıştır. Bu AKP öncesinde de böyledir, AKP ile de böyledir. AKP nin şimdilik sosyalistlere, komünistlere “ dokunmuyor” gözükmesinin nedeni, demokrasi aşkı filan olmayıp toplumu etkileyecek güç ve örgütlükten yoksun olmalarıdır. Gerek Askeri Faşist diktatörlüklerin, gerekse sivil görünümlü iktidarların devrimcileri hedef tahtasına koymalarının nedeni bu güç ve örgütlülüğün toplumda hissedilir derecede olmasıdır. Bu nedenle geçmiş siyasi iktidarların devrimcilere karşı tavrı neyse AKP nin de tavrı odur. Birisi biraz daha uzak, diğeri biraz daha yakın değildir. AKP nin iktidar olmasında davul zurna keyf çatan ve kendilerine “liberal” diyen zihniyeti anlarız, ancak devrimci olma adına tutulan çanakla da ne anlatılması gerekiyorsa öyle anlarız. Devrimci tavır Kim il Sung’un “ Bize bir ayağı eksik sakat sandalyeye oturmamız söyleniyor. Biz komünistiz, Marksizmin dört ayağı sağlam sandalyesini, sakat sandalyelere tercih etmeyiz” tavrıdır.
Bölüm-4
Sosyalist hareketin tarihinde yenilgi sonrası dönemler, bir çeşit işin kolayına kaçanların başvurduğu, devrimcilerin ve devrimci eylemlerin “suçlanmasının” tarihi olagelmiştir. Devrimci mücadelenin yükseliş dönemlerinde hangi tesadüflerin sonucu olduğu kestirilmeyen bir nedenle devrimci hareket saflarında yer alan, sınıf mücadelesinin karmaşık ve girift süreçlerinden habersiz küçük burjuva unsurların bu dönemde başlıca iki davranış biçimine tanık olunmuştur: Ya nedamet getirmişler ve sistemin yavuz hırsızları rolünü üstlenerek “kraldan çok kralcı” kesilerek sisteme övgüler yağdırmışlar, ya da “geçmişin mirasını ikiyüzlüce” çıkarlarına tahvil ederek sömürü alanı olarak kullanmışlardır. Bize kalırsa birinci türleri ikincilere göre daha makul saymak gerekir. İkinci türler, yenilgi sonrası devrimci hareketin içinde adeta “safralaşırlar” ve sözüm ona “eleştiri” adına yapışkanlıklarını ve yılışıklıklarını bir soytarı kıvraklılığında sergilemenin dayanılmaz hafifliğe ile varlıklarını sürdürürler. Bizzat sınıf hareketinin kendisi, sınıf mücadelesinin kitleselleşmesiyle bunların varlığının da sonu getirecektir. 1905 Rus işçi sınıfının ayaklanmasının yenilgiyle sonuçlanması, bu türlere sözüm ona “eleştiri” masumiyeti altında Bolşevikleri suçlama ve devrimcilere küfretme, devrimci hareketin kitlesel tabanında yılgınlık ve devrimcilere güvensizlik sağlama olanağını sağlamış, onlar da bu olanağı bol bol kullanmışlardır. Gerçek yüzleri,1917 Ekim Devriminin zaferle sonuçlanmasıyla otaya çıkmış, iç savaşta karşı devrimcilerin yanında yer almakta duraksamamışlardır. Bu sözüm ona eleştirilerin hemen sayılabilecek olanları örgütlenme sorunu, öncülük sorunu, işçi sınıfının iktidar olmasının ve iktidarını korumasının sorunu olarak gözükmesine karşın, altında yatan neden daha derindir ve bütün mesele işçi sınıfının sosyalist iktidarının kurulması ve sınıfsız topluma geçişe ilişkindir. Yani sorun sosyalizmin inşasının “nasıl edilip de” başarısızlığa uğratılacağı sorunudur. Örneğin, Çarlığın yıkılması ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesinin yolu olarak önerilen ve Bolşeviklerin örgütlenme tarzı olarak ileri sürüp savundukları ve hayata geçirmeye çalıştıkları sınıf örgütlenmesinin “yukarıdan aşağı doğru” örgütlenmesi tezi, 1905 ayaklanmasının yenilgiyle sonuçlanmasının ardından gerek Menşevikler tarafından olsun, gerekse kâh Bolşeviklerin saflarında, kâh Menşeviklerin saflarında yer alan Troçki ve yandaşları tarafından olsun en ağır saldırılara uğramış, Bolşevikler neredeyse ihanetle suçlanmışlardır.
Bunların önemli bir kısmının 1917 Ekim Devriminin zaferinden sonra karşı devrimcilerin başlattığı iç savaşta Beyaz orduların yanında yer aldıkları bilinmektedir. Sınıf mücadelesi, devrimcilerle karşı devrimcilerin çoğu kez “cepheden” mücadeleleri olarak tezahür etmemiştir. Tarihten sadece devrimciler ders almaz, denilebilir ki burjuvazi alması gereken dersi devrimcilerden daha köklü şekilde almakta ve zayıf yanlarını kapatmakla da kalmayıp, devrimci hareket içinde adeta karargâhını da kurmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz “kolaycı” unsurlar bu noktada belki de süreç içinde sınıf mücadelesinin eleyip atacağı unsurlardır. Ancak, Burjuvazinin sınıf mücadelesi sürecinde devrimci örgütlerin içine yerleştirdiği, amacı ve niyeti sınıf mücadelesini dumura uğratmak olan, iyi yetiştirilmiş, deneyimli ve tecrübeli karşıdevrimci “koçbaşlarının” devrimci hareketlerde meydana getirdiği yıkım üzerinde, her devrimcinin dikkatle düşünmesi ve uyanık olması, gerek kendisinin ve yoldaşlarının, gerekse devrimci örgütlenmenin yaşamsal sorunudur. Gerek dünya devrimci hareketinde, gerekse ülkemiz devrimci hareketinde, bu tür unsurlar devrimci örgütlenmelerin tepesine kadar tırmanabilmekte ve belli bir bölgede ve hatta o devrimci hareketin merkezinde yer alabilmektedirler. Bir yandan o hareket içinde “en yavuz militan” ya da ”en becerikli yönetici” rolünü ustalıkla oynarlarken, diğer yandan alttan alta o örgütlenmenin unsurlarının birbirlerine karşı güvenlerini sarsmak, tedirginlik yaratmak, örgütlenmede “zafiyet çukurları” açmak başlıca görevleridir. Bir başka fonksiyonları, ajitasyon-propaganda ve örgütsel eylem deneyimi gelişmiş, devrimci eylemlerin sürükleyicisi militanların doğrudan, bizzat ve kendisi gibi etrafında yer alan tetikçiler aracılığı ile ya da egemen güçlerin militarist güçlerince etkisiz hale getirilmesinde oynadıkları roldür. Bu etkisizleştirme ihbar mekanizmasıyla tutuklatma ve cezaevinde etkisizleştirme, yani sıcak eylem alanlarından bertaraf etme olabileceği gibi, provokasyonlar yaratma ve öldürülmeler-öldürtmeler şeklinde de cereyan edebilmektedir. Devrimci hareketler içine yerleştirilmiş bu tür unsurların karşı devrimci faaliyetlerini yürütmede en sağlam dayanakları, örgütlenme içinde yer alan unsurların deneyimsizlikleri ve tecrübesizlikleridir. Özel olarak yetiştirilmelerinin avantajını öylesine kullanırlar ki, örgütlenme içinde bunlara yönelik her eleştiri “işaretlenir” ve uygun ortamın yaratılmasıyla eleştirenin “icabına” bakılır. Bu “icabına bakılma” hal ve şartlara göre değişik biçimlerde yerine getirilir. Bir bakarsınız o an’a kadar devrimcilerin güvenini kazanmış o “eleştiren” devrimci, bir gecede “ polis” oluvermiştir. Bu öylesine bir kırılmalıdır ki, diğer devrimci unsurları ister istemez birbirlerine karşı alttan alta kuşkuyla bakmaya başlayacaklardır ve provokatör ilk raundu kazanmıştır. Kendisine verilen görevi layıkıyla yerine getirmiş, devrimcilerin birbirlerine karşı güvensizliğinin ilk kıvılcımını tutuşturmuştur. Bir bakarsınız “görülen lüzum üzerine” ihaneti saptanmıştır ve infaz timi tarafından hemen ve derhal infaz edilmiştir. Bir bakarsınız, örneğin kendi ülkesindeki faşist yönetimden kaçmış ve bir başka ülkedeyse o ülkenin istihbarat polis birimlerine teslim edilmiştir. En korkuncu bunu yaparken yalnız olmadığıdır. Etrafındaki örgüt elemanlarının zafiyetleri kullanılacaktır ve hatta ve bu aşağılık oyunlarda bu unsurlar önemli roller üstlenecekler ve bir karşı devrimcinin şeytani kurnazlığı, bir devrimcinin eliyle gerçekleştirilecektir. “Karanlıklar prensimiz” oyunu kaldığı yerden sürdürmeye devam edecektir. Uç veren zafiyetlerini fark edenler hemencecik ve o gün etkisizleştirilecektir. Her pisliğin üzeri defne dallarıyla kapatılacaktır. O gün infaz edilen devrimcinin infaz gerekçesi el çabukluğu ile hazırlanmıştır. Mesela “örgüte ihanet” etmiştir!… Nasıl olsa etrafında her önüne atılanı yiyecek bir yığın beyinsiz vardır ve itaatte kusurları yoktur. Karanlıklar prensi devrimci hareket içindeki karşı devrimci görevini yürütürken gücünü bu “beyinsizler sürüsünden” alacaktır ve bunlara dayanacaktır. Örgütlenme içinde bu unsurlara bol keseden “kariyerler, unvanlar” dağıtılacak ve müritlerimiz “adam yerine konulma” psikolojisi ile egolarını tatmin edecektir. Karanlıklar prensimiz giderek örgüt içinde “tek adam” olarak hedeflediği konuma ulaşmıştır artık. Devrimci hareketi bizzat devrimcilerden aldığı güç ve destekle sabote etmek için bütün gücü elinde toplamıştır… Artık “ karanlıklar prensini” tutabilene aşk olsun”… Prensimiz işbaşındadır ve işi bununla da bitmeyecektir. Kendisine ağababalarının öğrettiği “sol literatürü” iğdiş ederek “çok önemli şey söyleyen” adam “ululuğunu” tartışmasız hale getirerek, “biat eden” müritlerinin gözünde ulaşılmaz adam olmaya devam edecektir. Artık o, karşısında söz söylenemez, karşı gelinemez, eleştirilemez bir “şeyh”tir ve etrafı sırası geldikçe türlü çeşitli Bizans oyunlarıyla, entrikalarıyla tasfiye edilecek devrimci görünümlü “emir erleri” ile doludur. O, bizzat gücünü, devrimci uyanıklığı, Dünya ve ülke devrimci hareketinin deney ve tecrübesini öğrenmeyi “kendisine yük sayan” “sözüm ona” devrimcilerden almıştır. “Karanlıklar prensine” ne bir suç yüklenebilir, ne de ondan yakınmaya hakkımız vardır. O, karşı devrimin devrimci hareket içindeki “Koçbaşıdır” ve karşı devrimin kendisine verdiği görevi yerine getirmiştir. Onun görevi her türlü karşı devrimci eylemi devrimci hareket içinde örgütlemek ve devrimci hareketi sabote etmektir. Onun kullandığı gücü devrimci olma adına ona veren biziz. Bu noktada devrimci hareket içine sızmış, burada kendisine yer bulmuş, güç edinmiş karşı devrimcinin “devrimci örgüt ve eylemi” sabote etmedeki başarısızlığı aslında devrimcilerin utancıdır, ona güç ve destek sağlayanların ayıbıdır. Sınıf mücadelesi acımasızdır ve cinayetlerden provokasyonlara kadar uzanan bu karşı devrimci eylemin tahrifatına zemin hazırlayanlar, Dünya ve Ülke devrimci hareketinin deney ve tecrübesinden öğrenmek ve uyanık olmak yerine, sanki dünyada bir ilkmiş gibi, “yanılmışız, bilmiyorduk” gibi gerekçelerle kendilerini “mazur” göstererek aklayamazlar. Niyetleri bu pisliğe kapı aralamak olmasa bile, buna güç ve destek vermekle, yanında yer almakla, işlenen bu suçların vicdanen ortağıdırlar… Bu kiri, bu pisliği temizleyecek bir savunma ancak riyakârlık olur, iyi niyet değil. Sınıf mücadelesi acımasızdır ve yanılgı düşmanın işine yarar. Hem siz, bu “koçbaşının” devrimci harekette bu denli yer edinmesine daha ilk işaretlerde karşı çıkmak, onu etkisizleştirmek, tahrifatın önüne geçmek yerine, bu tür karşı devrimcilerin devrimci örgütlenmede amacına ulaştıktan ve mızrağın çuvalı delip geçmesinden sonra bu tür pisliklerin yüzünü görseniz ne olur, görmeseniz ne olur… Olup bitenlerin hesabını vermekte suç ortaklığınızın üstü kapatılamaz. Ve bu gün birazcık ar ve hayâ duygusuna sahipseniz devrimci hareketten elinizi çekin, belki vicdanınız bir parça huzur bulabilir. Aksi bir tutum ve davranış utanmazlıktır.
Yazımızın başında sözünü ettiğimiz sınıf mücadelesinde “işin kolayına kaçanları” sınıf mücadelesi bir aşamasında sırtından atar ve yoluna devam eder. İkinci türlere cevabı ise sınıf mücadelesinin bizzat kendi yasası ve hukuku gerektiği gibi verir ve tarihin adaleti tecilli eder.
Ülkemiz ve Dünya Devrimci hareketinde karşı devrimcilerin şu veya bu devrimci örgütlenmelerde farklı biçimlerde etkinlik sağlamaları hep yaşanmıştır. Sonuçları itibariyle devrimci hareketin yıkımına, kitlelerin güvenini kazanmış devrimcilerin soyutlanmasına, devrimcilerin birbirlerine güvensizlik beslemelerine, giderek devrimcilerin fiziki olarak ortadan kaldırılmalarına kadar gitmiştir. Sınıf mücadelesinde burjuvazi bu tür entrikalarını devrimci hareket içine hep taşıyacaktır. Sınıf mücadelesinin karmaşık ve girift sürecinin her aşaması her devrimciye bu tür unsurların sızma olasılığına karşı azami dikkat ve özen göstermeyi, bunun için de ülke ve Dünya devrimci hareketinin deney ve tecrübelerini öğrenmelerini zorunlu kılar ve bu görev hiçbir devrimcinin erteleyemeyeceği ve ihmal edemeyeceği kadar acildir, zorunludur.
Bölüm-5
Karşı devrim, sistemin yeniden organizasyonu sağlarken, devrimci güçlere karşı salt “gerici zor”un maddi ve manevi unsurlarını sürekli ve aralıksız uygulayarak, pasifikasyonun toplumsal tabanını genişletmekle kalmayıp, aynı zamanda toplumun kültürel, siyasal ve psikolojik-moral değerlerinin de yeniden üretilmesini ve sisteme entegrasyonunun sağlanmasını, sistemin geleceği açısından zorunlu görür. Hele ki, sınıf çatışmasının toplumsal çatışmaya dönüşmesinin karşı devrimin yengisiyle sonuçlanması durumunda, ilerici toplumsal değerlerin yerine, sistemle bütünleşmiş değerlerin yeniden üretilip biçimlendirilmesi karşı devrim açısından daha bir kaçınılmazlık oluşturur. Bu yeniden üretimin çapı ve süresi karşı devrimin dünya ve ülke devrimci hareketlerinden edindiği deney ve tecrübenin, ekonomik, siyasal ve sosyal gelişmelerin, devrimci sınıfın örgütlülük durumunun düzeyine ve burjuvazinin olanakları ve öngörüsüne bağlı olarak değişecektir. Yani sınıf mücadelesinin uluslar arası ve ulusal düzeydeki gücü, karşı devrimin atak ve başarısının belirleyicisi olacaktır.
Kapitalizmin tarihinde güçler dengesinin sınıf mücadelesinin seyrine göre her zaman değiştiği, belirli dönemlerde burjuvazinin lehine işleyen sürecin belirli zamanlarda işçi sınıfının lehine işlediği bilinen durumdur. “Sınıf mücadelesinin seyri” kaba bir tanımlamayla geçiştirilemez ve burjuvazinin sınıf mücadelesinin içini boşaltmakla görevlendirdiği “taşeron devrimcilere” karşı uyanık olmak, kitle pasifikasyon araçlarını etkisizleştirmek, kitleleri burjuvazinin yedeği haline getirmemek için her adım ve aşamada bu unsurların sınıf düşmanı yüzünü açığa çıkarılmak, sınıf parti ve örgütünün ertelenemez görevidir. Sınıf örgütünün bu uyanıklığa ulaşmasının tek ve tartışılmaz görevi ideolojik ve teorik yetkinliğini geliştirmektir. Ancak tavizsiz ve “sulandırılmamış” bir ideolojik yetkinlik ve pratik bir deney ve tecrübe böylesi yaşamsal görevin yerine getirilmesinde biricik mücadele aracıdır.
Sınıf partisinin, mücadelenin içinde bulunduğu durumu kavrayamaması, bu durumdan yararlanmak için pratik çözümler üretip önerememesi, gelişen duruma göre pratik tavır takınamaması, işçi sınıfının mücadele tarihinde sıklıkla yaşanan olumsuz deneylerdir. Kimi zaman, politik iktidara talip olabilecek güçte iken, korkak ve pısırık bir tavırla işçi sınıfını burjuvazinin kuyruğuna takmış, kimi zaman da- özellikle yenilgi sonrası dönemlerde- sıkışıp kaldığı alandan çıkmak için, bağımsız siyasal çizgisini ve örgütsel yapısını koruyarak burjuvazinin mevzilerini kullanmakta, bu alanları birer çalışma, örgütlenme, ajitasyon ve propaganda alanı olarak inisiyatifi altına almakta çekince göstermiştir. Ülkemizde bu durumun en açık ve görünür şekliyle 12 Eylülde yaşandığı sınıf mücadelesi tarihimizin inkâr edilemez gerçeğidir. Amacımız kişileri suçlamak değildir elbette. Ancak 12 Eylül öncesi işçi sınıfı içinde örgütlü olan sınıf partisinin 12 Eylül faşizmi karşısında işçi sınıfını acz içinde bırakması da kabullenilemez. Sorunumuz elbette kişilerle değil ama sınıf parti ve örgütüne de yön gösteren, hedef belirleyenlerin parti ve örgüt önderleri olduğu görmezlikten gelinemez. Partinin iktidara talip olabilecek karar ve irade sahibi nitelikte örgütlere sahip olmaması, kitlelere hedef gösterip hareket kabiliyeti sağlayabilecek, önderlik edebilecek nitelikte kadrolardan yoksun oluşu, var olan önder ve kadroların ideolojik ve teorik zafiyetleri, sınıf partinin bağımsız ideolojik, siyasal ve örgütsel yapısını korumaktan aczi, kitleleri burjuvazinin şu veya bu siyasal gücünün peşine takmıştır. 12 Eylül faşizmi karşısında niceliksel olarak devasa güçlere sahip parti ve örgütlerin niteliği bir yana bırakmaları, rehavete kapılmaları 12 Eylül faşizmine kolay zafer kazanma fırsatı vermiştir. Burjuvaziye verilen bu kolay fırsatın bedeli, otuz yıldır işçi sınıfı mücadelesinin belini doğrultamamak olmuştur. Sınıf partisinin temel dayanağı “sınıf sendikaları”, demokratik kitle örgütleri dağıtılmış, yarattığı ekonomik, politik, siyasal, kültürel boşluğu kendi siyasal örgütleriyle doldurmuştur. Elbette iş bununla kalmamıştır. Bütün toplumsal yaşam alanları burjuva ideologların öngörü ve tespitleriyle yeniden örgütlenmiştir. Burada hemen bir parantez açıp, sözünü ettiğimiz burjuvazinin kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine denk gelen ve tarihsel süreç içinde homojen sınıfsal özelliği olan, bu sınıfsal özelliğe denk düşen uygun değerler bütününe sahip bir burjuva sınıfı bizim tarihimizde hiçbir zaman oluşmamıştır. Ekonomik alanda kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerinin artığı toprak ağalarıyla, kompradorlarla işbirliğine giden ve kapitalizmin çarpık da olsa gelişme aşamalarında bu kapitalizm öncesi sınıfları tasfiye eden, ancak kendisi bir türlü klasik burjuva değer yargılarına sahip olamayan, siyasal-politik arenada asla liberal olamamış-ki kapitalizmi emperyalizmin güdümünde gelişmiş ülkelerde bu özellikteki burjuvaziye hiç rastlanmamıştır- sömürge tipi faşizm iktidar unsuru olarak bugüne değin varlığını sürdüre gelmiştir. 12 Eylül ile birlikte tekelci kapitalizm adına iktidara el koyan faşist cuntanın sözünü ettiğimiz kapitalizm öncesi sınıf artıklarıyla, cemaatlerle, tarikatlarla yakın işbirliği gözden kaçmayacaktır. Cunta bir yandan “Atatürkçülük” nutku çekerken diğer yandan halkın 12 Eylül faşizmine desteğini sağlamak için dinsel verileri referans olarak kullanması, cunta anayasasının oylanmasında cemaat ve tarikatlarla-özellikle başta Fetullah Gülen ve diğer cemaatlerin doğrudan desteğini almak için bunlarla pazarlık yapıldığı artık sır değildir- işbirliği yapması emperyalizmin ve işbirlikçi yerli tekelci burjuvazinin toplumsal destek arama gayretidir. Oysa klasik kapitalist burjuvazi kapitalizm öncesi üretim ilişkilerini ve onların toplumsal değer yargılarını, dinsel ögeleri, feodal kalıntıları süpürmek için yıllarca savaşmıştır. Klasik kapitalist burjuvazi kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde liberal olabilmiştir. Dönemin maddi koşuşlar içinde liberal olmak burjuva ilericiliğidir de. Bizdeki ithal liberaller ise, liberalizmin miyadını doldurduğu iki yüz yıl sonra liberal olmaya kafalarına takmışlardır. Üstelik liberal olmanın içini dolduracak çaptan yoksun ve “düşünce üretimi”ni devrimcilere küfür olarak algılayan zeka ve birikim yoksunu bu kesimin devrimci sınıf hareket içindeki uzantıları ise çok daha yıkıcı sonuçların failleridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz sınıf hareketinin ideolojik ve örgütsel zafiyeti, küçük burjuva unsurların, sınıf parti ve örgütlerinde etkin konuma gelmesine zemin hazırlamıştır. Sınıf mücadelesinin yükseliş döneminde bu tür zafiyetlerin sonuçları yıkıcı etkisini göstermeye fırsat bulamamış, ancak yenilgi sonrasında sınıf hareketini adeta arkadan hançerlemiştir. Bir yandan burjuvazi karşı ataklarla toplumsal yaşamı yeniden örgütlemenin yasal ve toplumsal temelini oluştururken, diğer yandan sınıf mücadelesinin kavramlarının da içeriğini boşaltma görevini sözüm ona “sol”culara havale etmiş, hangi çağın liberali oldukları şaşkınlıkla izlenen “ liberal” kesim ise entelektüel cephede sosyalizme olan kinini kusmak için mevzilenmiştir. Pandoranın kutusu açılmıştır ve bu pis kokuların laboratuar üreticisi küresel emperyalist kapitalizm ise, mikrobun taşıyıcı sinekleri de yukarıda adını ettiğimiz sözüm ona “sol” ve kendilerini liberal olarak adlandırmayı seven karşı devrim silahşorlarıdır. Yazık ki, “sol” adına “sol”da boru öttüren, her nasılsa devrimci hareket içinde yer alma marifetini göstermiş bu “şehir kurnazları” kesimidir ve efendilerine hizmetleri her türlü takdirin üstündedir. Yeni dönemin reorganizasyonunda, Burjuvazi, Özal dönemiyle başlayan ve devam eden süreçte, sınıf mücadelesinin kıpırdanışını bile cezai yaptırıma bağlayan Türk ceza kanununun 141,142 gibi maddelerini ve buna karşılık irticai hareketi –ki zaten fiili alanda bu maddenin işlerliği kalmamıştı- cezalandıran 163. maddeyi kaldırırken ne kadar “demokrat” olduğunu gösterme fırsatı bulmuş ve bir yığın “aklıevvel” solcuyu da peşine takabilmiştir. Oysa 141–142 maddelerinin yerine Türk Ceza kanununda bunu karşılayacak daha birçok madde vardır ama 163 maddeyi karşılayacak başkaca bir madde yoktur. Ancak zaten “velinimetlerinden” işaret bekleyen besleme tayfasına zaten gün doğmuştur ve durumdan vazife çıkarmakta üstlerine de yoktur. Özal dönemiyle başlayan “yıkama yağlama” daki yeteneklerini her türlü ar ve hayâ duygusunu bir kenara iterek devam eden dönemlerde de layıkıyla yerine getirmeye devam edeceklerdir. “Yüksel ki yerin bu yer değildir”… Buna inanmışlardır ve velinimetlerini bile şaşkınlığa uğratacak bir gayretkeşlik içinde çoğu kez sinsice, zaman zaman düzeyleri küfür kültürünün üstüne çıkmayan acınası ancak gözü dönmüş bir saldırganlıkla ve tuvalet ayaklarından temin ettikleri silahlarıyla sosyalizme ve sosyalistler üzerine bok sıçratmayı felsefi, kültürel siyasal ve toplumsal görev edinmişlerdir. Bu nedenle bu yazının önceki bölümlerinde sözünü ettiğimiz, aslında geçmişi daha önceki yıllara dayanan, sosyalizm çağında, etnikçilik ve dincilik gibi gericilik unsuru, çağdışı düşünce ve davranışların “demokratlık” merkezine oturtularak, bu tür unsurların örgütlenmelerini de demokratik hak olarak gören ve savunan bu sapkın anlayışın, referandum seçimlerinde ikinci 12 Eylül anayasasına “yetmez ama evetleri” bu bağlamda değerlendirildiğinde bu unsurların yüzlerindeki maske düşmekte ve maksat açıkça sırıtmaktadır. Belki de ikinci 12 Eylül anayasasına “evet”leri, takkeyi düşürüp keli ortaya çıkarmıştır. Gelecek sayımızda “parti kavramını” tartışmaya çalışacağız.
Sorunun ortaya atılması ve tartışılması sosyalizmin tarihiyle başlamıştır ve aralıksız devam etmektedir. Görünürde her ne kadar “ketli partisi mi, kitlesel parti mi? tartışması salt “terminolojik” bir farklılık gibi görünse de, aslında tartışma Marksizm ile Marksizm dışı, küçük burjuva, liberal ya da radikal akımların çatışmasıdır. Bir başka deyişle bu çatışma Marksizmle revizyonizm arasındaki ilk çatışmadır ve Marksizmin revizyonizme karşı zaferidir.
Sosyalizmin örgüt sorunlarının tartışmaya açıldığı bu ilk evrede tartışmanın taraftarları Marks-Engels ile Alman sosyalistlerinden Lassalle’ıdır. Lassalle’ın, sosyalizmi mevcut devlet yapısı içinde “değişiklikler-reformlar” yaparak ve mevcut devletin eliyle gerçekleştirilebileceğine ilişkin ideolojik sapkınlıklarının ötesinde, bu ideolojik sapkınlığın zorunlu sonucu olarak ileri sürdüğü “örgüt-parti” inşası “erken dönem” sosyalizm tartışmalarında, Marksizm’in, Marksizm dışı akımlarla ilk hesaplaşmasıdır. Sosyalizmin “erken döneminde” Marks-Engels ile Lassalle arasında, devam eden dönemin ileriki aşamalarında Lenin-Kautsky, Bernstein, Bolşevikler-Menşevikler arasında, Marksistlerle Marksizm dışı akımlar arasında sosyalizmin sorunlarına ilişkin kapsamlı tartışmanın bütünü ele almak bu yazının sınırlarını aşar. Biz, o gün başlayan ve sosyalizmin tarihi boyunca kesilmeyen, devam eden ve bu gün de “aciliyet” kazandığına inandığımız “örgüt-parti”inşası konusunu tartışmaya çalışacağız. Sorun, burjuvazinin iktidarına talip olan işçi sınıfının partisinin örgütlenmesine ilişkin izleyeceği yol, tutum ve davranışlarının ne olacağıdır, nereden başlanacağıdır. Sosyalizmi ve sınıfsız toplumu inşa misyonunu üstlenen işçi sınıfının örgütlenme tarzı ile mücadele tarzını, iktidarın hedeflerini ve buna bağlı olarak kapitalist toplumdan sosyalist topluma geçişte ortaya çıkacak olan karmaşık ve girift sorunların çözümüne ilişkin yaklaşımını da beraberinde getirecektir. Lassallalcılar Alman devletinin destek ve güdümünde aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenmeyi öngörüp ısrar ederlerken, sosyalizmin inşasını da Alman devletinin “destek ve yardımında” gerçekleştirme öngörüleri de tesadüfî olmayıp, sahip olunan “örgüt” anlayışının zorunlu sonucudur. Marks ve Engelsin revizyonizmin bu örgüt ve örgütlenme tarzına ve sosyalizmin inşası anlayışına Gotha ve Erfurt programının eleştirisinde verdiği yanıt oldukça açıktır. Revizyonizm, devletin himayesinde ve yardımıyla sosyalizmin inşasını ve buna uygun örgütlenme tarzını ileri sürerken Marks ve Engels sosyalizm mücadelesini yürütecek örgütlenmeyi “sınıf olarak örgütlenmiş proletarya” olarak tanımlayarak, işçi sınıfı partisinin yapılanmasına ilişkin ipuçlarını verecek, bu temel tanımlamayı pratikte Lenin yerine oturtacaktır. Sınıf partisinin örgütlenme tarzına ilişkin erken dönem sosyalizminin ideolojik ve örgütsel sorunlarına ilişkin Marks-Engels ile Marksizm dışı akımların arsındaki yaklaşım farkı sürecin her evresinde devam edecektir. Lenin Sovyet devriminin hazırlık aşamalarında ele aldığı örgütlenme sorununu yerine oturtacak, Revizyonizm ile Marksizmin örgütlenme konusundaki farklılığını da ortaya koymuş olacaktır. Bu sorun sadece tekil olarak örgütlenme sorunu olmayıp işçi sınıfının devlet ve devrim konusuna yaklaşımını da tanımlamış olacaktır. Leninin örgütlenme konusundaki ısrarlı ve ödün vermez tavrı doğruluğunu Sovyet devrimi pratiği ile de kanıtlamış olacaktır. Temel sorun şudur: Politik iktidara aday işçi sınıfı partisi aşağıdan yukarı bir kitle partisi olarak mı örgütlenecektir, yoksa yukarıdan aşağı bir çelik çekirdek etrafında esnek bir yapıya sahip ve farklı dönemlerin mücadele biçimine derhal adapte olabilen, manevra gücü ve kabiliyeti gelişmiş ve kitleselliği hedeflemiş bir tarzda mı örgütlenecektir. İşte modern sınıfların sınıf çatışmasının toplumsal yaşama damgasını vurduğu iki yüz yıldır tartışılan sorun budur. Revizyonistlere göre işçi sınıfı partisi yukarıdan aşağı doğru bir kitle partisi olarak örgütlenir. Nicel olarak üretim birimlerinde sendikalarda nicel çoğunluğa sahip olur, burjuva devlet mekanizmasının işlerliği içinde ve serbest seçimlerle çoğunluğu elde ederek iktidar olur. Revizyonizm, seçimle iktidar olan işçi sınıfının sınıfsız topluma geçişini de inkar etmez. Bunlara göre, burjuvazi işçi sınıfının seçimle geldiği iktidara son derece demokratik bir anlayış çerçevesinde tahammül etmek zorundadır. Burjuvazinin örgütlü güçlerinin kendi iktidarlarının ellerinden alınışına boyun eğeceğini varsayar. Dolayısıyla devlet de işçi sınıfının iktidarında varlık nedenini yitirir ve sınıfsız toplumun inşası gerçekleşir. Revizyonizmin ideologlarının bu tezleri, henüz yer kürenen herhangi bir bölgesinde sosyalist devrimin gerçekleşmediği, işçi sınıfının iktidarının henüz ufukta görünmediği, toplumun burjuva devlet mekanizmasının karşı devrimci zoruyla tanışmadığı dönemlerde “masum” bile sayılır. Sınıf mücadelesinin yüzeysel kırıntılarıyla yetinen bu kesimden, henüz toplumsal pratikte de yüzünü görme fırsatı bulamadıkları “devlet” ve “karşı devrimci zor” konusunda öngörüde bulunması da elbette beklenemezdi. Ancak, gerçekten karşı devrimci zorun devlet eliyle uygulanmasını öngöremedikleri için buraya kadar “ “masumane bile” sayılabilecek revizyonizmin bu görüşünün büyüsü gerek 1848 Paris ayaklanmasında, 1878 Komün direnişinde bozulmamışsa, artık “masumanelikten” söz edilmesi de mümkün olmayacaktır. Bilindiği gibi gerek 1848 Haziran ayaklanması gerekse komün direnişi, burjuva devlet mekanizmasının karşı devrimci zoruyla kanla bastırılmıştır. Revizyonizmin hala bu örgütlenme tarzında ısrar etmesi gerçekten işçi sınıfının iktidar mücadelesinde samimi olarak iktidara talip olmak isteyip istemediğinin de sorgulanmasını zorunlu kılmıştır. Leninin öngörüsü bu kesimin bu örgütlenme tarzında ısrar etmelerinin sosyalizmle bir entelektüel uğraş olarak ilgilenmelerinin ötesinde bir ilintisinin olmadığını göstermiştir. Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde burjuvazinin öyle yüksek perdeden eylediği “demokratlık” namelerinin arkasındaki riyakârlığı da ortaya çıkmıştır. Burjuvazi sahip olduğu iktidarını bırakmamak için gerekirse yerküreyi kana bulamaya hazırdır… Konuya devam edelim: Avrupa’da sınıf mücadelesinin birikimleri devasa kitlesel tabana sahip Komünist partilerini yaratmıştır. Fransız, İtalyan, Alman Komünist partileri, İngiliz İşçi Partisi/Fabianlar seçimlerde en oturmuş burjuva partileri kadar oy alan partilerdir. İkinci Paylaşım savaşında Avrupa’da Faşizmi yenilgiye uğratan bu partinin direnişçi kadrolarıdır. Faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla birbirleriyle boğuşmaktan bitap düşmüş kendi ülkeleri burjuvalarının karşılarında “iktidarı istiyoruz, iktidara talibiz” deme cesaretini gösteremeyen bu partilerin gerçekten sosyalizmi isteyip istemedikleri konusunda artık tereddüt bile edilemez. Yaptıkları şey iktidarı kendi ülke burjuvalarına teslim etmişler ve kitleleri bir süre daha oyalamışlardır. Onlar burjuva iktidara dokunmadan “sosyalistçilik, komünistçilik” oynamayı pek sevmişe benzerler ama işçi sınıfının bunca birikimi de burjuvaziye peşkeş çekilmiştir. Öyleyse burada Leninin öngörüsü bir kez daha doğrulanmaktadır: “Bunlar sınıf mücadelesi içine sokulmuş burjuva ajanlarıdır”… Bilindiği gibi ikinci paylaşım savaşı sonrası faşizmin yenilgisiyle revizyonizm, Marksizm’e olan kinini “Avrupa Komünizmi” ile kusacak ve Marksizm’le ilişkisinin kalmadığını ilan edecektir. “Avrupa Komünizmi” partileri, adında “Komünist” sözcüğü taşımanın ötesinde tipik burjuva partileri olarak varlıklarını bir süre daha devam ettirip, kitlesel potansiyeli erittikten sonra da ihtişamlarını yitirecekler ve tabela partileri olarak sistemin bekası ve gerekli olduklarında kullanılmak üzere bir köşede bekletileceklerdir. İkinci savaştan bu güne gelinen süreçte burjuva devlet mekanizmasının değil burjuvazinin iktidarının devrine kayıtsız kalacağı, 1990 yıllara kadar Avrupa’ya “demokrasi koklatırken” emperyalizme bağımlı ülkelerde nasıl kan içici bir canavara dönüştüğü yaşanan deneyimlerle görülmüştür. 1990 yıllarda reel sosyalizmin çöküşüyle artık canavar Avrupa’ya da dişini geçirmeye başlamıştır. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bu günkü öğrenci hareketine karşı Avrupa devletlerinin saldırgan tutumu, umarız Avrupa’dan demokrasi bekleyen yerli-yabancı “demokratları” bir kez daha düşünmek zorunda bırakır… Burjuva devlet mekanizmasının bütün dişlileri aynı anda harekete geçmekte, antiemperyalist, antikapitalist mücadelenin boy verdiği ülkelerde, bu ülkelerdeki çıkarlarını korumak için kanlı darbeler tezgâhlamakta, faşist diktatörlükleri iktidar yapmaktadır. Gerçekten, Asya’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, kısaca dünyanın hiçbir bölgesinde, emperyalist-Kapitalistlerin darbeler tezgâhlayarak faşist iktidarları işbaşına getirmediği bağımlı ülke gösterilemez. Ülkemiz, yakın tarihinde bu darbelerden epeyce nasibini almıştır. Konuyu getirmek istediğimiz nokta şudur: özellikle 12 Eylül faşist darbesi sonrası Türkiye sosyalist hareketinin birikimi, yukarıdan aşağı ve kitle partisi tarzı örgütlenme ısrarıyla nereye götürülmek istenmektedir. Daha on yıl öncesinde bir sürü girişim ve aşamalar sonrası gelinen ÖDP sürecinin devrimcilerde yarattığı heyecana ne olmuştur ve ÖDP bugün nerededir, sınıf mücadelesinde etkinliği nedir?. İnanmak isteyen bir yığın gerekçe yaratabilir, ancak sosyalistlerin görevi gerekçelerin arkasına sığınmak değil, sosyalizmi inşa etmek, bunun gereklerini yerine getirmektir. Tarihsel süreç içinde doğrulanan ve ihtiyacımız olan parti, yukarıdan aşağı gevşek bağlarla örgütlenen adı her ne olursa olsun bir “kitle partisi”değil, yukarıdan aşağı doğru örgütlenmiş, esnek, mücadele gücü ve manevra kabiliyeti olan, işçi sınıfı ve emekçi kesim içinde “kitleselleşme” yeteneğine sahip Marksist bir partidir.