Dalga büyür Tsunami olur

Mülayim, ağırbaşlı, adeta “İstanbul efendisi” dedikleri türden yaşını başını almış biriydi. Öncesinden tanışıklığımız mesleki nedenlerdendi, hitap biçimi ile, oturuşu kalkışı ile diğerlerinden farklıydı, sınıfında bir karizma…

Kısaca sorunlarına ilişkin mesleki açıklamalar yaptım, teşekkür etti. Borcunu sordu “yok” dedim. Oysa bu meslek grubu mensupları pek “ teşekkür edilmeye” alışkın değillerdir, başımla onaylayarak ben de ona teşekkür ettim. Pazar gününün bilerek mi seçmişti bilmiyorum,  bana biraz öyle geldi, anlaşılan sohbet etmeye gelmişti. Eğitimli birisi, bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmış, yurt dışında bulunmuş, emekliliğini yaşıyor. 

“Geçen görüşmemizde söylediğin şey mıh gibi beynime çakıldı” dedi, “seninle bu konuda konuşabilir miyiz” dedi. Olur dedim, kırmadım.

Konu şuydu: İslamiyet’i araştırıyordu ve araştırmalarıyla ulaştığı sonuca göre de mevcut Müslümanların Müslümanlığını kabul etmiyor, ayetlerden, kitaptan, İslam içtihatçılarından örnekler sıralıyordu. Konu bir ara Hazreti Ömer’in adaletine geldi, hani şu meşhur yorulan kölesini devesine bindirip kendisinin yaya yürüdüğü söylencesi… “Abi dedim, halifeler zamanının hükümdarları, devlet başkanları, ağızlarından çıkan her söz bir emir, bir kanun… Bir köleyi devesine bindireceğine köleliği ortadan kaldırsaydı, buna imkan ve güçleri vardı.  Kölelik Birleşmiş Milletlerin bir kararıyla ortadan kaldırıldı, bana göre şayet bir kutsiyet aranıyorsa  en kutsal metin olarak  bunu kabul etmemiz gerekmez mi?. Kutsal kitapların hiç birinde, hiç bir ayetinde “ insanın insana kulluğu, köleliği kabul edilemez” diye bir metin olduğunu hiçbir yerde duymadım da, okumadım da… Bu İstanbul beyefendisinin “ beynine mıh gibi” çakılan konu buydu, anlaşılan benimle bu konuyu konuşmaya gelmişti. Oturduk, uzun uzun sohbet ettik, onu ikna ettiğimi söyleyemeyeceğim ama, bu meselenin beynine mıh gibi çakıldığından eminim…. 

Bir pastanenin kuytu bir köşesinde bu “İstanbul beyefendisinin” söylediklerini düşünüyorum. Değişen, evirilen bir hayatı, değişmeyen kutsal metinlerle açıklamaya çalışmasını, ısrarını düşünüyorum… İtiraf edeyim, kişisel dürüstlüğünden zerre kadar kuşkum yok… Şaşkın şaşkın, pastanenin açık penceresinden dışarıyı seyrediyorum, serçe kuşu kılığına girip pencereden süzülen Zeus bir sandalye çekip karşıma oturuyor.  

Kafamdan geçen düşünceleri okumakta geç kalmıyor, “Senin biz tanrılarla alıp veremediğin ne, seni biz var ederiz, evreni biz yönetiriz ” …Hay Allah müstahakkını versin Zeus diyorum, senin tanrılığının pabucu dama atıldı, sen biçim ne  tanrısın lan” diyorum.  Yüzüme bakıp kıs kıs gülüyor,  “ben tanrılar tanrısıyım, benim müstahakkımı verecek benim üzerimde bir tanrı yok” diyor.

“Belki Zeus diyorum, dua et ki benim yaşadığım dönemden önce yaşadın, zamanını doldurunca kendin yıkılıp gideceksin, adın kalacak, acımasızlığın kalacak, entrikaların kalacak. Şayet benim yaşadığım çağda yaşasaydın senin de bir tanrın olacaktı”… Yüzünü astı, “ benim tanrım kim olabilir ki”… Korktum yüzündeki çılgına dönmüş ifadeden, “ hiç dedim,”. Israr etti, üzerime geliyor,  yeri göğü inleten bir nara ile kolumdan tutup savuruyor beni, kaşla göz arası Olympos’tayım… İhtişamlı Olympos, şaşa, debdebe, ışıklar, yıldız, güneş, ay… Evrenin her şeyi Zeus… Tanrılar tanrısı Zeus… “ Gözlerinden ateş saçarak kiiimmmm” diyor, benim tanrım kim olacak… “Para” diyorum… Benim yaşadığım çağda bir tek tanrı kaldı, para, para, para… Senin diyorum birçok yardımcıların var, sen baş tanrısın ama evrenin bazı işlerinin yürütülmesini işlerini yardımcın tanrılara vermişsin, yani bir  çeşit mutlak bile değilsin… Benim çağımın tanrısı para mutlaktır, her şey ona bağlıdır. Paranın tanrısı yine para… Bizim dünya yurttaşlarının ona itaatimiz mutlak ve tartışmasızdır… Bir tek benzer yanınız var,  ikiniz de bir cani, bir acımasızlık anıtısınız, sen daha masumsun bile… Korkuyla, kendinde kusur ararcasına yüzüme bakıyor, daha masum değil daha zalimsin, en zalimsin dememi bekliyor… “ Yoo diyorum, haksızlık etmeyeyim, sen bizim tanrımızdan daha sevimlisin. Sen, senin iktidarına kafa tutanları pek öldürmüyorsun, Yer altı Dünyanın Hadesinde  bile yaşatıyorsun. Mesela, senin tekelinde olan ve sadece Olympos’ta yanan ateşini çalıp bütün insanlığa armağan eden Prometeye yıllarca işkence ettin, bir kayaya bağlayıp her şafak vakti kalbini kartallara parçalattırdın, Sysiposu her gün kocaman bir kayayı dik tepenin üstüne çıkarmakla cezalandırdın, tam tepeye ulaşacağı vakit taşı tekrar tepenin eteğine yuvarladın… Bizim para tanrımız kendisine karşı en küçük bir itaatsizliği bile ölümle cezalandırır. Kurşuna dizer, boğazına ip geçirir asar. Dahası, türlü çeşitli işkencelerle öldürür, ölüsünü bile kaybedip devlet yetkilileri türlü çeşitli yalanlarla cinayetlerin üstünü örter. Çoğu kez bir mezarımız bile olmaz. Anamızın, babamızın, kardeşlerimizin, eşimizin, sevgilimizin her gün kanayan şuracığında bir hayalimiz, bir suretimiz kalır. Anamız, babamız ölürken son gördüğü şey bizim suretimiz, son söylediği söz adımız olur.  Üstelik senin bütün acımasızlığına rağmen ölümlüler iktidarını sarsıyor, sana karşı meydan okuyorlar. Bir gün Olympos’un tepelerinden düzlüğe inersin, sarayın başına yıkılır, iktidarın da biter… Şaşkınlık sırası Zeus’a geliyor, para sözünden bir şey anlamıyor. Öfkeyle parmaklarını şaklatıyor, denizler kabarıyor, uğultular yükseliyor, deprem yerküreyi sallıyor, canlılar canhıraş saklanıp gizlenecek bir delik arıyor… Zeus’un Olympos’u çınlatan kahkahası kuşları ürkütüyor. Çiçekleri kökünden söküp savuruyor, anneleri ağlayan çocuklarını susturamıyorlar… Ben “tanrılar tanrısıyım, korku ve vahşetim” diyor… 

Kudretli Zeus, zavallı Zeus… Tanrıların en muktediri olmak için çırpınışlarına baktıkça “ lan diyorum sen muktedirlik nedir bilmeden zart zurt ediyorsun, sen bizim oğlan kadar bile muktedir değilsin be”… Gel bizim oraya da bir kafa tut, iki laf et bakalım, valla yedi sülalene rahmet okutur… İçimden  “lan diyorum tam zamanı, bir gelse bize, bir diklense, hazır OHAL de varken… Görse dünyanın dört bucağını…Yallah Silivri…. Şamataya bak sen, Zeus sayesinde valla Turizmimiz bile patlar be… Palyaço kadar sevimli görünüyor gözüme…

Bir gülme tutuyor beni, çaktırmadan gülüyorum, görmesin diye başımı öteye çeviriyorum, gülmekten gözlerimden yaşlar boşanıyor, içim dışıma çıkacak… Soytarıya bak diyorum içimden, sesli söyleyemiyorum. Olur ya Zeus da Olympos’ta OHAL ilan etmiş olabilir, neme lazım başımıza iş almayalım…. 

İlla da bana kudretini gösterecek, mutlaklığını ispat edecek… Denizler tanrısı Poseidonu huzuruna çağırıyor… Denizde fırtına gösterisi… Dalgalar, dalgalar, dalgalar… Yüzlerce binlerce metre boyunda dalgalar.

Bir Sismoloji bilim adamı gibi denizlerdeki fırtınayı anlatıyor bana….

Dalgalar büyür tsunami olur diyor.

“Evet diyorum, dalgalar büyür tsunami olur, o tsunami Olympos’u katar önüne cehenneme yollar, iktidarın biter, sarayın viraneye döner, çirkin bir surat olarak hatırlarız seni” 

“İstanbul beyefendisi” abime bütün iktidarların, gazaplarına ayetler serpiştirerek ayakta kaldıklarını söylesem mi acaba?…

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.